Deneme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Deneme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Haziran 2020

Siz de ilizyonist misiniz?


Günümüzde bir liderden beklentilerde büyük değişimler oluştu. Rekabet etmek için başvurulan temel güç artık bilgi veya tecrübe değil maalesef. İnsanları etkilemek ve arkandan koşturabilmek sadece bir algı oyunu olabiliyor artık. Olduğundan çok farklı algı oluşturmak için gereken tüm malzemeler teknolojinin yeni nimetleri olarak hayatımızın içinde. İş dünyası artık bir şov dünyasına dönüştü. Gerek liderlikte gerekse markalarda, şovunu en güzel ve farklı yapan kendini öne çıkartabiliyor.
Markalardan istenilen kalite ve özgün olmaktı. Bugün ise, şovu, duruşu ile tüketiciyi cezbedebilen bir marka, kaliteli hizmet ya da ürün faktörünü çok daha arka plana atabiliyor ve bunu hiçbir tüketici yadırgamıyor.
Gelecekte markaların gücü bu ilizyon sanatını icra edebilme yetenekleri ile paralel olacak maalesef. Evet, marka liderleri artık, toplumları radikallikleri ile arkalarından sürükleyen kişiler değiller. Onlar bugünün şov sanatını kullanarak, oluşturdukları algılarla tüketici hipnotize etmek derdindeler. Her yapılan hipnozun etkisinin azalmasına yakın daha güçlü bir ilizyon gösterisi ile tekrar sahneye çıkıyorlar.
Steve Jobs bir ilizyonist değildi. O bir sosyolog ve fütüristti. Hümanist ve radikal bakışı ile tüm dünyayı büyüledi ama bu büyü bir ilizyon değildi. Yaşamlara dokundu, kalplere dokundu, beyinlere dokundu ürettiği ürünlerle. Ama bugün tüm mobil telefon piyasası (Apple da dahil) onun arkasından sadece ilizyon numaraları ile tüketiciyi cezbetmeye çabalıyorlar; muhteşem lansmanlar, ünlü marka yüzleri, hayatımıza kolaylık katmayacak ek hizmetler, değişik reklam mecraları ile tüketicinin algısına hükmetmeye çalışıyorlar.
Eskiden bir marka, bir kategoride en iyi ve kaliteli ürünü yaptığı için marka olurdu. Pazar gücü ürün gücü ile orantılıydı. Bugünün liderlerinin aklına yeni bir ürün fikri geldiğinde, üretim aşamasından çok onu nasıl pazarlayıp patlatabileceklerine kafa yoruyorlar. Ne kadar kısa sürede ne kadar çok adet satabiliriz ona kafa yoruyorlar. Neden kısa zaman, çünkü ilizyon etkisi geçmeden arzu ettikleri rakamlara ulaşabilmek için.
Burada yanlış olan günümüzün pazarlama şartlarına uymak değil aslında. Şovsa şov, ilizyonsa ilizyon. Kar ve büyüme varsa devam diyeceksiniz, haklısınız. Ama burada atlanılan konu şu; bir şirket, tüm ticari akışını ilizyon üzerine kurmuşsa, kendi içindeki çalışanları ve yöneticileri de bireysel kariyer yollarında aynı tarzı benimsiyorlar ve şirketler bünyelerindeki en iyi ilizyonistleri, en başarılı liderler veya yöneticiler olarak algılıyor ve ödüllendiriyor. Rakamları olan ama bireysel olgunlukları olmayan yönetici sürüleri ile doluyor tüm pazar. Üretkenlik, orijinalite ölüyor zaman geçtikçe. Soru şu, siz de bu ilizyonistlerden misiniz yoksa onun takımı olan şov ekibinin istekli veya isteksiz üyesi misiniz?

27 Haziran 2020

Sus artık

   
Umutsuz insanlar da gereklidir hayatta. Herkesin her şeye olumlu baktığı bir toplumda kimler kimleri güdecek söyler misiniz? Köprüden atlama karanlığına ulaşacak kadar olmasa da, gölgeler içinde yaşayabilir bir insan. Hayat sadece kırlarda gezecek ve bulutları seyredecek aydınlık sahnelerden oluşmuyor ve oluşmamalı da zaten. 

Herkes birilerine pembe dünyalar vaat ediyor ve “gerçekten isteyin yeter” klişesiyle de kaşeliyorlar sözüm ona bu olumlamalarını. Bu tarz insanlar zifiri karanlığın içine düşmemişler henüz. O karanlığa düşün, zifte bulanmış olarak bakın bakalım güneşe ne göreceksiniz. O karanlığa düşenler o karanlıkta kalırlar ve o renksiz gri dünyada usulen nefes alıp verirler. 

Olumlama yapanlara soracaksın; ne derece karanlığa düşmüş daha öncesinde. Gri hayat sahnesi bile çıkmaz anlattıklarından emin olun. Zira gerçek karanlığa düşmüş kişinin, kimseye olumlama meramı da olmaz. 

Ucuz bilge adam görüntülerini bırakın artık. Eskiden bilgi kitaplardaydı, kitaplar da kütüphanelerde. Şimdi insanlar, hafızalarına bilgi yüklemeyi hamallık görüyor doğru veya yanlış. Zira istediği her bilgiye saniyeler içerisinde ulaşabiliyor. Yani sizin bilgeliğinize kimsenin ihtiyacı yok. On sene önce, best seller olmuş birkaç marketing veya kişisel gelişim kitabı okumuş olmak size uzman görüntüsü verirdi. Artık vermez, üzgünüm. 

Söylenmemiş söyleyecek bir şeyin var mı Arkadaş? Süz bakalım kendini var mı? Yoksa, sus artık. Sus ve haddini bil. 

07 Ağustos 2016

Duruş


Hoşuma gitsin gitmesin, adamın bir duruşu var ise, benim için toplumsal güdülerle hareket eden sürünün dışındadır kendisi. Duruş sergilemek öncelikle cesaret işidir. Dürüstlük ister. Kişinin kendini olduğu gibi kabul ettiğinin yegane gösterisidir. Çevresinin onu değerleme ve bir sınıfa monte etme endişesi taşıyanlar, istikrarlı bir duruş sergileyemezler. O yanar döner hal ne acizliktir.

Esasında duruşun istikrarı da olmaz. Çünkü kişi genel davranış ve tepkilerinde istikrarlı bir tavra sahip değilse, zaten bir duruşu yok demektir. Duruş ben buyum ve bu olmaktan utanmıyor ve korkmuyorum diyenlerdedir. Eminim ki bu cümleleri okurken, içten kendinizi sorguluyor ve duruşum var mı diye gelen iç sesini duymamaya çabalıyorsunuz. Diyeceğim o ki, olduğunuz kişi olmaktan memnun iseniz, aynadaki size saygı duyuyorsanız, duruşunuz sizden kontrolsüz dışarıya hologram bir bedeninizmiş gibi yansıyordur. O yok ise, onu rol ve ikna yeteneğiniz ile çıkartıp sergiye sunamazsınız maalesef.

