portre etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
portre etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

09 Şubat 2018

Ben ve Amadeus

Evet sarayda nöbet bana kaldı. Amadeus hasta. Yani esasında akşamdan kalma. Ayyaş herif. Notalarla dans ettiği kadar kadınlarla dans etmeyi de becerebilse. Yine de tüm kadınlar ona hayran. Oysa o bir deli. Notaları ancak gelecekte manasız müzik sevenlere keyif verebilecek. Ama yine de yenilik arayanlara farklı geliyor. 
Kralımız onu esasında ününe yakışır diye saraya aldı, o karmaşık notaları üst üste bindiriyor diye değil. Maymun yazması o basit notalar, birden devleşiyor sonra tekrar bitler pireler dansına dönüyor. Kasırgada yerinden kopan ağaçların gövdelerinin bir birine çarpıp parçalanışı gibi, obua ve viyolonseller  yumruk yumruğa. Arada yan flütler yardım ister gibi düzenli girişler yapıp çekiliyor. Kemanlar zaten esip duran rüzgar, şiddetli yada hafif hep varlar. 
Ya benim müziğim? Oysa benim bestelerim başlayınca sizi bir hikayeye götüren roman gibidir. Okudukça açılır müziğim, hikayenin mizacı neyse ona uyar tüm enstrümanlar. Ama Mozart, serseri adam. Benden yirmi yaş genç olmasına rağmen müziğime gereken saygıyı göstermiyor. Bir de sızıp kalıyor, kralın huzuruna ben çıkıp onu aklıyorum.
Bir keresinde “Genç Mozart, korkarım unutulmak gibi bir endişen yok, neden sanatsal eserler yapmıyorsun?” dedim. Küstah densiz şöyle cevap verdi; “Benim beynimde portreler yazılı, ben sadece onları görüp kağıda döküyorum. Lütfen eleştirinizi beynime yazana yapınız.”
Küstah. Densiz. Sapık. Nefret ediyorum ondan. Kıskanmak mı. Hayır nefret. Ama o notaları o ufak beyne yazana da isyanım oluyor bazen. Amadeus, yıllar senin ne kadar fiyasko bir adam olduğunu gösterecek. Karmaşık notaların, kulakları tırmalar  gibi gelecek insanlara, nasıl dinlenmiş bu müzikler diyecekler. Kimse seni hatırlamayacak.

Ah, bak sen… Beyninde gördüğü portrelerden son yazdığı notaları yine boş şarap şişelerinin yanında unutmuş. Kağıdın üzerinde salyası ya da şarap izleri. İğrenç. Dur bir bakalım, nota pazarında neleri satışa çıkarmış kargaşa ile. 
Evet, flüt yalnız geziyor, ürkek, kaybolmuş, sanki ailesini arıyor, diğer flütler bizi bul dercesine girip çıkıyorlar, viyolonsel kalın baslarla “asla, asla” diyor, flüt panikte, kemanlar sesleniyor yumuşakça, biz gelicez, yardım edicez bekle, viyolonseller yine engel olacakmış gibi giriyor, o sırada obualar önemli konuğu haber veriyor ve piyano ile giriyor prens beyaz atıyla. Flüt piyanoya yetişmek istiyor sesini yükselterek kendini göstermek için ama obualar muhafızı gibi onu engelliyor. Kemanlar viyolonsellerle çatışmaya giriyor. Bize katılın ona destek olalım. Piyano karmaşayı fark edip ne oluyor orda der gibi kemanlara dönüyor. Obualar suç işlemişçesine sessizleşiyor yavaş yavaş. Piyano "çekilin geriye" diyor. Flütün sesi açığa çıkıyor özgürce, kuşlar gibi kanatlanıyor flüt, kemanlar rüzgar gibi kanadını dolduruyor flütün. Viyolonseller ince kalın kendi aralarında kargaşadalar. Piyano hepsine kendisini dinletiyor. "Flütü bırakın, bana gelsin" der gibi. Tanrım bu nasıl temiz, nasıl gerçek… okurken notaları gözlerim doluyor nefret ettiğim adam yüzünden. O serseri bir flütle arıyor iç huzuru…hiç düzeltme yok yazdığı notalarda. 
Bu nasıl bir yansımadır. Doğru dediği belli ki. O sadece yazan gördüğünü. Görmek lazım Mozart olabilmek için. Notaları iyi duyuyorum, ama göremiyorum. Ona kıyasla ben bir körüm. Körlerin arasında, tek gören olarak, bir serseri de olsa o, tek görebilen o diye özel oluyor işte. Müziğe küssem mi şimdi, yoksa onu öldürsem mi? 
Bu nasıl bir çatışma, insan hayran olduğu bir adamdan nasıl bu derece nefret de edebilir ki. Hiç nota yazamayan bir dinleyici olarak gelmek isterdim bu dünyaya. Sadece bu küstah serseriyi dinleyen bir hayranı olmak isterdim. Kaderim beni cezalandırıyor. Bu ne büyük bir ceza, çok canım yanıyor, çok...

