ses etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ses etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Ocak 2018

Evimdeki Ceset



Her yer bulanık idi, muazzam bir baş ağrısı, hatta derin bir sızlama ense kökümde. Bulanık görmemi düzeltmek ve neler olduğunu idrak etmek istercesine kafamı salladım ama nafile. Yatağımda olduğumu seçebildim ama giysilerim üzerimde ve hafif ıslak, üşüyordum. Doğrulmaya çalıştım ama başım bir ton sanki. Anlamaya çalışıyordum durumumu. İçeride mutfaktan gelen sesleri duyuyordum. Zorlanarak dikildim en azından kolumla destek alarak yatakta oturacak kadar ve o an gördüm odamın girişinde kapının eşiğinde çökmüş gibi duran hareketsiz adamın bedenini ve ölü bakan gözlerini. Elim enseme gitti gayri ihtiyari ve yastığıma bulaşan kanın bana ait olduğunu ve ölü bakan adamın yanında duran kısa siyah copu fark ettim. Bana kim ne zaman ve neden vurdu? Eğer bana vuran bu adam ise içerideki ya da içeridekiler kim? Hemen komidin çekmecemdeki silahım aklıma geldi. Odanın en diğer ucunda olmasına ve tam net görememe rağmen beş çekmeceli komedinin orta çekmecesinde olduğundan emin olduğum silahımı almak için yarı kör bir şekilde ve büyük ense ve baş ağrısıyla oraya doğru yöneldim. Ses çıkarmamak için kendimi kontrol edebildiğim kadarıyla ilerliyordum. Ama daha odanın öbür ucuna gelmeden orta çekmecenin açılmış ve içindekilerin dışarı dağılmış olduğunu seçebildim. Neden sadece o çekmece? Neden diğerleri açık değil? Hemen yerdeki copu almak için tanımadığım cesede yanaştım ve eğildiğimde fark ettim ki göğsünde iki kurşun deliği var. Odamın kapısının kirişine yaslanarak oturur kalmış bu tanımadığım cesedin sol eli bacaklarının üstüne düşmüş ve parmakları sıkıca kanlı bir havlu tutuyor tabi büyük bir olasılıkla bana ait bir havluyu. Yani bu adam kanamasını durdurmak için orada öyle havlu ile yarasına basarken ben baygın bu yatakta yatıyor muydum? Yine de nabzına baktım içeride ki seslerin devam ediyor olmasına güvenerek. Ama ölü bakan gerçekten ölmüş idi. Sonra yerde duran sağ elinin ucunda, parkeye kanıyla yazdığı, beni asıl sarsan o harfleri gördüm...

12 Temmuz 2014

Zamanı Geldi


"Kimsin?" dedim. Ses vermedi. "Kim olduğumu biliyorsun" dercesine bakıyordu derince. Rahatlığı beni rahatsız ediyordu ama haykıramıyordum. Gitmesini istiyor ama git diyemiyordum. Yüzündeki tebessüme sevinmeli miydim acaba? Kızgın bakmıyordu en azından; ne kadar da kendinden emin. Nasıl olur da koşulsuz onla geleceğimden emin ki bu denli rahat davranıyor?

"Vakit var mı daha?" derken kendi sesimi ben zor duydum ama o cevabı sözüm biterken anında verdi keskince; "Yeterli vaktin oldu." Başka soru istemez bir ses tonu ile gelen bir cevaptı bu. Zaten bende de ne başka soru var ne de direnme çabası; sadece bir ürkeklik bilinmezliğe dair.

Ayaklarımdan kan yukarı çekiliyor sanki. Tüm benliğimi bir şırınga ile bir tüpten çekiyorlar gibi. Bedenim gitgide boşalıyor, hafifliyor. Arada direnir gibi olduğumda daha şiddetli çekiliyorum içimden içeri. Onu göremiyorum artık ama onun cebinde duran emanet gibi hissediyorum kendimi. Uzun bir koridorda diğer uca doğru hızlıca ilerliyoruz; bende geride bıraktığımız noktaya bakma çabaları ama nafile. Birileri bedenimin başında tanıdık ama eskisi kadar değil. Peki bedenim orada ise beni kim nasıl nereye götürüyor? Yoksa, yoksa o gün bugün mü. Allah'ım...

Yaradanın isimini söylediğim an sallandı sanki tüm evren. Hem güvendeyim duygusu hem de çocukça bir ürkeklik büyük bir hata yapmışcasına.

Ondan geldin ona döneceksin. Bunu biliyordun. Artık yok geri dönüşün. Şimdi bir umut bekliyorum hoş karşılarlar beni diye.Tüm hayatım bir satır kadar kısa ve ezberimde her nasılsa. Silmek istediğim dakikalar var ama onları anımsadıkça daha da belirgin ortaya çıkıyorlar. Görünmesinler diye utanarak anımsamamaya çalıştıkça daha da belirgin yüzümü kızartanlar. Utanıyorum; çok utanıyorum.

