Ondan haber beklersin. Bir tek ondan. Haber getirenler gelir, ondan mı diye sorarsın. Diğer haberler önemsizdir. Dünya yıkılır o nasıl oralarda diye düşünürsün. Onun aldığı verdiği nefes sana havadır. Tüm rüzgarlar onun kokusunu taşır. Başka bir haber var mı diye yüzünü rüzgara dönersin. Sadece kokusu vardır maalesef. Boynu bükük bir çiçek görürsün acaba onu üzen biri mi var diye meraklanırsın. Sokakta gülüşerek oynaşan çocukları seyreder, sek sek oynayan beyaz kurdeleli saçlı kızın mutluluğundan onun adına sevinebilirsin. Tüm güzellikler onu betimler, tüm hüzünler seni endişelendirir. Dünya dönüyor ama o var oldukça dersin. Dünya dursa kıyamet kopsa, o oralarda son nefesini verdi, ondan dersin.
çiçek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
çiçek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
18 Şubat 2018
17 Şubat 2018
Kanlı İkizler
Ormanın içinde kendini hiç de yabancı hissetmiyordu. Sadece ay ışığının aydınlattığı gecede, evindeymiş gibi rahat ve huzurlu idi. Yüzünde ve ellerinde kurumuş kan lekeleri, geçmişinin değil geleceğinin haritası gibiydi.
Düzlük bir yer buldu ve elindeki kazmayı yumuşak toprağa saplamaya başladı. Çukur büyüdükçe hürriyetine yaklaşıyordu kendince. Onun için saray bu çukur olacaktı. İştahla kazıyordu çukuru. Dikenli telleri aşıp, özgürlüğüne koşan hükümlülerin adımları nasıl hızlanırsa tellerden uzaklaştıkça, o da çukur derinleştikçe daha şevkle kazıyordu. Bir an duraksadı. O kızların cesetleri aklına geldi. Kanları elinde ve yüzünde olan kızların. Toprakta böceklere yemek olmak için sabırsızlanıyordu. Ateş böceklerinin sesleri müzik oluyordu ölümle son dansına. Rütbesiz gidecekti öbür tarafa. Rütbeleri sökülmüş gidecekti. Gözyaşlarının tadının bu denli tuzlu olduğunu ilk kez fark ediyordu. Çünkü bu denli ilk kez ağlıyordu. Ağlamayı kesmeye çalıştı, ölmekten korkuyor gibi kendi kendine bile görünmek istemiyordu. Bu tek kişilik bir cenaze töreni idi.
Oysa bu bitmez gecenin geçmiş sabahı sıradan bir günün başlangıcı idi. Güneş henüz kendini yeni gösterme çabalarında iken çoktan uyanmış ve kasabanın en bakımsız denecek bahçesini kendince temizlemek üzere hazırlıklara başlamıştı. Zira çoğu komşusunda olduğu gibi bu evi ve bahçesini düzenleyecek, çekip çevirecek bir kadın yoktu. Onun bir kadını yoktu. Vardı aslında ama uzun yıllardır yoktu. Yas tutmuyor yası bir ömür yaşıyordu. Varlığında üç harfli olan aşk yokluğunda yine üç harfli yas olmuştu. Bitmeyen aşk ancak bitmeyen yasa dönüşür. Kadını yaşarken bahçesinde renk renk çiçekler vardı. Çoğu sabah ondan önce kalkar ve en sevdiği papatyalardan ona bir taç hazırlardı. O mutfakta yiyecek bire şeyler hazırlarken yanında diz çöker ve kraliçesinin sadık bir şövalyesi gibi tacı başını öne eğerek ona doğru uzatırdı. “Tüm dünya şahit olsun Kraliçem, size hala aşığım. Gönlümün tek kraliçesi olarak lütfen tacınızı kabul ediniz” gibi samimi ve romantik sözlerle ilanı aşk yapardı. Kadını her seferinde sanki ilk kez bu sözleri duyuyormuş gibi heyecanlanır ve boncuk mavi gözlerindeki boncuk sevgi damlacıklarını saklamaya çabalardı. Aşkını her seferinde bu gizleme çabası onu ona daha çok aşık ederdi. Bir keresinde “madem öyle siz de benim gönlümün tek sahibi ve koruyucusu şövalyemsiniz.” deyip tezgâhın üzerinde boş olan bir tencereyi onun kafasına bir miğfer gibi giydirmişti. Burun hizasına kadar inen tencereden önünü göremediğinden komik bir durumda ayağa kalkıp onu öpmeye çabaladı ama görmeden dudaklarını bulamıyor gibi yaparak yanaklarını, kulaklarını öpücüklere boğuyordu. Kadın gülmekten ona karşılık veremiyordu, sonra birden geri çekildi ve tek hamlede onun dudaklarını bularak tutkuyla öpüverdi. Kadın ilk kez öpülüyormuşçasına sarsılmış şekilde ona bakarken, tencere miğferini kafasından çıkarmıştı ve şöyle demişti “Kör olsam bile kokun yeter dudaklarına kavuşmam için.”
