13 Eylül 2020

karga (15dk. Serbest Yazış)


 

Telefon kulübesi aradım kendime. Hani köpekler de kendine kulübe arar ya kalacak öyle işte. Havlamak istiyorum caddelerde. Çete kurarım belki diğer evsizlerle. Bira içenler bana laf atıyor. Cevap vermem gerekmiyor. Çünkü sarhoş değilim. Ama sessizlik gemisi limandan kalkalı beş dakika oldu. Yolcular parti yapıyor ama ses yok. Sessiz bir parti sanki siyasi. Gümrükten kaçak geçtim, gümrüğe ibraz edilecek bir şeyim yok ki. Zaten bir şeyim yok. Ben hiçim. Hiçlikte güneş doğar mı? Doğmaz ise hiçliği nasıl görebiliriz. Görmediğim şeyler yoktur dersem, körler için dünya yok olmuş olmaz mı. Kör olarak org çalıyorum kaldırımda, Ankaralı türküleri çalıyorum batman yöresinden ama. Halay çekenler ne salak. Gidin ya kardeş. Caddenin karşısında pastaneyi kesiyorum ben. Alman pastası yerim ama Polonyalı yapacak. Onlar anlar alman işi nedir. Yakılıp kül olan cesetlerin kokusu olmaz. Mazileri kokar sadece. Kalan çoraplar ve giysiler. Protez bacağını çıkarıp ateşe gittin mi hiç. Seke seke. Neden çıkarır o bacağı yanmaya giderken. Ateş değdiği yeri yakar ama seyredene zevk verir. Ateşler altında çarpışırken kurşunlar melodi çalar kulağının dibinde. Kafanı kaldır siperden de gör Azrail’in selamını. Ben komutanlarım istemeden öldüm. Öl dememişlerdi. Emir değildi ama öldüm işte. Acaba emire itaatsizlik olur mu. Savaşmak istiyorum oysa. Öleyim ama biraz daha öldürdükten sonra. Öldürdüğüm her adama mezar kazdırsaydılar sanırım bu kadar çok ceset olmazdı etrafımda. Boğaz kesmek kolay da mezarı kazmak işkence. Ben ölmeden önce öldürdüklerimin bazılarına kazdırdılar mezar. Kazmayı her vuruşumda pişman oldum can aldım diye. Çok terlerdim çünkü. Ellerim nasır tutuyordu ve gitar çalarken zorlanıyordum. Ölülere beste yaptım arkalarından. Ama akordu olmayan gitarı mezarlığa almıyor bekçi. Bekçiyi de gömdüm. Düdüğünü mezar taşı yaptım. Son nefesini verirken öttürüyordu hala düdüğü. Can verirken düdüğün sesinin azalışı ne komiktir. Boğazından boşalan kan düdüğün sesini kesiyordu. Kanlı düdük nasıl ses çıkarır bilirim ben. O sesi tanırım bin metreden. Mezar taşları yazılarının üzerine kalemle eklemeler yapıyorum bazen. Gelmeyen yakınlarına ders olsun diye. Yalnız garipler toprak altında, toprak üstü alın taşlarına yazılanlara çok üzülürler. Beklerler ki bir yakınları gelsin de o yazıyı düzeltsin diye. Asıl üzüldükleri boşa yaşadıklarını fark etmeleri o karanlık yalnızlıkta. Ben onlara değer verdiğimden taşlarına yazıyorum esasında. Kargalar yazdıklarımım okumak istercesine arkamdan o taşlara konarlar. Bazıları ekmek kırıntıları toplayıp bırakıyor o taşların önüne. Sanırım ağlayan ölülerin sesini bitek onlar duyabiliyor. Ölüleri dinleyen kargalar yazabilseydiler eğer, Nobel alan karga olur muydu sizce. Karga gözünü oyar, eğer onu beslemenin karşılığını istersen. Karga karşılıksız hizmet edeceksin, zira onlar ölülerin geçek bekçileridir.

vahşi (15 dk. Serbest Yazış)

 