İnsanlar bir arada yaşamak ve paylaşmak üzere planlar yaparlar. Ama birliktelik ihtiyacı, bir lideri takip etmek gerekliliğini de getirir. Liderler, lideri olmaya soyundukları grubun özelliklerine göre donanımlıdırlar. Gerek siyah deri giysileri ile gezginlik yapan, metal müzik dinleyen motor sürücülerinin lideri olsun, isterse fakir ve evsiz kişilere yardım toplayan bir sivil örgütün lideri olsun; ikisinin de liderlik donanımları ve gruplarını etkileme ve motive etme şekilleri birbiri ile benzersizdir. Ama as olan, iki liderinde çevrelerinde beğenilen ve onaylanmış bir duruşları vardır.

Duruş sadece liderlerde olur demek istemedim. Lider olanlar ancak bir duruşu olanlar içinden olabilir diyorum. Ama liderlik misyonu olmayan bir şahsiyet de, kendi aile ve arkadaş çevresine karşı, bir duruşa sahip olma sorumluluğunun farkında olmalıdır. Her birey, en azından, kendi çekirdek ailesinin lideridir ve çocuklarına karşı, bir baba yada anne olarak gurur duyduğu bir duruşu sergilemekten çekinmemelidir. Çocukları tarafından istikrarsız bir duruşla yargılanan anne babalar, çoğu zaman çocuklarını haddini bilmez hükmü ile cezalandırır. Oysa sorgulaması gereken, onlara karşı gerçekten bir duruş sergileyip, sergilemediğidir. Çocuklar uydurmazlar, sadece yansıtırlar. Onlar bizim yansımamızdır. Ama yetişkin olmayı olgun olmak sanan bizler, ne kadar ham kaldığımızın bize çocuklarımız tarafından yansıtılmasını pek hazmedemiyoruz öyle değil mi?

Şimdi, yaşınız kaç olursa olsun, ödeyeceğiniz her türlü bedeli göze alarak, duruşunuzu sorgulayın. Duruşunuzu taçlandırın, ve çevre değerlemesi korkusunu aşarak, duruşunuzu ışıklı bir reklam tabelası gibi sergilemek için her fırsatı değerlendirin. Göreceksiniz, insanlar, duruşunuzu değerlemekten çok, bir duruşunuz olmasına saygı duyacaklar. Yeter ki siz olduğunuz size saygı duymaktan ve övünerek bunu sergilemekten geri durmayın.


12 Temmuz 2014

Zamanı Geldi


"Kimsin?" dedim. Ses vermedi. "Kim olduğumu biliyorsun" dercesine bakıyordu derince. Rahatlığı beni rahatsız ediyordu ama haykıramıyordum. Gitmesini istiyor ama git diyemiyordum. Yüzündeki tebessüme sevinmeli miydim acaba? Kızgın bakmıyordu en azından; ne kadar da kendinden emin. Nasıl olur da koşulsuz onla geleceğimden emin ki bu denli rahat davranıyor?

"Vakit var mı daha?" derken kendi sesimi ben zor duydum ama o cevabı sözüm biterken anında verdi keskince; "Yeterli vaktin oldu." Başka soru istemez bir ses tonu ile gelen bir cevaptı bu. Zaten bende de ne başka soru var ne de direnme çabası; sadece bir ürkeklik bilinmezliğe dair.

Ayaklarımdan kan yukarı çekiliyor sanki. Tüm benliğimi bir şırınga ile bir tüpten çekiyorlar gibi. Bedenim gitgide boşalıyor, hafifliyor. Arada direnir gibi olduğumda daha şiddetli çekiliyorum içimden içeri. Onu göremiyorum artık ama onun cebinde duran emanet gibi hissediyorum kendimi. Uzun bir koridorda diğer uca doğru hızlıca ilerliyoruz; bende geride bıraktığımız noktaya bakma çabaları ama nafile. Birileri bedenimin başında tanıdık ama eskisi kadar değil. Peki bedenim orada ise beni kim nasıl nereye götürüyor? Yoksa, yoksa o gün bugün mü. Allah'ım...

Yaradanın isimini söylediğim an sallandı sanki tüm evren. Hem güvendeyim duygusu hem de çocukça bir ürkeklik büyük bir hata yapmışcasına.

Ondan geldin ona döneceksin. Bunu biliyordun. Artık yok geri dönüşün. Şimdi bir umut bekliyorum hoş karşılarlar beni diye.Tüm hayatım bir satır kadar kısa ve ezberimde her nasılsa. Silmek istediğim dakikalar var ama onları anımsadıkça daha da belirgin ortaya çıkıyorlar. Görünmesinler diye utanarak anımsamamaya çalıştıkça daha da belirgin yüzümü kızartanlar. Utanıyorum; çok utanıyorum.

Nasıl? Tabi tabi, benim o. O yuvadan düşen güvercin yavrusunu alıp yuvasına koymak için onca çabalayan. On beş yaşımda mıyım? O kadar olmuş mu, dün gibi. Sanki başım okşanacakmış ve bir aferin gelecekmiş umuduna nasıl sarıldım o ana şimdi. En azından utancım azaldı biraz. 

Neden bir ömür ağaçların altından yürümedim ki? Neden bir ömür tüm yuvalarından düşen kuş yavrularını yuvalarına  tekrar bırakmak hayat gayem olmadı? Nasıl atladım bunu? Nasıl vazgeçmişim bu hazdan ve bu ödülden? Nasıl? Nasıl?


24 Haziran 2014

İroni


 


Güneş hayatın kaynağıdır. Toprak ve suya işlevini 
verendir. Dünyada tüm kaynaklar var iken, hayat kaynağının milyarlarca kilometre dışarıdan geliyor olması ne ironiktir. 

Tıpkı insanoğlunun, her şeye sahip olduğunda huzura da sahip olacağı yanılgısı gibi. 

"Güneşini bulamadıkça, toprağın da suyun da yaramaz sana."

Rüzgarın şiddetini ağaçlar yıkılınca algılarsak, öldürülen çocukların vahşetini de ancak dünya yıkıldığında algılayacağız.

Vahşet,katliam,infazlar...

Bu yakanın maddesel bağımlılığı o yakanın acı ve vahşet dolu ölümlerine neden oluyor. Ruhen körelen toplumlar, refahı, "sahip olmak"ta ararlarken, aciz masumların yok olmalarına neden oluyorlar.

Bizler, sahip olmak kavgası içinde iken onları "var olmak"tan alıkoyuyoruz. Eğer bir kişi sahip olmak güdüsünden vazgeçerse, bimediği diyarlarda , tanımadığı masum ve kimsesiz bir çocuğa var olma ve var kalma  şansı vermiş olacaktır.

Hayat almak da, hayat vermek de bizim kararımız. Biz bizden vazgeçebilirsek, kulağımıza gelmese de  yüreğimize dokunan binlerce duaya ulaşabiliriz.

Gelin, masumların katili olmaktan vazgeçelim. Katil olacaksak, kendi egomuzun katili olalım.


26 Mart 2014

Israrın Zararı



Denenmişleri denemekten vazgeçemezsin bazı zamanlar. Tüm atasözlerini duymazdan gelir bir umutla tekrar denersin.
 
Değişmez yasaların senin için hususi değişeceğini umut ederek bir daha denersin. Şeytanın bacağını kıracağım diye betimleyerek bir daha denersin. 
 
Tüm dostların yeter artık dese de bir daha denersin. Göremediğini görenler çevrende çok olsa da onları duymazsın ve tükenene kadar umudun kendini azimli diye adlandırarak ısrarcı bir çocuk gibi yine denersin.
 