Şimdi ise bu kara çukurun başında burnu hiçbir kokuyu almıyordu. Gece gündüz farkı yoktu artık onun için. Tüm dünya ona siyah beyaz görünüyordu. Sadece tek rengi seçebiliyordu gözleri. Kırmızı. Siyah beyaz dünyada sadece ellerindeki kırmızı kan kalıntılarını görüyordu. Beyninin bu oyunu esasında hoşuna gidiyordu. Neden sadece kan rengini görüyorum diye bir kaygısı yoktu. Bu tokadı her an hissetmeye şu an ihtiyacı vardı. Sarışın ikiz kızların ikili at kuyruğu saçlarındaki tokalar da kırmızı idi. Neden kırmızı ki, siyah beyaz hatırlamak istiyor o anı. Ama tokalar kıpkırmızı zihninde yanıp duruyor. Doğdukları günü anımsıyordu. Zira ikiz beklemedikleri için doğum esnasında fazlaca havlu gerekmişti yan komşusuna. Tek başına kendince yas yaşayan bir adam olduğu için pek sıcak bir ilişkileri yoktu yan komşu aile ile ama zaruret onları onun kapısına getirmişti. Adam karısının doğum heyecanı ile kasabanın tek yaşlı ebesi kadın ne görev veriyor panik içinde halletmeye çabalıyordu. Zira ilk kızını kucağına ebe verdiğinde bitti diye rahatlamışken “ bir tane daha geliyor , çabuk temiz havlu getir” komutu ile şaşkına dönmüş ifadesi hala onun kapısına geldiğinde yüzünde idi. O sırada bahçede odun kesiyordu ve baltasını omuzuna dayayıp gelen panik adamı süzdü. Adamcağız kendine çeki düzen verircesine isteğini biraz daha usturuplu yeniden söyledi; “İkizmiş, havlumuz kalmadı. Rica etsem…” Cevap vermeden baltayla evin kapasını işaret etti ve “yatak odasında dolapta. Gir istediğin kadar al, ne gerekiyorsa al.” Dedi ve tekrar odunları sert ve muntazam darbelerle kesmeye devam etti. Komşusu tereddüt ile kapıya doğru ilerlerken baltanın çarpma sesi ile irkildi ve önce ondan kaçarcasına, sonra doğuma geç kalmama paniği ile eve dalıp havluları alıp çıkıverdi.
Bir süre sonra kestiği odunları üş üste istiflemeye çalışırken komşusunu evin verandasının merdivenlerinde iki kolunda kanlı havlulara sarılı bebeklerle otururken gördü. Başını yere doğru iki kundağın arasına sokmuştu ve onun yanına geldiğini fark etmemişti. Kundaktaki bebeklerin yüzlerinde annelerinin kanı tam temizlenmemişti ve eksik başladıkları hayata merhaba der gibi değil de ne yapacaz biz der gibi ağlıyorlardı. Belli ki babalarının da durumu aynı idi. Adam komşusunun kafasının alnından tutarak yukarı kaldırdı. Bebeklerden yüzüne bulaşan kanlar gözyaşları ile karıştığından kan ağlıyor bakışları ile şöyle sayıkladı; “yetmedi, havlular yetmedi, çok kan vardı. Havlular yetmedi. Ben yetmedim…”
Adam yaslı hayatında şaşırmayı bırakalı çok olmuştu ama buz kalpli biri de değildi. Her ne kadar buna çabalıyor olsa da, her ne kadar yüreğini yangınını buz kalıpları ile kapatmaya çabalıyor olsa da, buz kalpli biri değildi. Arkada kapıya yaslanarak adama ve bebeklerine bakarak ağlayan yaşlı ebeyi fark etti. Adam bir açıklama beklercesine ona bakınca “Tüm kasabanın havluları burada olsa sonuç değişmezdi maalesef. Çok kanaması vardı daha ilk bebekte. Kendini feda edercesine zorladı ikincisi için, zira o da ölmesin diye.”