Kırlangıç yuvası gördün mü sen hiç. Yuvadan düşmüş yavru gördün mü? Diyelim gördün, o yavruya yaklaştın almak için o sırada yavru bir kedi atladı üzerine kuşun ve öldürdü onu. Sevip kucağına alacağın o yavru kediyi yine alabilir misin kucağına tabiatı gereği o yavru kuşu öldürdü diye. İşte böyle sınavlar açar hayat sana. Fıtratı gereği sevmeyi öğrenmelisin herkesi. Timsah vahşi değildir. Sen timsah olmadığın için onu öyle nitelendirirsin. O vahşice hiçbir şey yapmıyordur. Onun yaşam şekli odur. Hayatta kalma şekli odur. Bence vahşi kelimesi hiçbir hayvan için kullanılamaz. Düşünün, sizce vahşi bir hayvan var mı? Söyleyeceğiniz her hayvan için vahşi olmadığına dair açıklamam var. Ama insan kılığında gezen gerçek hayvan bizler için aynı şey söz konusu değil. İnsan gerçek vahşidir. İnsan olmaktan utanacağın kadar vahşidir. Diğer tüm vahşi denen hayvanları azat ettirecek derecede vahşidir insan. Sen de vahşisin. Sen de acımasızsın. Sen aslında sandığın kadar masum değilsin. Sen de suçlusun. Sonuçta insansın ve sen de acımasız oldun birilerine karşı. Belki etini parçalamadın ama kalbini parçaladın, özgüvenini parçaladın, geleceğini parçaladın, hevesini parçaladın, hayallerini parçaladın birilerinin. İftira attın, yalan söyledin, arkasından konuşup yüzüne gülümsedin hatta sarıldın bile ona. Sen çok vahşisin. Çok acımasızsın. Onun da duyguları var. O da çocuktu, pamuk şekeri severdi. Lunaparkta sallanan sandalyelere binmek için babası ile kuyrukta beklerdi heyecanla. Ama sen onu vahşice parçaladın. Onun kim olduğunu biliyorsun. Kimi nasıl parçaladığını biliyorsun. Özür dileme dürtüleri geç, gereksiz ve etkisiz. Kırılan dal kırıldı bir kere. Sen vahşi dediğin her hayvanla karşılıklı bir teraziye koy artık kendini.  Saygı duyacaksın o hayvanların hepsine. Şimdi insan kılığında gezen gerçek vahşi hayvanlar olarak Mars’a gitmeliyiz. Acilen Mars’a gitmeliyiz. Bu maviş dünyanın griden tekrar maviye dönüşmesine izin vermeliyiz. Gerekirse Raptorlara, Trekslere bırakmalıyız bu dünyayı. Çünkü onlar bile varken bu dünya maviş dünya idi. Bizi ancak kırmızı kum kayalı, susuz buzsuz Mars paklar. Uzay çöpüyüz biz. Mars kabul etmezse boşlukta öyle süzülmeliyiz fezanın. Bir kara deliğe denk geliriz belki ve tüm vahşet boyut değiştirir böylece. Şimdi anlıyorum neden kara delikler var. Ruhen ulaşıyorum kara deliğe. İnsan olmama dair ne varsa üstümde oraya bırakıp maviş dünyama dönüp Raptor olmak istiyorum. En büyük ideali, bir gün bir Treks olabilmek olan bir Raptor olmak istiyorum, o kadar.

kamikaze (15 dk. Serbest Yazış)

 