Oysa bu tekrar denemeler azimli olmandan değil çaresizliğindendir aslında. Alternatifini bulamadığın için elinde olana ısrarla sarılman ve ondan ayrılamaman. 
 
Ulaşamıyorsan istediğine, planlar doğru olsa da sonuçlar istediğin gibi değilse, vazgeçmeyi ve geri çekilmeyi bil. Geri çekilip kendini dinlemeyi ve izlemeyi bil.
 
O zaman göreceksin ki ya inandığın şey tam hazır değil, ya da sen onu gerçekleştirmek için henüz hazır değilsin. 
 
Geri çek kendini ve sessiz kal bir süre. Sadece su ve hava yeter bana bir süre de ve hafifle.
 
Bırak yeni kıvılcımlar canlansın beyninin kıvrımlarında. Yeni gelenin öncekinden çok daha büyük bir balık olduğunu göreceksin.
 
Ve ısrarla denediğin ve istediğinin aslında bu büyük balığı yakalamak için bir yem olduğunu farkedeceksin.
 
İşte o gün sihri çözeceksin. Böylece sükunetin, çığlıklara ve naralara karşı daha gösterişli ve etkileyici olacak. İnan.


16 Eylül 2012

Kadının Celladın Olursa




Teslimiyetin verdiği huzur ne benzersizdir; koşulsuz teslimiyet. İncinme korkusu olmaksızın teslimiyet. Zaten bir endişenin olduğu yerde teslimiyet tam anlamı ile yoktur. 

Kadın olmanın tabiatında vardır teslimiyet. Ama aynı zamanda şüphenin de sık demirlediği bir limandır kadın. Dolayısıyla tam bir teslimiyet gerçek aşktır diyebiliriz kadın için. 


Şüphelerin nefes alıp verdiği bir beraberlikte, bedenler birbirine teslim görünse de ruhlar sorgular demlerde yaşar aşkları. Koşulsuz teslimiyeti yaşayamayan ruhlar, buldukları aşk kırıntıları ile avutarak sularlar gönül bahçelerini.

Bir erkek, muhteşem bir teslimiyet ile bir aşk yaşamak istiyor ise, öncelikle sevdiği kadının kalbinde olan tüm şüpheleri yok etmelidir. 


Kadın, erkeğe bir şüphesi varmış edası sergilemeyebilir ama akıllı erkek, kadının doğasında var olan şüphelerin kendisi için geçerli olduğunun farkında olmalıdır. Erkek, kadının bu doğal şüphelerini, onun zihninin derinliklerinden henüz dışarı çıkmadan sezmeli ve kadını tarafından sorgulara çekilmeye başlamadan tavır ve tutumları ile bu şüpheleri bertaraf etmelidir. Zira kadında yüzeye çıkmış bir şüphe artık yok edilemez.

Kadın ancak ve ancak tüm şüphe ve endişelerinde arındığında tam bir teslimiyet ile erkeğine bağlanır. Bu bağlılık ile beraber, kendisini yok sayacak şekilde ilişkisine adar. Bir kadının bu denli verici olması ilişkinin kalitesini ve olgunluğunu tavan yaptırır. Çünkü kadın, tüm ruhu ile ilişkisine ya da ailesine yöneldiğinde, kutsanmış bir mutluluk kalkanı tüm evi sarar ve korur.

Erkek, bu huzuru yakalayabilmek için önce teslimiyet duygusunu kadında yakalayabilmeli, sonrasında da bu huzurun daimi olabilmesi için, sakın ama sakın kendisini teslim etmiş bir kadına hayal kırıklığı yaşatmamalıdır. Zira bu karşısında anaç bir kadın yerine, elinde baltası ile ilişkinin infazını gerçekleştirecek bir cellât belirmesine neden olur ve bu cellât, böyle bir psikolojide hiç tereddüt etmeden baltayı ilişkinin boynuna indirir. Erkeğin hiç bir özürü ve yemini fayda etmez.

Erkeklerin özür dilemeleri veya "bir daha asla" yeminleri ancak kendini henüz tam teslim etmemiş kadınlarda işe yarayabilir. Bir erkek, ilişkisinde istediği konfora, kadına davranışları ile sahip olabilir. 
Ama en konforlusunu istiyorsa, bunu nasıl kaybedeceğini ve kaybettiğinde de ödeyeceği bedeli çok iyi bilmelidir. 

Zira teslimiyet ile beslenen bir aşk, benzersiz bir güce sahip olur, onu yaşar iken vezir olursun ama kaybedince de rezil rüsva olursun. Yaşayan bilir, yaşantanlar da bilir.

21 Haziran 2012

Babası Guasimado olsa bile





Kürtaj; bir son ama aynı zamanda da bir başlangıç. Zira bir kadın yaşadığı kürtaj tecrübesinden sonra yeni bir hayata başlar. Farkında ya da değil, bu her halükarda bir travmadır o kadın için. Unuttum der ama unutmaz bilinçaltı.

Ne şekilde gebe kaldığı, gebeliğine neden olan erkeğin kim olduğu, evli olup olmadığı, maddi durumu, hazırda olan çocuk sayısı, kadının olgun ya da genç yaşta olması gibi birçok neden olabilir kürtaj yaptırmak için. Gerekçe ne olursa olsun, rahimden kazınan cenin, ruhtan kazınamaz maalesef.
Her ne kadar, doğacak bir canın yaşama süreci başlamadan sonlandırılıyor olsa da, bunu cinayet olarak adlandırmak gerçekten ağır olacaktır. Ama kürtaj olayından herhangi bir estetik operasyon ya da dişinizdeki köprü tedavisi gibi bahsetmek de çok abes olur. 

Beden benim, karar benim düşüncesi yanılmadır. Zira kadın kürtaj sırasında bedenindeki bir uzuvlundan vazgeçmemektedir. Vücudunun, koruyucu ve besleyici görevini üslenmek zorunda kaldığı yeni bir hayat alternatifini yok etmektedir. 

Her kadın bu doğurganlığın kutsallığını en derinlerinde hisseder ve mantıksal değerlemelerle  kendi benliğini kürtaj olmaya ikna eder. Eğer bu ikna toplumsal kanıksama ile desteklenmiyor olsa, kadın vicdan muhasebesini asla aşamaz ve kendini tüketir.

Burada kürtaj olmalı ya da olmamalıyı tartışacak değilim. Kürtajı yaşayan her birey ya da her çift bunun muhasebesini kendi içlerinde bir ömür yaşarlar zaten. Med-cezir dalgaları gibi o cenin girip çıkar hayatlarına. Zor anlar, zor kararlar. Zor yükler bunlar ruh için. Ezen, yıpratan, tekrar tekrar dalgaların kayaları dövüp oyduğu gibi ruhu zedeleyen kararlar bunlar. Dönüşü olmayan ve tek şıklı kararlar.

Bir erkek olarak tek bir şekilde kürtajı asla kanıksayamam. O da, evli ya da değil, gebeliğin nedeni olan erkeğe gebe olduğu haberini vermeden, kadının kendi kararınca gebeliğe tek başına son vermesidir. 
Evli kadınlarda kocanın resmi müsaadesi olmadan kürtaj işleminin yapılamadığı malumdur ama gerektiğinde bunu da delebilen doktorlar muhakkak vardır. Bu bir erkeğe, bir kadının yapabileceği en büyük kötülüktür. Erkeğin haberi olamadan kadın bu kararı alamaz. Oldu bunu tek başına yaptı, bundan daha büyük bir günahı kalan hayatında işleyemez.

