çay etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
çay etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Nisan 2021

Yasemin'in Y'si

 


Yalnız yaşadığı adadaki evinin kış bahçesinde en keyifli vakitleri, bahar geldiğinde geçirirdi. Nargilesini hazırlar, elektrikli kahve makinesini uzatma kablosu ile oturduğu masadan kalkmadan alabileceği yakınlıkta bir sehpaya koyardı. Masadan kalkmamak için kiloluk çekilmiş kahve paketini de sehpaya koyar, arada sadece makineye su eklemek ya da bir şeyler atıştırmak için kalkardı ve o bu zorunlu masadan kalkışları mümkün olduğunca ileri atardı. Çünkü ne zaman babasından kalan yadigâr daktilosunun başından kısa bir ara için bile kalksa, onun hazine adası olan kış bahçesinden tüm kahramanlarının, tüm karakterlerinin kaçıp gittiği hissine kapılır, onları, narin bir kelebek ağıyla, küçük bir çocuğun bitmek bilmez enerjisiyle hiç durmadan kırlarda kovalayıp tek tek yakalaması ve incitmeden zihnindeki o ince camlı kavanoza tekrar koyması gerekirdi.

En az üç kış geçmesine rağmen hiç silinmemiş olan kış bahçesinin çamurlu camları, ağaçlardan düşen kurumuş çiçekler ve ufak dal kırıkları baharın taze ışıklarının tüm tazeliyle ona ulaşmasını engelliyordu. Bir de özellikle hiç pencere açmadan içilen nargile dumanının içerden camlara kattığı sevimsiz, sarıdan kahverengine giden nikotin dalgaları vardı ama o tüm bunları kendisini güneşten koruyan bir tente olarak görür keyfini hiç kaçırmazdı. O, herkese yazmak harici yapılması gereken her şeyi neden yapmadığına dair çok mantıklı açıklamaları yapabilirdi. Buna camları neden temizlemediği de dahildi, çünkü zaten onun işi de tam olarak buydu, kelimeleri sadece kendi istediği gibi kullanmak…

Genç ve bekar bir yazar olarak, uyku ve bazı temel ihtiyaçları haricinde tüm vaktini o daktilo başında geçirir ve gidemediği tüm mekanları, öpemediği tüm kadınları, göremediği tüm şehirleri o kış bahçesinde “y” tuşu tam basmayan eski daktilosuyla canlandırırdı. Tüm tanıdıkları ve komşuları tersini düşünüyor olsa da o, ona göre olabilecek en sosyal adamdı. 

Bazen yazmaya kendini öyle kaptırırdı ki, kelimelere daktilosuyla yetişmek imkansızlaşırdı. Ama ne hızda yazarsa yazsın kelimelerinde “y” harfi geldiğinde o tuşa daha hızlı basmayı hiç atlamazdı. Öyle bir otomatikleşmişti ki bu “y” harfine hızlıca basar, aynı anda hem kâğıda tam geçip geçmediğini göz ucuyla kontrol eder hem de bunları yaparken asla yazmaya ara vermezdi. Bir süre sonra artık bundan ayrı bir keyif almaya başlamıştı. Artık özellikle yazdığı hikâyenin içine “y” harfi olan daha çok kelime kullanır olmuştu. Tuhaf bir şekilde hissedebiliyordu ki daktilosunun taktık “y” harfi onun hikayesine beklenmedik farklı bir derinlik katıyordu. “Yasemin” de hikayesine böyle katılmıştı işte. Yasemin o cam kavanozdaki beyaz kelebeklerden biri değildi; onun rengârenk ve daha büyük kanatları vardı. Genç yazar daktiloyla her Yasemin yazışında “y” tuşuna hızlıca vuruyor, kelebek rengarenk kanatları ile kış bahçesinin içinde konduğu yerden havalanıyor ve başka bir yere usulca tekrar konuyordu. Kavanozundaki tüm beyaz kelebekler, Yasemin’in güzelliğinin esaretine kapılmış, onla beraber havalanıp onun yakınında bir yerlere konmaya çabalıyorlardı. Kısa zaman içerisinde Yasemin yazarın zihninin tüm dizginlerini ele geçirmişti ve hikayedeki tüm kişilikleri istediği gibi dört nala koşturuyordu. Yazarın her “y” tuşuna hızlı basışında gelen o farklı ses, Yasemin’in arkasından gelen tüm kelimeleri adeta kamçılıyordu. Genç yazar artık Yasemin’in kölesi olmuştu. Onun kendisini ansızın terk etmesinden korkuyor, bunu belli etmeden hikâyesinin içinde ona her türlü riyakarlığı yapacak övgüler yerleştiriyordu. Her ne kadar bunun hikâyesinin gerçekçiliğini zedeleyeceğini bilse de bundan kendini alıkoyamıyordu. Çünkü artık o hikâyeyi anlatan kurgulayan Yasemin’di. O ise sadece Yasemin’in söylediklerini kâğıda döken bir aracıydı. Her “y” harfine basışında o malum kamçı sesini kendi zihninde duyuyordu.