Kamikaze olmak istedim. Gözlerin yeterince çekik değil dediler. Dedim ki kamikaze olmak yürekle alakalıdır, gözlerimle ne alakası var. Sen hiç Pearl Harbor’a gittin mi dediler. Dedim filmine mi, cevap bile vermediler, öyle kaldım uçan balonun sepetinde. İlk binişimdi balona. Gün doğumunu ilk kez görmüyordum ama o açıdan ilk kez görmüştüm. Ama nedense aşağı bakmak daha çok çekiyordu beni. O dik kayların üstüne bıraksam kendimi kaçıncı çarpışımda ölürüm acaba. İlkinde mi. İlkinden sekince eğer ölmediysem ikince çarpasıya o yirmi salisede bir pişmanlık olur mu acaba. Tek parça gömebilirler mi beni yoksa o yamaca inemeyecekleri için duron imam yollayıp kaldığım yere mi gömerler beni. Ben daha kararımı vermeden kader beni yakaladı. Balonda kocaman bir delik, hızla yükseklik kaybediyorduk. Gereksiz ağırlıklardan kurtulmak lazım, öyle kalmış aklımda. Üstümü yokladım neyimi atayım diye. Sepette bir tek ben vardım. Atacak karakter bile bulamadım biliyor musunuz? Kırmızı bir leylek sürüsü geçiyordu yanımdan. Gaga, bacaklar, tüyler her yerleri kırmızı leylekler. Dedim ki bunlar benim ruhumu teslim almaya gelmişler. Sepetin içine sırtüstü yattım. Balon yer gök yönünü kaybetmiş dönüp duruyor. Ben artık o sepetin hasır parçalarından birisiydim. O dönüşler ve düşüş beni rahatsız etmiyordu. Taşa sarılmış bir kağıt attılar sepetin içine.  Kâğıdı taştan sıyırdım okuyorum. “Ölme daha yaşayacaklarımız var. Hem daha tanışmadık bile. Duygu.” diye yazıyordu. Sıçradım yattığım yerden. Taşın nerden geldiğin anlamaya çalışıyordum çakılmadan üç beş saniye önce. Leylekler balonun etrafında dengesiz daireler çiziyorlardı ve hatta birbirlerine çarpıp yere çakılanları oluyordu. Ama kalanlar ısrarla balonun etrafında dönerek beni izlemeye çabalıyorlardı. Hayır, henüz çok erken diye haykırdım çakılmadan. Ensemden yukarı doğru çekilerek tekrar yükselmeye başlamıştım ve sepetin çakılışını parçalanışını izliyordum bir yandan. Sonradan kollarımdan ve belimden de tutulduğumu fark ettim. Kırmızı leyleklerden üç dört tanesi beni gagaları ile taşıyorlardı. Beni Duygu ya götürdüklerini düşünüyordum. Ölmediğime sevinmiyordum. Duygu’yu göreceğim diye sabırsızlanıyordum. Yoksa ölebilirdim yani, hiç sorun değildi. Yüksek bir dağın zirvesine beni bıraktılar. Orada leyleklerin tüylerinin mora döndüğünü fark ettim. Ayakları ve gagaları da altın sarısı parlıyordu. Sırtıma gaga ata ata beni dar bir patikaya sürdüler. Patikanın ucunda karanlık bir mağara görünüyordu. Duygu orda beni bekliyordu.  Koşarak mağaranın ağzına geldim ve istemsiz “Duygu, Duygu ben geldim” diye bağırıyordum. Mağaradan bir beyaz bir deve çıktı. Upuzun kirpikleri vardı. Boynun koca bir çan vardı ve her adımında ses çıkarıyordu. Yolum daha uzun buna binip sanırım Duygu’ya gideceğim diye düşündüm. Ama bana bira daha yaklaştığında çanın üzerinde bir isim yazdığını gördüm. Ve bu beni pek mutlu etmedi. Çan da büyük harflerle Duygu yazıyordu. Duygu isminde deve mi olur ya. Hem de uzun kirpikli. Deli gibi kaçmaya başladım oradan. Yamaç aşağı dalları kıra kıra iniyordum. Dallar ve tropikal bitkiler sıklaştıkça koşum yürümeye döndü ve yol açmak için belimdeki  palayı kullanmak zorunda kaldım. Palamın kabzasında inci taneleri ile işlemeler vardı. O incileri Bahrain’de bizzat dalıp kendim çıkarmıştım. Tek nefesle onki dakika denizin dibinde kalıyordum. Ağırlık oldun diye meydan larusse ansiklopedileri belime bağlamıştım. Kurşun ağırlıkları da denemiştim ama hiçbir şey bilginin verdiği ağırlığı vermiyor. Hayran kalırlardı çıkardığım incilere. Kardeşim boşuna biriktirmedik bizi bunları fasikül fasikül. Bir profesör vardı, daha derine daha çok kalmak üzere benle iddialaştı. Ben haddimi bilirim kardeşim. Adam profesör dalar da incinin kralın da çıkarır. “Üstat siz buyurun, ben ancak sizi seyrederim” dedim. Adam daldı vurgun yedi ama onu çıkardığımızda bir avucunu sımsıkı tutuyordu, öldükten sonra zorla açabildik avucunu. Kocaman siyah bir inci vardı. Siyah inci nadir olandır ve direnir istiridyesi kapağını açmamak için. Anacak ihtirası olan biri can pahasına mücadele eder ve ona ulaşabilir. Onca ilim bilim gitmişti bir siyah inci için. Siyah inciyi diğer beyaz incilerle sıra sıra bir gerdan için dizdiler. Siyah tek inciyi en ortaya koydular sıra inicilerin. Prenses Diana’ya hediye verilmek üzere Londra’ya yolladılar. Emanetçi olarak ben götürmeği kabul ettim. Diana’ya kolyeyi teslim ederken Kraliçe de ordaydı. Gerdanlığı taktığında prenses, kraliçe adeta bunalıma girdi. Kendi boynundaki sıra incileri tek seferde eliyle çekerek kopardı. Tüm inciler sarayın koridorlarına dağıldı. Kraliçeyi görmeye gelen Sir Churchill bu inilerden birine basarak merdivenlerden yuvarlandı ve ülke başbakansız kaldı. Şoförü yerde kalan silindir şapkasını aldı ve içinden yeşil bir tavşan çıkardı. Ama tek kulağı sarı idi. Sarı kulağından tuttu tavşanı ve daireler yaparak çevirdi kement atar gibi. Tavşan lunaparktaki çocuklar kadar mutlu idi. Taki sarı kulağı adamın elinde kalıp tek kulağı ile duvara yapışana kadar.