02 Ağustos 2011

Kapkara Kalem


Uykusuz geçen bir başka gece sonrası, isteksiz selamımı vererek güneşe uyandım. Esasında pek de uyumuş değildim. Uyku fazla lüks ve özlenen bir şey idi artık hayatımda. Uyku ve birçok şey.


Çok karamsar yaşayan biri düşüncesi belirmiştir şuan zihninizde. Haklısınız. Ama ben de haklıyım. Yaşamdan artık bu kadar zevk alamamakta ya da almayı tercih etmemekte.


Beni,  ben olmayan şeylere getiren olayları anlatarak zaman kaybına gerek yok. Ya çok sevdiğim terk etmiştir, ya da bir kazada ölmüştür, ya da tüm paramı batırmışımdır, ailem bana asla sahip çıkmamıştır ya da  hepsi birden. Ne fark eder ki?  Sonuçta yaşadıklarım sonrasında, ben acı çekmeyi tercih ettim. Yanlış anlamayın. Kimse bana acı çektirmedi. Ben acı çekmeyi tercih ettim. İhtiyacım varmış demek.


En ilginç olan ise;  kendimi,  kendime ait bir hasta gibi gözlemlemeye devam etmem. Yanlışları farkında yapıyor olmak, beklenen üzücü sonuçları da  ''nerede kaldın''  gibilerden karşılamak. Kime karşı bu öfke?  Kendime tabi.  Hayatımı dinleyen talihsiz diye nitelendiriyor ama bence,  ben hak ettiğimi ya da ihtiyacım olanları yaşıyorum.


Aylardır ne saç,  ne de sakal traşı olmadım. Aynaya bile bakmıyorum esasında. Kendimi bırakmak değil altındaki. Tanınmaktan korkmak bu rezil halimle eski yüzlerden. ‘’Sen ha? Bu hallerde? Nasıl olur? ‘’ polemiklerinden uzak kalmak. Tek bildiğim ve inandığım bir şey var;  en keskin yerinde virajın hız kesip kontrolü ele alacağım. Virajın neresindeyim acaba şuan?


Karakalem portrelerden doyuruyoruz ufalmış midemizi. Geçmişten kalan tek destek. Fındıklı parkında benden perişan bir ağaç gölgesindeki bankta açarım tezgahı.  Haftada birkaç gün, birkaç saat. Biraz ilerde de güzel sanatlar okulu. Sanat diye bildikleri şeyin ucuzluğunu göstermek istermiş gibi o üniversiteli idealistlere. Aralarında izleyip, sanatçıya saygı edasında yanaşıp diyalog kurmak isteyenleri oldu tabi. Ağzımı bıçak açmaz benim. Küskünüm dünyaya, dünyanın üzerindeki zerre kadar olan canlıya. Ne diyeyim ki?