Rahimden kazınan bir can, o kadar küçük bir parçadır ki, kadın öncesi sonrası bedensel bir fark hissetmez. Ama suçluluk duygusu asla kaybolmaz. Belki dile gelmez, itiraf edilmez. Ama haklı haksız kendini suçlu hissetmek bir katman olur zihin bloklarında.

Eğer gebeliği, beraber olduğu erkek bebek istemiyor diye sonlandırmış ise kadın, o erkeği artık sevmiyecektir. Artık zoraki beraberlik durumuna gelen bu ilişki bir nedenle kesinlikle bitecektir. Kadın kürtajın intikamını ama kendinden ama erkeğinden alır. Alır ama bu iç muhasebe maalesef asla sonuçlanmaz.

Bir kez kürtaj yaptıran kadın, ikinci kez çok zor yatar o masaya. Bir kere gaflete düşmüş ise, dile getiremez, itiraf edemez ama ikinci seferde ne pahasına olursa olsun o kürtajı yaptırmaz. Bebeğin babası Guasimado bile olsa.

27 Mayıs 2012

Havalan'MA


Havalanmak sadece uçak ya da balon ile olmuyor. İnsanoğlu bunların icadı olmadan önce de gayet rahat havalanabiliyor idi. Şimdi de onlarla yâda onlarsız yine havalanmaya devam yüksek irtifalara doğru.
Nedir bu icatlardan daha eski olan ve bizi havalandıran. Biliyorsunuz, sizde de var zaten herkeste olduğu gibi. Ego. Ama hala havalarda değilim diyor iseniz ego uçuş aracınızın benzini yok demektir.

Yoksa araç halen hazırda sizi beklemektedir. Sadece havalanmaya yetecek kadar yakıtı yoktur. Koyun bir yakıtı bak nasıl havalanacaksınız birden.
Yakıt iki türlüdür; ya para ya da şöhret. İkisi bir arada, o da uzay uçuşu olur artik. Yükseldikçe yerçekimi azalır. Oksijen azalır.

Bazen öyle bir noktaya gelirsiniz ki, alçalmak için çok geçtir. Zira artik yerçekimi de yoktur geri dönüş için yakıt da. Öyle kayar gidersiniz uzay boşluğunda.


Mavi yerküreye özlemle bakar olursunuz ondan uzaklaşır iken aheste aheste. Ayağım yere bassa yeter dersiniz neresine olursa olsun. Ama ego havayollarının uçuşları tek gidişlidir, maalesef gidiş dönüş bileti yoktur bu havayollarında.

29 Nisan 2012

ErteleME


Ertelemek. Ruhun kaçınılmaz hastalığı. Ertelemek. Biliyor olmanın bir lütuf değil de artık sana bir yük oluyor hale geldiği vakitlerde başlar ertelemeler.

İrili ve ufaklı binlerce ertelemelere sahibiz hepimiz. Yapman gerektiğini ve zaruretini biliyorsun ama telafi etmek için daha ne kadar zamanın olduğunu bilmeden rahatça erteliyorsun. Hatta bunu çok fazla irdeleme ihtiyacı bile hissetmeden. Bu ne cüretkârlıktır? Bu ne vurdumduymazlıktır.

Ey ertelediği için bin pişman ölüler! Bir kalkın de ses verin biz acizlere. Zira anlamayız biz faniler kürek kürek toprak üstümüze atılmadan.

En büyük kayıp aslında en rahat ertelediğimiz. Ruh çelişik iken kan nasıl düzgün akar damarlarda, kalp nasıl vurabilir aynı ritimde yorulmadan ve beyin nasıl aşabilir bedenin aşamadığı mesafeleri? Ruh çelişik iken, biz nerede arıyoruz huzuru?

Ben bilmez iken cahil idim. Öğrenir iken cesur idim ki erteledim. Ama bilir iken acizim ki erteliyorum.

Sizin hangi ertelemeniz damarlarınızdaki kana komut veriyor. Hangi ertelemeniz, beyninize bir kamçı gibi vurur iken hala gülümsemeye devam edebiliyorsunuz? Hangi ertelemenizin asla dönüşü olmayacak? 

Ey ölüler, hayatta olanlardan daha çok fayda vardır esasında sizlerden bizlere. Bir dillenseniz, tüm âlimler dilini yutar. Sizi duyabilenler asla erteleme cesareti bulamaz kendinde. Bu tüm yaratılışına aykırıdır.

Ey ölüler, bir ses verin ki ertelemeler bitsin bu fani dünyada. Zira sizleri duyan erteleyemez, alim ise de, cahil ise de.

26 Ocak 2012

Yanlış İnfaz


Ne yaparsan yap, ne kadar direnirsen diren, tüm enerjini o yöne akıtmaya çalış, eğer yönün doğru değilse, patinaj çeken kabak bir lastiğe dönüyorsun zamanla.
Bildiğim ve gördüğüm odur ki, asla fıtratının dışında bir hayat yaşamaya ve ideallere ulaşmaya çabalamayacaksın. Oldu, o emellere ulaştın, bedelleri gelenden çok daha fazla olacaktır. Oldu ulaşamadın, kendine hak etmediğin başaramadım damgası vuracaksın ve mutsuz olacaksın.
Sonuçta fıtratının dışında her türlü yaşam, başarılı yâda başarısız gözüken, seni mutlu etmez. İnsanların arzuladığını, kendi arzuların olarak algıladıkça, hayat bir nehir gibi akıp gidecektir asla geri alınamaz şekilde.
Her insanın kendi içinde yaşattığı zarafeti olabilir. Ama bunun değerli olanı ancak dışarıdan diğer insanların algılayabildiği kadarıdır. Beni seviyor ama benim haberim yok, bana değer veriyor ama benim haberim yok, beni takdir ediyor ama benim haberim yok.

Kusura bakmasınlar ama böyle tipleri hiç iplemem. İçinde yaşadığını dışına vermekten korkanlar beni sevmesin arkadaş. İstemem silik, güvensiz kişilikleri. Nedir korktuğun, bilirse şımarır mı? , bilirse başıma kakar mı? Korkak. Hem de ne korkak.

Ben sevdiğimi ve takdir ettiğimi paylaşmaktan hiç korkmam, beni bilen bilir. Çünkü olur suiistimal olursa gönül evimin kapısının dışında bulur kendini hiç farkına bile varmadan. Selam verir, sohbet ederim yine, ama asla sevilmez tarafımdan eskisi gibi ve o anlam veremez belki bu sürece ama korkak olduğu için ne oluyor arkadaşlığımıza diye gelip soramaz da zaten sana. Öyle sıkışır kalır seninle ve sensizlik arasında.

Hiç korkum yok mu? Var tabi. Hem de ne korku. Hak yemek. Bu kadar kendi haklarının dokunulmazlığına ve saygınlığına önem veren bir şahsiyet olarak, bir başkası ile ilgili, haksız yargıdan ve haksız muamele etmekten çok çekinir ve korkarım. Bunu bana nasıl yapabildin ya da bunu bana nasıl söylersin sözü beni bitirir.