Cenaze törenin de kasabanın tanınmış simasının çoğu orada idi. O pek herkes ile bir arada olmaktan haz etmediği için uzaktan töreni izliyordu. Bebekler halalarının kucağında idi. Bu sefer temiz kundaklanmış görünüyorlardı ama kundakları siyah tüllerle sarmışlardı. Tören düzenine uysun diye ne ucuz bir görüntüydü bu. Mezar kapatıldıktan sonra komşusu tepelenmiş toprağın dibine çömeldi ve hafif yağan yağmurun yumuşattığı toprağa ellerini daldırdı ve öyle kaldı. Kollarından tutup onu da alıp götürmeyi denediler ama toprak pranga gibi bileklerine geçmiş onu bırakmıyordu sanki. Israr etmeden bir süreliğine onu orada bırakıp gittiler.
Mezar başında elleri ile toprağa saplanmış adama yaklaştı. Kendi geçmiş halini izler gibi şaşkındı. Tepelenen toprağın diğer tarafında komşusun tam karşısında o da çömeldi. O da ellerini toprağa gömdü. Ellerini aşağıdan tutup çeken biri vardı sanki. Komşusuna bakmıyordu. Yağmur gözyaşlarını saklasa da göstermemek için hala çabalıyordu buz adam. Komşusu onun inlemelerini fark etti ve ona şöyle seslendi;
“Sen mi yoksa ben mi daha çok acı çekicem. O kızlara nasıl sarılacam? Senin kadınını bir duman aldı götürdü. Ben kadınımı götüren evlatlarımla nasıl yaşıycam?”
Adam duyduğu sözlerle toprağın altında ellerini tutan ellerin geri çekildiğini fark etti ve misyonu varmışçasına kendini toparladı. Ayağa kalkıp adamı iki yakasında çekerek topraktan söktü. Köksüz bir ağaç gibi ellerinde sallanan adamı daha da hırpalar şekilde sallamaya başladı. Adam kendini bırakmış başı düşük bir buğday dalı gibi sallanıyordu. Bunun yeterli olmayacağını anladı ve bir elini yakasından çekerek adama sağlam bir tokat oturttu. Öyle vurmuştu ki komşusuna, diğer yakası da elinden kurtuldu ve adam cansız bir kütük gibi yere yığıldı. Onu iki yakasında tutup tekrar kaldırdı ve burnunu burnuna kadar getirerek gözlerine gözleri ile haykırdı.
“Sen kızlarında her gün onu göreceksin ve onun saçlarını okşayabileceksin. Ben ancak toprak beni çağırdığında ona kavuşabileceğim.”
Komşusu daha inlemeli ağlıyordu ama tokatın acısı ile değil, gerçeği kabullenemediği için. “Hayır, hayır” diye geveledi. Adam bunun üzerine bir tokat daha yerleştirdi bunu adeta arzu eden komşusuna. Yere yığılan komşu ağzı kan içinde yerden adama doğru haykırdı bu kez.
“Ben o bebeklere dokunamam. Onlara masallar okuyamam. Saçlarını tarayamam. Ben bittim. Ben yokum ki.”
Adam çömeldi ve daha duygusal bir sesle komşuna konuştu.
“Sen kadının seni hoş karşılasın diye, o bebeklere bakacaksın. Onları seveceksin. Sonra onlar büyüdükçe senin yaralarını saracak. Sonra onları, onlar seni seviyor diye seveceksin. Ama şimdi kadının ödediği bedelinin hakkını vereceksin. Erkek olacaksın ve bu bedelin altında kalmayacaksın.”
Her kelimesi nedense zihnine kazındı zavallı babanın. Donup kalmış bir ifade vardı yüzünde. Biri onu almasa öyle kalacaktı sanki oralarda yıllarca. Adam sözlerin yerine ulaştığını fark edercesine gülümsedi ve ayağa kalkıp komşusuna elini uzattı. Komşusu ona elini uzatacak gücü bile bulamıyordu kendinde ama toprakta onu itiyordu sanki adama doğru. Çamurlu elleri öyle kuvvetlice birbirini tuttu ki komşusu tarifsiz bir güven içinde kendini hissetmeye başlamıştı. Sanki ölmüş babası yanındaydı.
