Yalnız yaşadığı adadaki evinin kış bahçesinde en keyifli vakitleri, bahar geldiğinde geçirirdi. Nargilesini hazırlar, elektrikli kahve makinesini uzatma kablosu ile oturduğu masadan kalkmadan alabileceği yakınlıkta bir sehpaya koyardı. Masadan kalkmamak için kiloluk çekilmiş kahve paketini de sehpaya koyar, arada sadece makineye su eklemek ya da bir şeyler atıştırmak için kalkardı ve o bu zorunlu masadan kalkışları mümkün olduğunca ileri atardı. Çünkü ne zaman babasından kalan yadigâr daktilosunun başından kısa bir ara için bile kalksa, onun hazine adası olan kış bahçesinden tüm kahramanlarının, tüm karakterlerinin kaçıp gittiği hissine kapılır, onları, narin bir kelebek ağıyla, küçük bir çocuğun bitmek bilmez enerjisiyle hiç durmadan kırlarda kovalayıp tek tek yakalaması ve incitmeden zihnindeki o ince camlı kavanoza tekrar koyması gerekirdi.
En az üç kış geçmesine rağmen hiç silinmemiş olan kış bahçesinin çamurlu camları, ağaçlardan düşen kurumuş çiçekler ve ufak dal kırıkları baharın taze ışıklarının tüm tazeliyle ona ulaşmasını engelliyordu. Bir de özellikle hiç pencere açmadan içilen nargile dumanının içerden camlara kattığı sevimsiz, sarıdan kahverengine giden nikotin dalgaları vardı ama o tüm bunları kendisini güneşten koruyan bir tente olarak görür keyfini hiç kaçırmazdı. O, herkese yazmak harici yapılması gereken her şeyi neden yapmadığına dair çok mantıklı açıklamaları yapabilirdi. Buna camları neden temizlemediği de dahildi, çünkü zaten onun işi de tam olarak buydu, kelimeleri sadece kendi istediği gibi kullanmak…
Genç ve bekar bir yazar olarak, uyku ve bazı temel ihtiyaçları haricinde tüm vaktini o daktilo başında geçirir ve gidemediği tüm mekanları, öpemediği tüm kadınları, göremediği tüm şehirleri o kış bahçesinde “y” tuşu tam basmayan eski daktilosuyla canlandırırdı. Tüm tanıdıkları ve komşuları tersini düşünüyor olsa da o, ona göre olabilecek en sosyal adamdı.
Bazen yazmaya kendini öyle kaptırırdı ki, kelimelere daktilosuyla yetişmek imkansızlaşırdı. Ama ne hızda yazarsa yazsın kelimelerinde “y” harfi geldiğinde o tuşa daha hızlı basmayı hiç atlamazdı. Öyle bir otomatikleşmişti ki bu “y” harfine hızlıca basar, aynı anda hem kâğıda tam geçip geçmediğini göz ucuyla kontrol eder hem de bunları yaparken asla yazmaya ara vermezdi. Bir süre sonra artık bundan ayrı bir keyif almaya başlamıştı. Artık özellikle yazdığı hikâyenin içine “y” harfi olan daha çok kelime kullanır olmuştu. Tuhaf bir şekilde hissedebiliyordu ki daktilosunun taktık “y” harfi onun hikayesine beklenmedik farklı bir derinlik katıyordu. “Yasemin” de hikayesine böyle katılmıştı işte. Yasemin o cam kavanozdaki beyaz kelebeklerden biri değildi; onun rengârenk ve daha büyük kanatları vardı. Genç yazar daktiloyla her Yasemin yazışında “y” tuşuna hızlıca vuruyor, kelebek rengarenk kanatları ile kış bahçesinin içinde konduğu yerden havalanıyor ve başka bir yere usulca tekrar konuyordu. Kavanozundaki tüm beyaz kelebekler, Yasemin’in güzelliğinin esaretine kapılmış, onla beraber havalanıp onun yakınında bir yerlere konmaya çabalıyorlardı. Kısa zaman içerisinde Yasemin yazarın zihninin tüm dizginlerini ele geçirmişti ve hikayedeki tüm kişilikleri istediği gibi dört nala koşturuyordu. Yazarın her “y” tuşuna hızlı basışında gelen o farklı ses, Yasemin’in arkasından gelen tüm kelimeleri adeta kamçılıyordu. Genç yazar artık Yasemin’in kölesi olmuştu. Onun kendisini ansızın terk etmesinden korkuyor, bunu belli etmeden hikâyesinin içinde ona her türlü riyakarlığı yapacak övgüler yerleştiriyordu. Her ne kadar bunun hikâyesinin gerçekçiliğini zedeleyeceğini bilse de bundan kendini alıkoyamıyordu. Çünkü artık o hikâyeyi anlatan kurgulayan Yasemin’di. O ise sadece Yasemin’in söylediklerini kâğıda döken bir aracıydı. Her “y” harfine basışında o malum kamçı sesini kendi zihninde duyuyordu.