‘’Benim de portremi çizer misiniz?’’ sesine başımı kaldırdığımda gördüm ilk kez yüzünü. Görmeden sanki sesinden görmüştüm zaten yüzünü. Omzunda çizimlerin konduğu çantalardan vardı. Ücreti gösteren el yazısı ufak tabelamı gösterdim bakışlarımla. ‘’Tamam sorun değil.’’deyip oturdu bankın köşesine. Yüzünü ezberlemiştim sanki o anda. Belki birkaç kaçamak bakışla çizdim. Onun haricinde çoktan zihnime işlenmişti zaten. Biten resme hayran bir edayla değil eleştirmen bir hoca gibi bakarak şunları söyledi; ''Anlatılanlara göre biraz hayal kırıklığı yaşadım doğrusu. Ama yine de teşekkürler.'' Parayı uzatırken sanki benden bir simit almıştı. Nedense yaptıklarıma hiç değer vermiyor görünmesine gücenmiştim ama bunu ifade etmeden parayı alıp portreyi verdim.


Eminönü’nde balık ekmek. Uygunsuz görüntü ve yaşamda ufak bir zevk. Ardından bir Marmara şarabı,  sonra ver elini Sarayburnu ve gece yarısı sonrası Ayyaşlar parkı. Mutlu muyum?  Hayır,  ama mutsuzluk kavramını da hissetmiyorum artık. Sallana sallana bul köhne baraka evi,  sız ayakkabıları bile çıkarmadan. İşte benim lüksüm. Kuralsızlık,  belki de gerçek özgürlük. Ben herkesin içinde olanı serbest bıraktım esasında. Bunun neresi garip?


O yüz yine yakınlarımda bu sabah. Hissediyorum. Karşılaşmayı umut etmeden bekliyorum. Çünkü biliyorum. Planlanmış bilinçsiz davranışların başlangıcıydı o porte talebi. Virajın neresindeyim acaba şu an?


Geldi tabi. Daha güzel bir portresini çizmemi istemeyecek zekilikte geldi bu sefer. Zaten o tarz bir şey olsa çok şaşırırdım. O planlanmış bilinçsiz davranışlarının bana ne etkiler vereceğini biliyordum ama sadece nasıl olacağını bilmiyordum. Merak ediyordum. Uzun zamandır ilk kez merak ediyordum bir şeyi. Ona aşık olamayacağımı bilme rahatlığıyla merak etmekten de rahatsız olmuyordum.


Karşımdaki bankta oturdu, dosyasından çıkardığı tertemiz geleceği başladı karalamaya. Beni çiziyordu. Rahatsızdım ama, ancak ona doğru bakmamakla tepki verebiliyordum. Çünkü tepkisizlik bir alışkanlıktı düzensiz lüks yaşantımda. Bir an evvel bitirsin de, ukalalıkla yeteneği bana gösterirken, asıl sıradanlığını göreyim istiyordum. Ama bir anda gelen o samimi rica tonlu sözlerle tuş oldum; ''Bankın sağına kayabilirsiniz acaba?  Arkanızdaki ağacın gövdesini tam göremiyorum da.''
Tabi ya . Aynen böyle olmalı idi. Benim virajımdaki rolü o kadar basit olamazdı. Sığıntı gibi kaydım dediği tarafa. Gülümseme ile teşekkür etti ve zevk de aldı belirsiz sandığım şaşkınlığımdan.
Hayatı öğrendiğim için hayata o kadar olumlu bakmıyorum sanıyordum ama sanırım sadece dalgalı denizlerin asla durulmayacağını düşündüğüm için bakışım böyleydi. Oysa bir deniz fırtınasının ihtişamı ve gücü ne kadar etkileyicidir? Neden kendi hayatımızdaki fırtınalara aynı gözle bakamıyoruz? O da ayrı bir soru.


 Biraz fazla yüklendim bu aralar aciz zihnime. Sadece nefes almaya devam etmeliyim oysa. Kendi kendime bunu değiştiremeyeceğim için,  o şımarık zeki kız sadece bir renk idi bugüne kadar bakmadığım gökkuşağında. Virajın neresindeyim acaba şuan?