Kamikaze olmak istedim. Gözlerin yeterince çekik değil dediler. Dedim ki kamikaze olmak yürekle alakalıdır, gözlerimle
ne alakası var. Sen hiç Pearl Harbor’a gittin mi dediler. Dedim filmine mi, cevap
bile vermediler, öyle kaldım uçan balonun sepetinde. İlk binişimdi balona. Gün
doğumunu ilk kez görmüyordum ama o açıdan ilk kez görmüştüm. Ama nedense aşağı
bakmak daha çok çekiyordu beni. O dik kayların üstüne bıraksam kendimi kaçıncı
çarpışımda ölürüm acaba. İlkinde mi. İlkinden sekince eğer ölmediysem ikince
çarpasıya o yirmi salisede bir pişmanlık olur mu acaba. Tek parça gömebilirler
mi beni yoksa o yamaca inemeyecekleri için duron imam yollayıp kaldığım yere mi
gömerler beni. Ben daha kararımı vermeden kader beni yakaladı. Balonda kocaman
bir delik, hızla yükseklik kaybediyorduk. Gereksiz ağırlıklardan kurtulmak
lazım, öyle kalmış aklımda. Üstümü yokladım neyimi atayım diye. Sepette bir tek
ben vardım. Atacak karakter bile bulamadım biliyor musunuz? Kırmızı bir leylek
sürüsü geçiyordu yanımdan. Gaga, bacaklar, tüyler her yerleri kırmızı
leylekler. Dedim ki bunlar benim ruhumu teslim almaya gelmişler. Sepetin içine
sırtüstü yattım. Balon yer gök yönünü kaybetmiş dönüp duruyor. Ben artık o
sepetin hasır parçalarından birisiydim. O dönüşler ve düşüş beni rahatsız
etmiyordu. Taşa sarılmış bir kağıt attılar sepetin içine. Kâğıdı taştan sıyırdım okuyorum. “Ölme daha yaşayacaklarımız
var. Hem daha tanışmadık bile. Duygu.” diye yazıyordu. Sıçradım yattığım
yerden. Taşın nerden geldiğin anlamaya çalışıyordum çakılmadan üç beş saniye
önce. Leylekler balonun etrafında dengesiz daireler çiziyorlardı ve hatta
birbirlerine çarpıp yere çakılanları oluyordu. Ama kalanlar ısrarla balonun
etrafında dönerek beni izlemeye çabalıyorlardı. Hayır, henüz çok erken diye
haykırdım çakılmadan. Ensemden yukarı doğru çekilerek tekrar yükselmeye
başlamıştım ve sepetin çakılışını parçalanışını izliyordum bir yandan. Sonradan
kollarımdan ve belimden de tutulduğumu fark ettim. Kırmızı leyleklerden üç dört
tanesi beni gagaları ile taşıyorlardı. Beni Duygu ya götürdüklerini düşünüyordum.
Ölmediğime sevinmiyordum. Duygu’yu göreceğim diye sabırsızlanıyordum. Yoksa ölebilirdim
yani, hiç sorun değildi. Yüksek bir dağın zirvesine beni bıraktılar. Orada
leyleklerin tüylerinin mora döndüğünü fark ettim. Ayakları ve gagaları da altın
sarısı parlıyordu. Sırtıma gaga ata ata beni dar bir patikaya sürdüler.
Patikanın ucunda karanlık bir mağara görünüyordu. Duygu orda beni
bekliyordu. Koşarak mağaranın ağzına
geldim ve istemsiz “Duygu, Duygu ben geldim” diye bağırıyordum. Mağaradan bir
beyaz bir deve çıktı. Upuzun kirpikleri vardı. Boynun koca bir çan vardı ve her
adımında ses çıkarıyordu. Yolum daha uzun buna binip sanırım Duygu’ya gideceğim
diye düşündüm. Ama bana bira daha yaklaştığında çanın üzerinde bir isim
yazdığını gördüm. Ve bu beni pek mutlu etmedi. Çan da büyük harflerle Duygu yazıyordu.
Duygu isminde deve mi olur ya. Hem de uzun kirpikli. Deli gibi kaçmaya başladım
oradan. Yamaç aşağı dalları kıra kıra iniyordum. Dallar ve tropikal bitkiler
sıklaştıkça koşum yürümeye döndü ve yol açmak için belimdeki palayı kullanmak zorunda kaldım. Palamın
kabzasında inci taneleri ile işlemeler vardı. O incileri Bahrain’de bizzat
dalıp kendim çıkarmıştım. Tek nefesle onki dakika denizin dibinde kalıyordum.
Ağırlık oldun diye meydan larusse ansiklopedileri belime bağlamıştım. Kurşun
ağırlıkları da denemiştim ama hiçbir şey bilginin verdiği ağırlığı vermiyor.
Hayran kalırlardı çıkardığım incilere. Kardeşim boşuna biriktirmedik bizi
bunları fasikül fasikül. Bir profesör vardı, daha derine daha çok kalmak üzere
benle iddialaştı. Ben haddimi bilirim kardeşim. Adam profesör dalar da incinin
kralın da çıkarır. “Üstat siz buyurun, ben ancak sizi seyrederim” dedim. Adam
daldı vurgun yedi ama onu çıkardığımızda bir avucunu sımsıkı tutuyordu,
öldükten sonra zorla açabildik avucunu. Kocaman siyah bir inci vardı. Siyah
inci nadir olandır ve direnir istiridyesi kapağını açmamak için. Anacak ihtirası
olan biri can pahasına mücadele eder ve ona ulaşabilir. Onca ilim bilim
gitmişti bir siyah inci için. Siyah inciyi diğer beyaz incilerle sıra sıra bir
gerdan için dizdiler. Siyah tek inciyi en ortaya koydular sıra inicilerin.
Prenses Diana’ya hediye verilmek üzere Londra’ya yolladılar. Emanetçi olarak
ben götürmeği kabul ettim. Diana’ya kolyeyi teslim ederken Kraliçe de ordaydı.
Gerdanlığı taktığında prenses, kraliçe adeta bunalıma girdi. Kendi boynundaki
sıra incileri tek seferde eliyle çekerek kopardı. Tüm inciler sarayın
koridorlarına dağıldı. Kraliçeyi görmeye gelen Sir Churchill bu inilerden birine
basarak merdivenlerden yuvarlandı ve ülke başbakansız kaldı. Şoförü yerde kalan
silindir şapkasını aldı ve içinden yeşil bir tavşan çıkardı. Ama tek kulağı
sarı idi. Sarı kulağından tuttu tavşanı ve daireler yaparak çevirdi kement atar
gibi. Tavşan lunaparktaki çocuklar kadar mutlu idi. Taki sarı kulağı adamın
elinde kalıp tek kulağı ile duvara yapışana kadar.