İnfazlar çok olur benim hayatımda, zamanı geldiğinde tereddüt etmem ipi çekerim, kim ucunda sallanan diye bakmadan. Ama bu kararlılık beni korkutur çoğu zaman yanlış infaz yapmış olmaktan. Zira çok geç olabiliyor bazen o arkadaşlık ipin ucunda sallanır iken. Çok korkarım yanlış infazlardan, hem de çok .

01 Ocak 2012

İhanet Mahkemeleri



Bir suçlu aramak gerekirse her zaman aldatan suçludur tabi. En azından yürek asla tersini söyleyemez. Aynı zamanda kendi başına gelebilir korkusu ile bu yıpratan ve yıkan olayı, kendi hayatından mümkün olduğunca uzak tutabilmek adına, suçlarsın her zaman için aldatanı.

Cinsiyet gözetmeksizin değerlendirmek gerekir ise, aldatmak bir sahtekarlıktır ve suçlu çarmıha gerilmeli, kızgın güneş altında aç ve susuz bırakılmalıdır. Aldatılan bunu ister aldatan için koşulsuzca.

Ceza kanununda suçun işlenip, işlenmediği as olandır ve hüküm bu karar üzerine verilir. Suçun işlenme nedeni, ancak akli dengesi yerinde olmadığı ya da nefsi müdafaa olması durumunda hüküm verilmesine engel olabilir. Bunun dışında tüm dış etkenler suçun varlığını ve kötülüğünü yok saydırmaz.

Bu durumda aldatan şahıs için, hüküm vermemek için iki gerekçemiz vardır, aklı denge bozukluğu ve nefsi müdafaa. Olayı bir cinayet değil de duygusal bir travma olarak ele alırsak, aklı denge bozukluğunu; duygusal ve cinsel tatminsizlik ve nefsi müdafaayı da; aşağılanma ve onay alamamaya tepki olarak tanımlayabiliriz.

Böyle bir girişten sonra hayalinizde İhanet Mahkemeleri’nin kurulduğunu canlandırmanızı istiyorum. Davalı; aldatan. Davacı; aldatılan.

Aldatan ne şartlarda suçsuz bulunabilir sizce? Aldatılan ne derece, aldatanın bu suçsuz bulunuşunu iç dünyasında kabullenebilir. Düşünün ki mahkeme kuruldu ve sizi aldatan eşiniz ya da sevgiliniz yukarıdaki iki gerekçeden birisini ispatlayarak suçsuz bulundu. ‘Tamamdır o zaman, adalet mülkün temelidir, gel canım tekrar yatak odamıza dönelim.’ mi diyeceksiniz?

Tabi ki bu imkânsız. Çünkü hukuk mantıksal değerlemeler ve karşılaştırmalar ile icra edilir. Ama bir ilişki tamamen duygusal beraberlik üzerine kurulmuştur. Dolayısıyla aldatma sonrası ilişkilerin bitmesi, mantıksal değerlemeler ve eleştiriler sonucu değil tamamen duygusal reaksiyonlar akışında gerçekleşir. Mahkeme kurulamadan infaz gerçekleştirilir.

Bazı ilişkiler de vardır ki, aldatılan, aldatıldığını görmezden gelmeyi tercih eder ya da gözüne bariz batar bir durumda olay gerçekleşmiş ise de; ‘Medeni olalım, bunu çözebiliriz.’ yaklaşımları olur. Aldatılmayı bu şekilde karşılayabilen bir eş için şunlar söylenebilir; ilişkisinde duygusal boyut zaten yoktur ya da hiç olmamıştır veya aldatan zengin bir erkek ise de kesin nikâh öncesi evlilik sözleşmesi imzalattırmıştır.

Aldatan erkek yâda kadın fark etmez, ikisinin de birbirinden bu konuda üstünlüğü veya dokunulmazlığı olamaz tabi ki. Ama dişi, erkek kime sorarsanız sorun; ‘ Annenin mi babanı aldatması seni daha çok yıkar yoksa babanın anneni mi aldatması?’ sanırım cevabın çoğunlukla ‘Anne’ olarak geleceğinden siz de eminsinizdir.

Bunun altında yatan kadının bedenin doğurgan olmasından dolayı daha kutsal olarak kabul edilmesidir ve bu mabedin kirlenmesi tüm ilişkiyi, tüm evliliği hatta çocuklarını bile kirletir şeklinde algılanmasıdır. Burada kadının duygusal sorumlukları yine erkeğe göre maalesef daha yüklüdür ama yaratan tarafından bu yükü taşıma üzerine de erkeğe göre bin kez daha güçlü yaratılmıştır.   

Bir erkek aldatıyor ise, ona yaratanın lütuf olarak sunduğu kadının değerini algılayamamıştır. Bir kadın aldatıyor ise yaratanın kendisini bir mabet olarak dünyaya sunduğunu algılayamamıştır. Her ikisi de her halükarda ne büyük kayıptadırlar.

10 Aralık 2011

Marka olunmaz, doğulur.

Marka olmak öyle kolay değil arkadaş. Marka olmak ile ''Bilinir'' olmak arasında ki farkı anlamak lazım önce. Biraz tanınıyor olmayı ''Biz Marka Olduk'' havasına getiren şirket yöneticileri, şirket hissedarlarının kucağına bir şirket enkazı bırakacaklardır er ya da geç.
Markanın kendine özgü bir ruhu vardır. O ruha sahip olan bir firma, zaten Marka olmak için çok çaba sarf etmeden ulaşır hedefine. Bazı ''Piyasa Çakalları '' vardır ki, onlar, iyi ambalaj, güzel logo biraz da reklam ile her şeyi markalaştırabileceklerini sanırlar. Tüketiciyi kandırmak üzere kurulan tüm markalaşma politikaları çökmüştür.
Tüketici ''Bilinir'' ve ya ''Tanınır'' bir ürün almak isteyebilir. Bu belli bir kalite standardının altına düşmeden alışveriş yapmak adına baraj görevi sağlayabilir. Ama Marka satın alacak tüketici, kaliteli bir ürün alıyor olmaktan çok bir duyguyu satın alıyor olmayı arzu eder. Marka sadece kendine özel duruşu ve vaadi ile bir duygunun temsilcisi olmalıdır. Zira bu sonradan sahip olabileceği ya da protez gibi sonradan bünyesine ilave edebileceği bir şey değildir. Marka olunmaz, Marka doğulur diyebiliriz kısaca.

02 Aralık 2011

Maskülen Feminizm



Her ne kadar feminist olmak kadınların tekelinde görünse de, bir erkeğin de, gerçek bir feminist olabileceğini ve hatta bunun hümanist olmanın doğal bir sekmesi olduğunu ifade etmek isterim.

Ezilen yada horlanan kadın hikâyelerinin, bilinen yada bilinmeyen süreçleri ve acı dolu sonları tüm toplumumuzca malumdur. Bu acı ve hüznün limitleri, tahammül sınırlarını öyle zorlamamaktadır ki, artık erkekliğinden utanır aydın kesimler, kadınlar adına başkaldırı yürüyüşlerine katılır olmuşlardır.

Şiddet ve baskı ile kadının benliği üzerine hâkimiyet kurarak, dışarıda ezilen kendi egosunu, evinin içersinde yücelttiğini sanan erkek olamamış erkeklerin, psikolojik durumlarının çok normal olmadığı aşikârdır.