Nasıl? Tabi tabi, benim o. O yuvadan düşen güvercin yavrusunu alıp yuvasına koymak için onca çabalayan. On beş yaşımda mıyım? O kadar olmuş mu, dün gibi. Sanki başım okşanacakmış ve bir aferin gelecekmiş umuduna nasıl sarıldım o ana şimdi. En azından utancım azaldı biraz. 

Neden bir ömür ağaçların altından yürümedim ki? Neden bir ömür tüm yuvalarından düşen kuş yavrularını yuvalarına  tekrar bırakmak hayat gayem olmadı? Nasıl atladım bunu? Nasıl vazgeçmişim bu hazdan ve bu ödülden? Nasıl? Nasıl?


16 Mart 2014

İç Ses



Kendimi deli gibi koşarken buldum. Bilmediğim sokaklara dalmışım haberim yok. Kalbimin ritmi tavan yapmış ama yorulmuyor bedenim.
Üzüntü ve kızgınlık, kazana atılan kömür gibi kor yapmış tüm benliğimi. Burnumdan buhar çıkarır gibi öfke kusuyorum adeta.
Yüzümü gören sanki katilmişim gibi bakıyor bana yada birazdan katil olacakmışım gibi. 
İçimde çok sık duymadığım o ses bu kez nasıl çığlıklar atıyor. O bağırdıkça derinlerde, kalbim damarlarıma abanıyor tüm adalelerimi gererek.
Şimdi cinnet denen görünmez canavar ile tanışıyorum işte. Aklımın hükmünü yitirmeye başladığı anlar.
En imkansız ve vahşetin, en akıllıcaymış gibi gelmeye başladığı dakikalar. Ve sanki suçu üstüne alacakmış gibi sana destek çıkan o nadir duyduğun iç ses.
Şimdi koşan bedenim değil beynim uçtan uça. Kaldırımda oturuyor olsam da beynim ışın hızında her yerde.
Geri, ileri bir video oynatıcı gibi sarıyorum yaşanmışlarım ve yapmayı planladıklarımı. Artık hem senaristi hem yönetmeni hem de oyuncusu olmuş durumdayım bana ait bir sahnelik bu filmimin, yapımcısı ise o iç ses.
Nerede olduğumu bilmez iken nasıl oldu da evimin kapısına böylesine çabuk geri geldim. karar alınmış olunca nasıl da farklı çalışıyor beyin. Ve bedenim de nasıl uyuyor ona ahenk ile.
En korkutucu ve zalimce durumların oluşumunda ne kadar organize çalışıyor zaaflar ve korkular.
Hala evdedir umudu ile sessizce giriyorum kendi evime sanki bir yabancıymışım gibi. İç ses sanki evimde daha yankılı ve gürültülü. Bir kaç farklı ses gibi aynı şeyleri tekrarlıyorlar zihnimde.
İtiraf etti diye kabullenebileceği mi nasıl sanabilir böylesine ben onu sever iken. O refleks tokatlara rağmen hala evde mi acaba?
Evet orada. Şöminenin karşısında oturmuş. Hala ağlıyor, sızlanıyor. Acaba beni üzdüğü için mi yoksa sert tepkimin etkisinden mi diye düşünüyorum.
İç ses bağırıyor :" Ne fark eder ki, öldür onu."
Evet ben neden geri geldim ki zaten? Şimdi yukarı yatak odasına çıkacağım ve komodinden silahımı alacağım.
İç ses sanki kahkahalar atıyor, öfke duygusu heyecana dönüşüyor, garip bir titreme önemli bir sınav öncesi gibi.
Tam yukarıya çıkmaya yöneldiğimde, merdivenlerin başındaki yüksek sehpada aradığımı gördüm. Silah. Ama neden orada? Neden yukarıda komodin de değil, aşağıda girişte karşımda?
Sanki evren bana hizmet ediyor gibi geliyor bir an ve keyifli gülümsüyorum doğru yolda olduğumun teyidi gibi. 
Ama bu sefer o dış ses her şeyi alt üst eden: "Gitsem de beni bulacaksın. Salsan da dönüp geleceksin. Affetsen de kendini yiyeceksin. O zaman uzatma çek tetiği."
Sessizlik. Neredesin iç ses. Hadi bas tetiğe.
Bak üstüme geliyor korkmadan. Yere bakan silah tutan elimi tutuyor şefkatle ve kaldırıyor nazikçe namlu kendi alnına denk gelince kadar. 
O bu kuvveti bulurken kendinde, ben bir tetiğe dokunamıyorum. Hatta korkuyorum kaza ile dokunacağım diye. İç ses! Hani öldürecektik onu? Neredesin? 
"Bu değil mi istediğin, delicesine sevdiğini, kanlara boğmak, hadi bitir şu işi"
Yok. Olamaz. Şimdi de parmağını tetikteki parmağımın üstüne koydu. Korkuyorum. Beni bırakıp gidecek diye çok korkuyorum. Ne yapmalıyım.? Bu ne sessizlik? Ne çok cevapsız soru zihnimde bir kaç salise içinde. Bu nasıl bir panik? Nasıl bir kaos? 
Hayır, bastırma parmağıma. Elimi çekmek istiyorum silahtan ama kabusta bağırmak isteyip de bağıramamak gibi, sinirlerim iletmiyor beynimin komutlarını kollarıma.
Bütün iletişim karışmış hem ruhsal hem de bedensel. O parmağıma basarken göz bebeklerine kilitleniyorum. Nasıl derin ve dingin bir mavi.
Bir enerji geliyor o göz bebeklerinden tüm benliğime. Ve iç ses sanki tren kaçıyormuş gibi parlıyor yeniden kısa ve öz.
Tetiğe basılasıya kadar onu bir daha duyamam kaygısı ile dediğini yapıyorum koşulsuzca. Sert bir bilek hareketi ile namluyu çeviriyorum kendime ve beraberce basıyoruz tetiğe ve beraberce bitiriyoruz beraberliğimizi.
Evet. Kesinlikle böylesi daha iyi. Tamamen sustu iç ses. 