Günlerdir tıraş olmamış ve banyo yapmamıştı. En son ne zaman yemek yediğini bile hatırlamıyordu. Açlıktan midesi yanıyor olmasına rağmen açlık hissi de yoktu.  Harap bir haldeydi. Hikâyeye Yasemin katıldığından beri nerdeyse yirmi gündür kısa kısa kestirmeler haricinde hiç durmadan yazıyordu. Vücudu bir şekilde bu tempoya dayandı ama daktilosunun şeridi hızlı vurulan yüzlerce “y” tuşuna dayanamadı. Kâğıt kaydırma kolu da tutukluk yapmaya başlamıştı.

Mecburi ara verme kararı aldı genç yazar. Zaten hikayesinin finaline çok yaklaşmıştı ve belki araya biraz zaman koyması hem zihnine hem de bedenine iyi gelecekti. Evi Heybeli adada, tepedeki yarı yıkık kiliseye çok yakındı. Adada yaşıyor olmasına rağmen az olan ada halkıyla pek karşılaşmayı sevmiyordu. İskele civarındaki mini çarşıda bulunan marketin çırağı, her Çarşamba bisikletiyle onun haftalık ihtiyaçlarını düzenli olarak getirirdi. Kısa ama sabit olan alışveriş   listesine nadiren telefonla ekstra isteklerini ekletirdi. Çoğu zaman Çarşamba gününün geldiğini ancak çocuğun bisikletinin zilini duyduğunda fark eder ve içinden istemeyi unuttuğu şeyler için kendi kendine kızardı.

Adada daktilosunu tamir ettirebileceği kimse yoktu. Marketin çırağı hafta arası yoğun olmayan zamanlarda öğlen bir motorla Sirkeci’ye geçip ufak bir bahşiş karşılığı yazarın hususi işlerini onun için hallediyordu. Bir yıl önce de son yazdığı romanını- başka bir kopyası olmaksızın -hiç tereddütsüz postalaması için bu çırağa emanet etmişti. 

O Çarşamba çırak “geldim” diye bisikletinin zilini çalmamıştı çünkü genç ve yeni tıraş olmuş güleç yüzlü yazar zaten onu evin girişindeki basamaklarda oturmuş bekliyordu. Daktilosunu eski gazete kağıtlarıyla sarmalamış zar zor bulduğu bez bir torbanın içine yerleştirmişti. Ergen çocuğun getirdiklerini teslim aldıktan sonra ona ufak bir bahşiş verdi. Sonra bir miktar parayı ve daktilonun tamir edileceği Sirkeci’deki adresin yazıldığı kâğıdı cebinden çıkarıp çocuğa uzattı. Adresin altında büyük harflerle “mürekkep şeridi değişecek” ve “kaydırma kolu tamir” yazmıştı. Çocuğa kâğıdı oradaki ustaya verirse gerekeni onun yapacağını ve ücretin üstünün de onda kalabileceğini söyledi.