Bu kompleksli erkek sürüsünün karşısına, kadını tek başına bu sürüye karşı bir güç faktörü gibi konumlandırmaya çalışan, feminist akımların yada bunların sözcülerinin, savaş boyalarının ve baltalarının tacirliğini yapar görüntüleri de pek iç rahatlatıcı değildir.

Çözüm, kadını, erkeğin karşısına bir başka erkek kimliğine sokarak direnç göstermeye çağırmak olmamalıdır. Sadece ekonomik özgürlüğüne sahip olmanın, gerçek bağımsızlık gibi kadınlara pazarlanması, bir şekilde hayatlarını tek başına kurmayı başaran ama iç dünyaları ile tezat bir duruş sergileyen ''Erkek Kadın'' ların sayılarının artmasına neden olmaktadır.

Maddi dünyada erkeklere muhtaç olmadan yaşayan bu kadınlar, manevi dünyalarında ayaz rüzgârların altında üşüyen yalnız bir kız çocuğu gibidirler. Fakat hissiyatlarını ne hem cinsleri ile ne de karşı cinsleri ile asla paylaşamazlar, zira manevi dünyaları ile ilgili paylaşımları zayıflık görür, maddi dünyalarındaki zar zor kurdukları düzeni de alt üst edeceğinden korkarlar.

Bir erkek ile yaşadığı olumsuz olayları gerekçe tutarak, tüm erkeleri o kadına kötülemek ve düşman kesmek midir bir feminist lider kadının diğer mağdur kadına yardım etme şekli?

Tenkit edilen erkeğe karşı, o mağdur kadını erkekleştirerek  karşısına rakip olarak dikmek midir çözüm?

Kadına, kadınlığından vazgeçmesi mi tavsiye edilmelidir, bağımsız olabilsin diye?

''Ben de bağımsızım, ben de özgürüm'' diye, kadınlığına aykırı,  bedenden bedene gezmek mi güçlendirir kadını?

Mağdur kadınlar, kimlerden destek ve akıl aldıklarına çok dikkat etmelidirler.

Zira çirkinlik ve cinsel bozukluklarından dolayı, tüm erkeklere düşman olan; beğenilmiyor ve arzulanmıyor olmanın faturasını tüm erkeklere kesen, feminist kamuflajı ile gezen, çok istismarcı sözcüler ve propagandacılar vardır.  

Onların amacı maalesef, mağdur ve ezilen kadınları güçlendirmek değil, onu erkekleştirerek kendi düşmanları erkeklere karşı asker yapmaktır.
Dolayısıyla, mağdur ve ezilen kadınlara; ''Erkek seni eziyor mu? O zaman kadın olmaktan vazgeç, sen de erkek ol!'' gibi bir yaklaşım çözüm olarak sunulmamalıdır.
En kötüsü ise çözümün maalesef o mağdur kadında değil erkekte olmasıdır. Zira hümanist bir erkek, bir kadına asla şiddet uygulamaz yada kadın üzerinde hâkimiyet kurma açlığı hissetmez.

Kadınlar, "Biricik paşam" diye sevdikleri oğulcuklarına, büyüdüklerinde kadınlara zulüm yapmayacağından emin oldukları eğitim ve terbiyeyi vermelidirler.

Bir kadının ''Oğlum, oğlum'' diye  gururu; maalesef gelecekte bir başka kadının '' Kadınlık Onuru "nu yıkmaktadır. 

"Erkek" olamamış erkekler yüzünden, "Kadın"lığınızdan asla vazgeçmeyin mağdur kadınlar...

 











27 Kasım 2011

Liderler Yalnızdır



Kalabalıklar içersinde yalnız kalmak en yıkıcı olan. Yıkılsan da yıkılmış görünme hakkın yoktur eğer lidersen. Birçok insan benim yerimde olmak için yırtınır durur ama nelerden vazgeçmeleri gerektiğini bilmezler. Sadece sahip olduğumu sandıkları güç ve üne özenirler.

Ben tarihin akışına yön veren bir lider olsam da, tarihin içinde sararmış bir sayfadan ibaret olacak tüm yaşadıklarım. Sayılı nefeslerimin kaldığı şu son günlerimde, ben herkesin bildiğinin tersine, kendimi hiç yaşamamış gibi hissediyorum.

Bu nasıl bir dönülemez pişmanlıktır. Bu kadar güce sahibim ve milyonları arkasında sürükleyen biri olarak neden keşke sadece bir köyde çobanlık yapsaydım diyorum şu an?

Bir gerçek var ki ben; olmak istediğimi sandığım kişinin hayatını yaşamışım bir ömür. Ona göre evlilik yapmışım, ona göre çocuklar büyütmüşüm. Oysa aslında ben, ne karımın bildiği eş, ne de çocuklarımın bildiği babalarıyım.

Dürüst bir lider olarak adlandırıldım bunca yıl ama aslında kendi hayatım koca bir yalan geçmişe baktığımda. Ben olmayan bir beni oynadım bunca yıl herkese, sanki bu benim görevimmiş gibi. Fedakârlık yapıyor olduğuma inandırdım kendimi, kendimi teselli edebilmek adına.

En kötüsü de ne biliyor musunuz? Tüm beceri ve icraatlarıma rağmen bir gün ben de toprağın olacağım ve orasıyla ilgili henüz hiçbir hazırlığım yok. Ben ki, ileri görüşüm sayesinde bugüne kadar başarılı bir lider olarak adlandırılmışım, şimdi kendimi bir o kadar kör ve bilgisiz hissediyorum bu hazırsızlığımdan dolayı.

Zamanı geldi, o gün bugünmüş. İlk kez yeni bir başlangıç beni heyecanlandırmıyor sadece korkuyorum. Tüm bildiklerim yetersiz, bomboşum sanki. Dua ediyorum bir ümitle belki bir kul yürekten benden razı olur diye. Milyonlara liderlik etmiş bir adamın, bir kuldan rıza beklemesi ne ibret vericidir.

14 Eylül 2011

Su gibi aziz olun...


Bir fikir ile başlıyor tüm yenilikler. Fikir sahibi olmak için ilim sahibi olmak gerekir yine de. İlme sahip olmadan fikir üretenler, genelde duyduğu ya da gördüğüne bir kulp ekleyerek buluş yaptığını sananlardır.

Gerçekten orijinal bir fikir yakalamak için kesinlikle o konuda belli bir ilme sahip olmak gerekir. Bazı kişiler var ki sadece çok para kazanma hayali ile bilgili olmadıkları mevzularda, yapılmışlara şapka ve kulplar takarak kendince yeni icatlarda bulunmuşçasına heyecana kapılırlar.
Ama sonu hep hüsrandır bu tarz sevdaların. Önce hangi mevzuda donanım ve bilgin var ona bakacaksın. Sonra o mevzuda yeterince son gelişmeleri takip ediyor musun, kendini yeterince yenilemiş misin onu sorgulayacaksın.

Bildiğinden kendin tatmin olduğun gün kendini fikir üretmeye yetkin kabul edeceksin. Doğru zamanda kendine bu yetkiyi vermişsen zaten, üretim kendi kendine başlar beyninin katmanlarında.

Herkesin ruhunun ve zekâsının birbirine paralelliği vardır. Ruhun yapısı zekânın gelişimini, zekânın gelişimi de ruhun mertebesinin yükselmesini sağlar. Bu karşılıklı yüceltme üretkenliğin verimliğini sağlar.