Günlerdir tıraş olmamış ve banyo yapmamıştı. En son ne zaman yemek yediğini bile hatırlamıyordu. Açlıktan midesi yanıyor olmasına rağmen açlık hissi de yoktu. Harap bir haldeydi. Hikâyeye Yasemin katıldığından beri nerdeyse yirmi gündür kısa kısa kestirmeler haricinde hiç durmadan yazıyordu. Vücudu bir şekilde bu tempoya dayandı ama daktilosunun şeridi hızlı vurulan yüzlerce “y” tuşuna dayanamadı. Kâğıt kaydırma kolu da tutukluk yapmaya başlamıştı.
Mecburi ara verme kararı aldı genç yazar. Zaten hikayesinin finaline çok yaklaşmıştı ve belki araya biraz zaman koyması hem zihnine hem de bedenine iyi gelecekti. Evi Heybeli adada, tepedeki yarı yıkık kiliseye çok yakındı. Adada yaşıyor olmasına rağmen az olan ada halkıyla pek karşılaşmayı sevmiyordu. İskele civarındaki mini çarşıda bulunan marketin çırağı, her Çarşamba bisikletiyle onun haftalık ihtiyaçlarını düzenli olarak getirirdi. Kısa ama sabit olan alışveriş listesine nadiren telefonla ekstra isteklerini ekletirdi. Çoğu zaman Çarşamba gününün geldiğini ancak çocuğun bisikletinin zilini duyduğunda fark eder ve içinden istemeyi unuttuğu şeyler için kendi kendine kızardı.
Adada daktilosunu tamir ettirebileceği kimse yoktu. Marketin çırağı hafta arası yoğun olmayan zamanlarda öğlen bir motorla Sirkeci’ye geçip ufak bir bahşiş karşılığı yazarın hususi işlerini onun için hallediyordu. Bir yıl önce de son yazdığı romanını- başka bir kopyası olmaksızın -hiç tereddütsüz postalaması için bu çırağa emanet etmişti.
O Çarşamba çırak “geldim” diye bisikletinin zilini çalmamıştı çünkü genç ve yeni tıraş olmuş güleç yüzlü yazar zaten onu evin girişindeki basamaklarda oturmuş bekliyordu. Daktilosunu eski gazete kağıtlarıyla sarmalamış zar zor bulduğu bez bir torbanın içine yerleştirmişti. Ergen çocuğun getirdiklerini teslim aldıktan sonra ona ufak bir bahşiş verdi. Sonra bir miktar parayı ve daktilonun tamir edileceği Sirkeci’deki adresin yazıldığı kâğıdı cebinden çıkarıp çocuğa uzattı. Adresin altında büyük harflerle “mürekkep şeridi değişecek” ve “kaydırma kolu tamir” yazmıştı. Çocuğa kâğıdı oradaki ustaya verirse gerekeni onun yapacağını ve ücretin üstünün de onda kalabileceğini söyledi.
Saatler geçmek bilmiyordu. Kendisinde hiçbir kopyası olmayan romanını bile yolladığında bu kadar stres olmamıştı. Yasemin’in onu mum ışığı ve kırmızı şarapla bezenmiş iki kişilik masada beklediğini ve durmadan saatine bakarak “Nerde kaldı bizim bu yazar?” diye sızlandığını düşünüyordu. Vuslat ancak daktilosu gelince gerçekleşecekti. Akşam üstü basamaklara oturmuş çocuğun bisikletinin rampadan çıkarak geldiğini görmek için sabırsızlanıyordu. Dik rampayı pedalları ağır ağır çevirerek çıkan çırağı gördüğünde sevinçle ona doğru yokuş aşağı koşmaya başladı. Çocuk onun kendisine doğru koştuğunu görünce daha fazla pedallara asılmayı bıraktı ve durdu. O gelinceye kadar sepetteki bez torbayı alıp bisikletini yere yan bıraktı. Genç yazar çocuk uzatmadan elinden torbayı alıp sarıldı ve hiçbir şey söylemeden yukarı kış bahçesine doğru yürümeye başladı. Nargilesinin korunu yeni koymuştu. Sonra o dehşet sözleri duydu arkasından seslenen çocuktan; “Şerit ve kol tamam. Hatta “y” harfini de değiştirdi usta. Artık takılmazmış. Öyle dedi.”
Genç yazar dondu kaldı orda. Ergen çocuk dönüp ekstra bir teşekkür edecek diye düşündü ama öyle olmadı. Asla da anlam veremedi zaten o dakikadan sonra genç yazarın yaptıklarına. Hatta biraz panikle bisikletini alıp aşağı doğru hızlıca sürüp oradan uzaklaşmaya çalıştı. Çünkü torbadan çıkardığı daktiloyu yerden yere vurmaya başlamıştı yazar. Daktilonun dağılan parçalarını sağa sola tekmeliyor ve ağlayarak çığlıklar atıyordu. Yasemin masadan kalkıp gitmişti. Mumlar yana yana sönmüştü, şarap kadehleri yere saçılmıştı. Kış bahçesinin camları karardı, karardı, hiç ışık almaz oldu.