13 Eylül 2020

kamikaze (15 dk. Serbest Yazış)

 


Kamikaze olmak istedim. Gözlerin yeterince çekik değil dediler. Dedim ki kamikaze olmak yürekle alakalıdır, gözlerimle ne alakası var. Sen hiç Pearl Harbor’a gittin mi dediler. Dedim filmine mi, cevap bile vermediler, öyle kaldım uçan balonun sepetinde. İlk binişimdi balona. Gün doğumunu ilk kez görmüyordum ama o açıdan ilk kez görmüştüm. Ama nedense aşağı bakmak daha çok çekiyordu beni. O dik kayların üstüne bıraksam kendimi kaçıncı çarpışımda ölürüm acaba. İlkinde mi. İlkinden sekince eğer ölmediysem ikince çarpasıya o yirmi salisede bir pişmanlık olur mu acaba. Tek parça gömebilirler mi beni yoksa o yamaca inemeyecekleri için duron imam yollayıp kaldığım yere mi gömerler beni. Ben daha kararımı vermeden kader beni yakaladı. Balonda kocaman bir delik, hızla yükseklik kaybediyorduk. Gereksiz ağırlıklardan kurtulmak lazım, öyle kalmış aklımda. Üstümü yokladım neyimi atayım diye. Sepette bir tek ben vardım. Atacak karakter bile bulamadım biliyor musunuz? Kırmızı bir leylek sürüsü geçiyordu yanımdan. Gaga, bacaklar, tüyler her yerleri kırmızı leylekler. Dedim ki bunlar benim ruhumu teslim almaya gelmişler. Sepetin içine sırtüstü yattım. Balon yer gök yönünü kaybetmiş dönüp duruyor. Ben artık o sepetin hasır parçalarından birisiydim. O dönüşler ve düşüş beni rahatsız etmiyordu. Taşa sarılmış bir kağıt attılar sepetin içine.  Kâğıdı taştan sıyırdım okuyorum. “Ölme daha yaşayacaklarımız var. Hem daha tanışmadık bile. Duygu.” diye yazıyordu. Sıçradım yattığım yerden. Taşın nerden geldiğin anlamaya çalışıyordum çakılmadan üç beş saniye önce. Leylekler balonun etrafında dengesiz daireler çiziyorlardı ve hatta birbirlerine çarpıp yere çakılanları oluyordu. Ama kalanlar ısrarla balonun etrafında dönerek beni izlemeye çabalıyorlardı. Hayır, henüz çok erken diye haykırdım çakılmadan. Ensemden yukarı doğru çekilerek tekrar yükselmeye başlamıştım ve sepetin çakılışını parçalanışını izliyordum bir yandan. Sonradan kollarımdan ve belimden de tutulduğumu fark ettim. Kırmızı leyleklerden üç dört tanesi beni gagaları ile taşıyorlardı. Beni Duygu ya götürdüklerini düşünüyordum. Ölmediğime sevinmiyordum. Duygu’yu göreceğim diye sabırsızlanıyordum. Yoksa ölebilirdim yani, hiç sorun değildi. Yüksek bir dağın zirvesine beni bıraktılar. Orada leyleklerin tüylerinin mora döndüğünü fark ettim. Ayakları ve gagaları da altın sarısı parlıyordu. Sırtıma gaga ata ata beni dar bir patikaya sürdüler. Patikanın ucunda karanlık bir mağara görünüyordu. Duygu orda beni bekliyordu.  Koşarak mağaranın ağzına geldim ve istemsiz “Duygu, Duygu ben geldim” diye bağırıyordum. Mağaradan bir beyaz bir deve çıktı. Upuzun kirpikleri vardı. Boynun koca bir çan vardı ve her adımında ses çıkarıyordu. Yolum daha uzun buna binip sanırım Duygu’ya gideceğim diye düşündüm. Ama bana bira daha yaklaştığında çanın üzerinde bir isim yazdığını gördüm. Ve bu beni pek mutlu etmedi. Çan da büyük harflerle Duygu yazıyordu. Duygu isminde deve mi olur ya. Hem de uzun kirpikli. Deli gibi kaçmaya başladım oradan. Yamaç aşağı dalları kıra kıra iniyordum. Dallar ve tropikal bitkiler sıklaştıkça koşum yürümeye döndü ve yol açmak için belimdeki  palayı kullanmak zorunda kaldım. Palamın kabzasında inci taneleri ile işlemeler vardı. O incileri Bahrain’de bizzat dalıp kendim çıkarmıştım. Tek nefesle onki dakika denizin dibinde kalıyordum. Ağırlık oldun diye meydan larusse ansiklopedileri belime bağlamıştım. Kurşun ağırlıkları da denemiştim ama hiçbir şey bilginin verdiği ağırlığı vermiyor. Hayran kalırlardı çıkardığım incilere. Kardeşim boşuna biriktirmedik bizi bunları fasikül fasikül. Bir profesör vardı, daha derine daha çok kalmak üzere benle iddialaştı. Ben haddimi bilirim kardeşim. Adam profesör dalar da incinin kralın da çıkarır. “Üstat siz buyurun, ben ancak sizi seyrederim” dedim. Adam daldı vurgun yedi ama onu çıkardığımızda bir avucunu sımsıkı tutuyordu, öldükten sonra zorla açabildik avucunu. Kocaman siyah bir inci vardı. Siyah inci nadir olandır ve direnir istiridyesi kapağını açmamak için. Anacak ihtirası olan biri can pahasına mücadele eder ve ona ulaşabilir. Onca ilim bilim gitmişti bir siyah inci için. Siyah inciyi diğer beyaz incilerle sıra sıra bir gerdan için dizdiler. Siyah tek inciyi en ortaya koydular sıra inicilerin. Prenses Diana’ya hediye verilmek üzere Londra’ya yolladılar. Emanetçi olarak ben götürmeği kabul ettim. Diana’ya kolyeyi teslim ederken Kraliçe de ordaydı. Gerdanlığı taktığında prenses, kraliçe adeta bunalıma girdi. Kendi boynundaki sıra incileri tek seferde eliyle çekerek kopardı. Tüm inciler sarayın koridorlarına dağıldı. Kraliçeyi görmeye gelen Sir Churchill bu inilerden birine basarak merdivenlerden yuvarlandı ve ülke başbakansız kaldı. Şoförü yerde kalan silindir şapkasını aldı ve içinden yeşil bir tavşan çıkardı. Ama tek kulağı sarı idi. Sarı kulağından tuttu tavşanı ve daireler yaparak çevirdi kement atar gibi. Tavşan lunaparktaki çocuklar kadar mutlu idi. Taki sarı kulağı adamın elinde kalıp tek kulağı ile duvara yapışana kadar.