Ruhun gelişimini dikkate almadan sadece akıl ve zekâ gücüne dayanarak üretmeye niyetlenenler, tadı ve rengi olmayan meyveler veren ağaçlar gibidirler.

Ruh güçlenmek ve yükselmek için öncelikle inanca ihtiyaç duyar. Kişi kendi ruhunu yüceltebilmek için öncelikle kendine ve özüne vakıf olmalı ve ruhunun özünün ona neler katabileceğine dair şüpheleri olmamalıdır.

Özünden şüphe duyan bir ruh, bulunduğu bedendeki zekâ ile karşıt duruma düşer ve üretken enerjisini giderek yitirir.

Sonuçta, bedende ya da ruhunuzda, çelişkili yargılar ya da tezat davranışlar olmamalıdır özgün üretebilmek için. Ne olduğunuzu bilmeden, nasıl olacağınızı bilmediğiniz şeyleri arzulamayın. Gülünç olursunuz.

Kendi ruhsal kimyanızı çözüp, size has elementlerinizin birleşimini veren kendi özünüzün formülünü nitelendirebildiğiniz gün, çevrenizdeki diğer ruhsal elementleri ayırt etmeye ve kendi kimyanıza uyacak ve farklılık katacak olanları seçerek eklemeye başlarsınız.

Önce özünde var olanı istersin sadece onu bildiğin için ve kendini pekiştirmek adına. Bu ruhsal kimyanda bulunan bir hidrojen atomuna bir hidrojen atomu daha eklemeye benzer. İki hidrojen atomun vardır artık.

İlmin artıp, algılaman kuvvetlendikçe fark edersin sadece hidrojenden ibaret değildir atomlar. Sonra oksijenin başkalığını fark edersin. Hidrojen yanıcı, oksijen ise yakıcıdır. Ama ruhsal formülünde birleştirdiğinde yanıcı artık yanıcı değil, yakıcı artık yakıcı değil. Artık yanıyor olanı söndüren, tohuma da hayat veren su olmuşsundur.

Dolayısıyla, sizi yakar diye uzak durduğunuz, sizi su gibi aziz yapacak olabilir. Ama en ilginç olan ne biliyor musunuz? İki hidrojen bir oksijen (H2O) iken su gibi aziz olmuşsunuzdur ama bir oksijenim daha olsun dediğiniz vakitte de artık hayat veren su değil, öldüren, zehirli,  okside edici hidrojen peroksit’ e(H2O2) dönüşürsünüz.

Sizi su gibi aziz yapan, sizi öldürücü bir zehir de yapabilmektedir. Bu da yaratılmış olan insanoğlunun acizliğinin başka bir ispatıdır yine. Su olun, su gibi aziz olun. Ama suya dönüşmüş olduğunuzdan emin olun ki hayat verecek iken katil olmayın.

04 Eylül 2011

Güzellik hediye mi yoksa ceza mı?


Yıllar içinde her zaman değişime uğramıştır güzellik standartları. Ama güzelliğin etkileri olumlu ya da olumsuz tarih boyunca hiç değişmemiştir. Güzellik görecelidir derler ama etkileri genelde pek de öyle değildir.

Güzellik, zeka, bilgi ve yetenek ile birleştiğinde tarihini akışını değiştirebilecek, Hürrem’leri ya da Josephine’leri bir abide gibi karşımıza diker. Onlar gibiler için güzellik, sadece bir giriş biletidir, sonrasında zekâ devreye girer ve dünyayı kuzey kutbundan delip güney kutbundan çıkacak güce bile sahip olabilirler.

Bir de güzelliğinin altında ezilip kalanlar vardır ki bunlar giriş biletini elde etseler de içeri girdikten sonra ortamda sırıtmaya başlarlar.Markalar imdatlarına yetişir ve kişisel eksikliklerini, marka takılar, çantalar, giysiler ya da parfümlerle tamamlamaya çabalarlar.

Güzelliği ile kapıları rahat açabilme lüksü, bireysel gelişim ve kültürel birikimde bu şahısları geriye atar. Başkalarının müspet başarı ya da kademeli sınavlar sonucu geleceği noktalara, görüntüsü sayesinde daha kolayca gelebildiği için ek bir kültürel donanıma ihtiyaç duymaz güzeller.

Güzellik farkında olmadıkları bir korku olmaya başlar yıllar geçtikçe. Onu kaybetmek varlıklarını kaybetmek gibidir ve var olmaya devam edebilmek için onu yaşatmaya çabalarlar. Yaşlandıkları günlerde gençlik resimleri nostalji etkisi yaratmaz güzeller için. Onlar acı çekerler servetlerini kaybetmiş gibi.

Gençliklerinde de gerçek aşkı nadir bulabilirler. Çok beğenildikleri ve ilgi gördükleri için gerçek seveni algılamada yanılırlar çoğu zaman. Ruhuna eş olanı değil güzelliğine değeri verebilecek olanı tercih ederler.

Güzeller yalnız insanlardır her ne kadar her ortamda görünseler de. Onlara bakanların, onlara lütuf olarak verildiğini düşündüğü güzellikleri, kendi iç dünyalarında bir cezaya dönüşür fark etseler de, etmeseler de.

24 Ağustos 2011

Hırs öfkenin meyvesidir





İçimde fırtınalar kopuyor. Hatta kasırgalar diyebilirim. Ruhumun katmalarında bu denli hareket varken bunu çevremdekilerden nasıl saklayabilirim ki? Ya da saklamalı mıyım? Olgun ruh, dingin ruhtur bilirim. Fırtına sonrası dinginliği çok özledim.

Bilinen en büyük enerji kaynağı olan güneş bile dingin durmakta zorlanıp, enerji patlamaları ile kendini rahatlatır gibidir. Patlamalar yüksek enerji kaynaklarının doğasında olan bir şey mi acaba? Öyle ya da değil, ama kesin bildiğim bu patlamalardan kendimi alıkoyamadığımdır.

Bunun çevreme pozitif ya da negatif etkileri nelerdir diye irdelediğimde çoğunluğun yüksek enerjili insanlardan çok haz duymadığıdır. Bunun nedeni, imrenme, hasetlik ve ya yüksek enerjiden kaynaklanan kısa devre etkileşimleri olabilir. Sebep ne olursa olsun, çevrenizdekilerin bu etkileşimi sizi pek bağlamaz. Güneşteki büyük enerji patlamaları, sistemdeki bir gezegende deprem tetiklemesi yapabilir. Ama bu güneşin bir sonraki patlamasını ertelemesine neden olmaz.

As olan suni patlamalardan ya da rol kesmelerden çekinmektir. Yapıcı değil yıkıcı etkisi olan ve ruhun katmanlarında yine aynı özgürlükle gezen öfke de bir tür enerjidir ve süslene püslene, ve kamufle edilerek pozitif bir enerji gibi dışa doğru sergilendiğinde, kısa vade de kişiye prim yaptırabilir. Ama kişi bu başarıyı bu öfke enerjisi ile kazandığı için, daha fazla başarıyı da daha fazla öfkeye bağlar ve içindeki tezat enerji akışı en sonunda tüm kamuflajları yıkarak tüm yalınlığı ile açığa çıkar ve bu vakit çevresindeki tüm tanıkları şok edici derecede incitmiş ya da kaybetmiş olur. Çünkü kimse aldatılmayı sevmez ve olgun, dingin saydıkları bir kişinin, bu ani, limitsiz ve kontrolsüz patlaması ciddi bir hayal kırıklığı yaratır.