22 Eylül 2012

SERÇEM



Çökmüşsün yolun ortasında. Ay dolunay değil, ışığı yetersiz. Uzaktaki sokak lambası yanar söner selam vermekte. Bir kuş sesi bile duyulmaz vakitlerdesin. Yüreğin ağlar ama gözlerinden akmaz o yaşlar. Hiç küskün olmadığın kadar küsmüşsün geleceğine.  Şu yolun ucundan hızlıca sana doğru  gelen koca iki far bekliyorsun adeta. Ne yalnızlık, ne çaresizlik.
Oysa bir el uzansa gel diye, nereye götüreceğini bilmeden tutup gideceksin onunla. Bir el, bir ses, hadi diye. Ama yok, yok, yok. Dışında bulamadığını içinde aramalısın böyle zamanlarda. Zaten içindekini bilmediğinden kalmışsın böyle çaresiz. Mutluluğu dışındakilere bağlamışsın tereddütsüz, ısrarla ve onlar da sana sırtını dönmüş teker teker. O el her an uzanıyor kalbinden sana. Dinle! Dinle! Dinle! Tut sımsıkı bir kez, sen bıraksan o seni bırakmaz bir daha. Yalnız kalmak ancak kendini duyamayanlara mahsus. Duy! Duy! Duy!..
Bir serçe kondu dizinden biraz öteye yolun ortasına. O iki minik göz sana bakarak kafasını bir sağa yasladı bir sola. Ne yaparsın burada der gibi bir eda var parmağın kadar olan bu canda. Sıçraya sıçraya yanaştı dizine doğru. Cüssesi olsa sanki itecek seni gagası ile yolun kenarına. Hadi git yaşa diyecek dili olsa konuşabilse. Belirsiz bir tebessüm oluştu yüzünde. Bilsen ki korkup kaçmayacak alıp eline sarılacaksın o minicik cana doyasıya. Nasıl verebildi o minik can sana bu sevinci?
Gagasını sürttü sağlı sollu yere ve baktı minik gözleri ile. Sıçradı bir adım daha ve yine gagasını sürttü kendini hırpalar gibi. O sırada gözünü kamaştıran o koca farlar belirdi yolun diğer ucunda. Umutla beklediğin o farlar gözünü öyle aldık ki serçeyi seçemez oldun ve o an fark ettin ki beklediğin sonun henüz gelmemiş. Bir gayretle yeniden canlanan ruhunu taşıyan garip bedenini yolun kenarına sürükledin.
Minik serçen uçmadı. Kanatlarını uçmaya hazırlar gibi açıp kapadı bir kaç kez. Ama uçmadı. Serçeler bilir ne zaman yoldan zıplayıp kaçacaklarını diye avuttun kendini bir kaç saniye daha ama o sadece  sana bakarak kanatlarını bir kez daha açıp kapadı. Neden ki diye düşünürken yolun kenarında farlar geçti seni ikaz etmek için o güçlü kornaya basarak. O acı korna sesi, senin acı çığlığınla birleşti... Seeerrrrr-çeeeeeemmmm…
O minik can cansız yol üstünde. Sendeki ruh ise canlanmış ağlaya ağlaya dağlar gibi. Bir minik serçe ölü avucunda, o ölen can geçmişin olmuş artık senin. Bir can giderken sana can geldi. Sadece bir kaç saniyede neler verdi bir minik serçe?
Ne zaman görürsen yollarda bir ölü serçe, bil ki bir ruh daha kurtuldu karanlıktan. Sen de ol gönülden bir serçe ve git sokağın ortasında çökmüş, farları bekleyen bir çift dizin önüne kon ve hisset  serçelerin sahip olduğu,  koşulsuz yardım huzurunun hafifliğini.