Şimdi ormanda kara bir puma gibi çukurun başında çökmüş bekliyordu. Ay ışığı sadece yeşil gözlerini parlattığı için kara bir puma görüntüsünde elleri ve dizleri üzerinde çökmüş duruyordu. Bir pumayı ancak açlık avlanmaya, öldürmeye yöneltir. Ama o hiç de aç değildi can alırken. O zevk için de öldürmemişti, intikam için de değildi. O mecburdu. Hayatını önemsediği için mecbur değildi. Sadece mecburdu. Tüm kasabanın gizemli kendi halinde bir adam olarak bildiği bu huysuz ve hırçın adam, şimdi bir puma edasında pençelerinde kan izlerine bakıyordu. Ama puma gibi yalanarak onları temizleyemeyecekti. Gerekte yoktu aslında.
11 Şubat 2018
Kır Çiçekleri
Nereye kadar kaçabilecem ki diye
düşündüm bir an, sonra önemsiz, olduğu yere kadar dedim. Savaşın ortasında,
askerleri göğüs göğse çarpışan bir ordunun generali misali, komutanlarım ile
cepheyi o yüksek tepeden izlerken, birden onların o şaşkın bakışları altında
bindim atıma ve kaçıyorum. Kaçış ölümden mi, değil tabi ki. Ölüm kurtuluş bizim
gibi yaşamı koca kayba dönüşenlere.
Hastanenin otoparkındayım, üstüm
ince üşüyorum, arabamın nerde olduğunu hatırlamıyorum, zaten anahtarı da
yanımda değil ki. Bir an kaçış yersiz, kaçamıycan zaten diye iç sesimi duyuyor
ve onu dinleyerek olduğum yerde kaldırıma çökerek oturdum. Çok emindim oysa. Onu
kurtarabileceğimden çok emindim. Evet tümör beyinde çok sinsi bir yere
yerleşmişti. Vatan edinmişti orayı, bayrağını çekmiş, hakimiyetini kurmuştu. Yaklaşanı
yakarım, hatta kendimi de yakarım burayı da yakarım tarzı vardı. Filmlerini onca
gören meslektaşım çok geç, risk büyük, başarı çok düşük gibi açıklamalarla tedavi
etme teşebbüsüne girişmemişlerdi. Bana geldiğinde ise ben neden kabul ettim. Neden
ettim? Esasında biliyorum neden kabul ettiğimi. Benzersiz bir metodum var diye
değil, ben en iyisiyim, onlar yapamaz ben başarırım, kariyerime de altın harflerle
yazarlar da değil. Para değil. Ün değil. O zaman neden kaybetmenin mutlak olduğu
bu savaşa girdim ki.
Çünkü gözleri yaşam doluydu. Hiç erken
sönecek fenerler gibi bakmıyordu. Işıl ışıl parlıyordu. Bukle bukle kumral
saçlarını parmağına dolayarak çekinerek sormuştu: “Herkesin korktuğu sonuçtan
ben korkmuyorum. Rica etsem siz de benim kadar cesur olur musunuz, lütfen?” Sessiz
kaldım, onlarca doktor gezmiş raporları masamın yanına bıraktım ve ayağa kaktım,
masanın önüne geçerek, onun karşısındaki sandalyeye oturmuştum. Gözlerimden gözlerini
hiç ayırmadan ellerini bana doğru uzattı. Koşulsuz uzattım bin bir ameliyata
binlerce neşter tutan ellerimi ona. Sımsıkı tuttu genç elleri ile. Sonra kendisini
sandalyenin biraz daha önüne getirerek bana daha yakından bakarak beni bugüne
getiren şu sözleri söyledi; “Doktor, hadi söyleyin, sizce mezar taşı yazımı mı
hazırlamalıyım yoksa gelecek bahara aşk dolu girebileceğimi mi hayal etmeliyim.
Bana ne tavsiye diyorsunuz, siz son durağımsınız, kaderim öyle fısıldıyor, ne
dersiniz?”
İstemsiz ellerimi çekmek istedim
geri ama bırakmadı, cevabı vermeden ellerini geri alamazsın gibi bakıyor,
dudaklarını sıkarak son sözümü söyledim, şimdi sen konuşacaksın diyordu sanki. Ama
bu haksızlık, neden benim sorumluluğumda, tıpın yetemeyeceği bir şey için neden
ben sorumlu olacağım ki. Ama benim kaçamak bakışlarıma o hala öyle sevgi ve
yaşam dolu bakıyordu ki dilim şişmişti sanki ne konuşabiliyor ne de rahat nefes
alabiliyordum. Farkındaymış gibi bir eli ile elimi bıraktı ve masanın üstünden
aldığı kâğıt mendil ile alnımda stresten biriken teri sildi. Gülümseyerek neşe
ile; “Sen bu tümörle boğuşurken silemem alnını bilgin olsun, malum öbür tarafın
kapısını bir çalıp geri geleceğim. Zile basıp kaçan mink haylazlar gibi. Yakalanmadan
geri geleceğim değil mi doktor?”