Öfke ve hırs bu konularda kardeş enerjilerdir. Hatta hırs öfkenin gizli meyvesidir. Öfkesi olmayan bir insanın çok hırslı olması pek olası değildir. Sakin bir ruh haline sahip görünen ama çok hırslı bildiğiniz bir tanıdığınız var ise bilin ki o kişi öfke enerjisi ile yol alıyordur. Öfkesinin nedeni dış görünüşünden, cinsel sorunlarına ya da tek çocuk büyümüş olmasına kadar her türlü doğal hayati sekmeler olabilir.

Hangi sorunun hangi insan da nasıl bir ruhsal tepkime verebileceğini önceden kestirmek çok zordur. Bu, virüslerin fiziksel bedene etkileri ve süreçleri kadar somut bir konu değildir. Zaten insanı da ruhsal olarak karmaşık yapan da, yetişme sürecinde bu tarz ruhsal virüslere, her ruhsal bedenin farklı tepkime ve reaksiyonlar vermesidir. Sizin de maruz kaldığınız ruhsal virüslere karşı verdiğiniz ruhsal tepkiler, çevrenizdeki yakın şahısların ruhsal bedenlerine, ruhsal virüs olarak etki ederler. Bu zincirleme etkileşim, her birimizin bir diğerimizin varoluş ve şekillenmesindeki etkimizin kaçınılmaz olmasını sağlar. Yani kimse tek başına kendisi olamaz.

Her birimiz, çevremizdeki beraber yaşadığımız insanların pozitif ya da negatif ruhsal enerji patlamalarından etkilenerek, kendimizi, birbirimizden direk etkilenerek, farkında olmadan yapılandırırız ve ayna karşısına geçip gördüğümüz sureti ''Ben'' sanırız. Ama hiç birimiz ''Ben'' değiliz. Her birimiz, beraber yaşadığımız, tartıştığımız, seviştiğimiz, eğitildiğimiz, ezildiğimiz ve ya yüceltildiğimiz insanlardan maruz kaldığımız ruhsal virüslerin tepkimesi ve buna karşı oluşan reaksiyonların bileşkesiyiz.

Bu kaçınılmaz gerçeğin dışında bir yaşam söz konusu olmadığı için ben diye direterek yaşamak da çok yersiz ve manasız olmaktadır. ''Biz'' diyerek dünyaya bakış açısı, medeni olmaktan değil akıllı olmaktan dolayıdır aslında. Bunca somut gerçeğe rağmen kendini ben olarak görmeye devam etmek, öfke gibi ruhsal virüsleri üretmenizi ve salgılamanızı dizginleyecektir.

Unutmayın ki Siz; olumlu ya da olumsuz yaşadıklarınızın, görsel tepkimeleri ve ya bileşkesisiniz. Ve eğer sahip iseniz çok övündüğünüz hırsınız, izole ettiğiniz ya da henüz sizin bile farkında olmadığınız öfkenizin doğal meyvesidir.


14 Ağustos 2011

Etekli Erkekler




Şiddet yanlısı görünmese de birey, zamanı gelir şiddet onun da bir parçası haline gelir. Nadir zamanlar da olsa şiddet çölde ki su gibi gelir insana bazen.
Herkesin, etrafındaki tüm eşyaları kırıp dökmek, delicesine çığlıklar atmak istediği bir anı olmuştur. Bunu sık yaşayan biri iseniz tedavi görmeniz gerekiyor demektir ama bir kez yaşamış olmak her birey için geçerli olabilir.
An gelir  hayvansı dürtüler tüm bedeninizi tamamen ele geçirir. Çünkü o ana, bir insan olarak tahammül edemiyorsunuzdur ya da öyle hayvansı olay ile karşı karşıya kalmışsınızdır ki ancak hayvansı dürtüyle karşılık vermenin sizi sakinleştirebileceğini düşünürsünüz.
Kanınızın damarlarınızdaki dolaşımı hızlanır. Boğaz düğümlenir. Adrenalin salgılanır ve hem bedende hem de ses de titreme başlar. Dil kayar, kelimeler de harfler yutulur. Sinirler kopacak derecede gerilir ve bir yay gibi öfkeyi dışarı doğru fırlatır.
Kontrolsüz gergin sinirlerin bir yay olarak öfkeyi ne yöne ne şiddette fırlatacağı bilinemez ve önceden ölçülemez. Bu sinirsel patlama, ancak en yüksek noktasına ulaştığı andan itibaren hızla irtifa kaybeder.
Sinirler birden gevşer, beden kendini taşıyamaz derecede salar. Çok uzun mesafe koşulmuş gibi ciğerler nefes nefesedir. Damak kurumuş, sık yutkunma ihtiyacı vardır. Kendince haklı da olsa hayvansı verilmiş tepki,  sessiz bir pişmanlık vermeye başlar, dakika dakika artarak.
Şiddeti alışkanlık olarak yaşayanlar ya da yaşam tarzı olarak benimsemiş olanlar, hasta insanlardır. Ya karantina ya da tedavi hatta ikisi bir arada gerekir bu tarzlara. İnsan olmayı beceremediği için ruhsal taklidine en müsait olduğu hayvanı seçer ve onun güdülerini kullanır.

Tabiattaki aslı hayvan olan hayvanlara gelecek olursak, onlar iki durumda şiddete başvururlar. Açlıktan ölmemek için avlanırken ya da bir sürünün ya da dişinin sahibi olmak için dövüşürken. Maalesef karşısındakine üstünlük kurmak üzere, karşı cinsini, fiziksel üstünlüğüne rağmen döven ya da hırpalayan tek hayvan insan suretinde gezenlerdir.

Kadına sürekli şiddet uygulayan erkek, artık etek giyip gezmelidir. Giymese de benim gözümde etekli erkektir. Okuyanların arasında varsa bu etekli erkelerden, kendini ayrı tutacaktır kendince gerekçelerle.

Varsa ona sözüm şu dur ki, o kadına yaptığın tüm o zalimlikler, cehennemde seni yakan ateşe atılan birer odun olacak. Affın ve pişmanlığın fayda getirmeyecek. Seni emziren anan bile, sütünü sana helal etmeyecek. Gözün onca ateşe rağmen, sadece rızasını almak için o zulmettiğin kadında olacak.

Ama zalimlerin kurbanı olanlar cennette olacağı için asla onla göz göze gelip rızasını alamayacaksın. Sana karşı olan tahammül ve sabrı, ona cennette sonsuza dek senden uzak kalma imkânını verecek.

Kadına şiddet bu derece bir zalimlik iken, korumasız bebek ya da çocukları döven anne ya da babaların vay haline. Kimsenin çocuğu, kimsenin tapulu malı değildir.

Çocuklar Allah’ın bizlere emanetidir,  ta ki kendini bilip kendinden mesul olacağı yaşına kadar. Sonrası kendi sorumluluğundadır artık. Bu emanete hıyanet edenler şunu unutmasın ki, bu emanetlerin sahibinin kudreti sonsuzdur ve yalvarmak sizi kurtaramayabilir suçunuzun vahimliğinden dolayı.