Ne oldu peki. Değişmezler değişmedi
tabi. İlk iki hamlede alt etmiştim o lanet tümörü ama sekiz kollu ahtapot gibi sarılmıştı
beyinciğe. Sadece tek ve en güçlü kolu kalmıştı yenmem gereken. Ona hamleyi
yapmak üzere neşteri yaklaştırırken, bukleli güzelimin o an kapının zillerini
basıyor olduğunu hayal ediyordum. Onu geri çağırmalıydım hemen, yakalanmadan
minik bir haylaz gibi. Daha neşteri değdirdim değdirmedim gözümü refleks olarak
kapatmak zorunda kaldım. Zira sicim gibi kan yüzüme doğru fışkırmaya başlamıştı.
“Daha dokunmadım ki” gibi bir şeyler mırıldanırken kanı durdurmak için tüm ekip
müdahaleye başladık ama yok, ısrarla fışkıran kan, “sen misin bana meydan
okuyan, hadi durdur, hadi durdur” seslenişi ile haddimi bildiriyordu adeta. “Hastayı
kaybediyoruz”. Acil servislerdeki müdahalelerde duyduğum bir cümle ama kendi
ameliyatlarımda ilk kez duyuyordum. Neden. Çünkü kime meydan okuduğumu fark
edemedim. Nabız işaretlerine baktığımda atan kalbi gördükçe onun gözlerinin gülerek
ekrandan bana yansıdığını görüyordum. Nabız düşmesine ve her tür müdahalemize
rağmen, ekrana baktığımda daha içten gülümsüyordu hayal de olsa. “Doktor, onu
kaybediyoruz…”
İşte yenik komutan olarak
kaçtığım an o an. Nabzın sıfır olduğu anda gülerek bakmayacaktı o ekran
yansımasında. Ekranda göreceğimden korkarak, onun ilk kez bana pişmanlıkla
bakacağını sanarak kaçtım.
Çökmüş onun zile basıp kaçarken
yakalanmış hayalini düşünüyordum ağlarken. Zihnim de o sahne aynen şöyle
canlandı. Bütün yolların bir büyük yola bağlandığı ve büyük yolun ufkunda da
yüksekliği belirsiz bir kapının bulunduğu bir yerde geziniyordu bizim bukleli
güzel. Gülüşerek koşuştururken kapının ihtişamlığına kapılarak durakaldı. Adım adım
sanki oraya çekiliyormuş gibi ilerliyordu. Kapının eşiğine geldiğinde zili
aramaya başladı. Ben çığlıklar atıyordum sessizce, “Basma o zile, geri dön…” Sanki
duymuş gibi irkildi ve geri dönüp beni görüyormuş gibi bakmaya başladı. Zihnimde
ki bu sahne öyle gerçekti ki, onu elinden tutup geri çekmek istiyordum; “çalma
kapıyı belki açmazlar ve seni almazlar içeri çalmazsan.” Koca doktordan çocuksu
bir istek hayatın gerçeğine karşı. Gözleri dolmuş ne kadar güzel gülümsüyordu. Bu
bir vedaydı. Bana üzülme der gibi, sonucunu biliyor olmasına rağmen zile bastı.
Daha çok ağlıyor ama daha çok da gülümsüyordu. Şimdi o kapı açılacak ve o geri
dönemeyeceği yere girecekti. Ama zil duyulmadı mı ne? O da şaşkın bir daha bastı
daha uzunca. Kapı olduğu yerden söküldü ve yükselip yok oldu. Kırlarda rengarenk
çiçeklerin arasında idi şimdi. Her yönü
aynı görünüyordu. Yemyeşil kırlarda rengarenk çiçekler. “Bak bahar geldi” diye
neşelendi çocukça. Baharı görmek istiyordu ve görmüştü işte. Ama nasıl olabilir
ki? Tanrım yoksa, yoksa? Elimi uzatsam tutabileceğim mesafe de yaklaştı bana
elinde kır çiçekleri; “gelip beni buradan almayacak mısın, bak sana bunları
topladım…” Delicesine koşuyordum hastaneye, sadece o çiçekler zihnimde,
koşuyordum.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)