Saatler geçmek bilmiyordu. Kendisinde hiçbir kopyası olmayan romanını bile yolladığında bu kadar stres olmamıştı. Yasemin’in onu mum ışığı ve kırmızı şarapla bezenmiş iki kişilik masada beklediğini ve durmadan saatine bakarak “Nerde kaldı bizim bu yazar?” diye sızlandığını düşünüyordu. Vuslat ancak daktilosu gelince gerçekleşecekti. Akşam üstü basamaklara oturmuş çocuğun bisikletinin rampadan çıkarak geldiğini görmek için sabırsızlanıyordu. Dik rampayı pedalları ağır ağır çevirerek çıkan çırağı gördüğünde sevinçle ona doğru yokuş aşağı koşmaya başladı. Çocuk onun kendisine doğru koştuğunu görünce daha fazla pedallara asılmayı bıraktı ve durdu. O gelinceye kadar sepetteki bez torbayı alıp bisikletini yere yan bıraktı. Genç yazar çocuk uzatmadan elinden torbayı alıp sarıldı ve hiçbir şey söylemeden yukarı kış bahçesine doğru yürümeye başladı. Nargilesinin korunu yeni koymuştu.  Sonra o dehşet sözleri duydu arkasından seslenen çocuktan; “Şerit ve kol tamam. Hatta “y” harfini de değiştirdi usta. Artık takılmazmış. Öyle dedi.”

Genç yazar dondu kaldı orda. Ergen çocuk dönüp ekstra bir teşekkür edecek diye düşündü ama öyle olmadı. Asla da anlam veremedi zaten o dakikadan sonra genç yazarın yaptıklarına. Hatta biraz panikle bisikletini alıp aşağı doğru hızlıca sürüp oradan uzaklaşmaya çalıştı. Çünkü torbadan çıkardığı daktiloyu yerden yere vurmaya başlamıştı yazar. Daktilonun dağılan parçalarını sağa sola tekmeliyor ve ağlayarak çığlıklar atıyordu. Yasemin masadan kalkıp gitmişti. Mumlar yana yana sönmüştü, şarap kadehleri yere saçılmıştı. Kış bahçesinin camları karardı, karardı, hiç ışık almaz oldu.


Simetrik Dikişler

 


Düşünsem de düşünmesem de bazı şeyler benim kontrolümde değil. Onun için kurallara uyarak karar vermek en iyisi. Sorumluluktan yırtıyor insan. Ameliyat masasında tam beş kişiydik hastanın etrafında. Anesteziysen hastayı bayılttıktan sonra tuvalete gitmek için izin istedi. Kimden istedi, karnı yarmış, bağırsaklardan yarım metre kesip almaya çalışan benden. Zaten durum boktan, adam daha da içine etti resmen. 

Dikiş atmayı gemicilerden öğrendim ben. Öyle bir dikerim ki, benden sonra hiçbir operatör o yarayı aynı yerden açamaz; bir çeşit imzam bu benim. Bakarlar ve derler; “Doktor Frankenstein dikmiş bu hastayı.” Bazen ameliyat bitiyor estetik olsun diye gereksiz birkaç yeri daha kesip tekrar dikiyorum; simetri hastalığı var bende. Tek taraflı bazı dikişler garip duruyor. Hastalarımdan çoğu bu tarz sürprizlerim için çok teşekkür etmiştir ameliyat sonrasında.

Her meslekte sanat vardır görebiliyorsan. Kişinin ten rengine göre dikiş iğnesi kullanırım ben. Çünkü renge göre incelir ve kalınlaşır tenler. Tenden bir gömlek dikecek olsam Çinlilerin tenini kullanırdım. Sanırım fazla et yemedikleri için onlarınki çok pürüzsüz oluyor. Yorgun argın eve geldiğimde Beethoven dinlendirir beni ama pikaptan dinlerim mum ışığında.

O gün habersiz gelmişlerdi ama yine de tüm güler yüzümle içeri aldım onları. Ama girerken çamurlu ayakkabılarını çıkarmayınca işler değişti. Salonda, ipek İran halımız üzerinde çamur izlerini görünce kan tepeme çıktı. Şımarık kadının o koca göbekli kocası yarı yatar vaziyette koltuğa oturduktan sonra ayaklarını ortadaki sehpaya yaslamıştı. Duvarda süs diye duran Japon katanasını aldım, tüm güler yüzümle bir merasim havasında kınından yavaşça çıkardım. Bir geyşa izliyormuş gibi keyifle bana bakıyorlardı. Sonra ani hareketle katanayı ayaklarını sehpaya yaslamış o göbekli maymunun diz kapaklarına indirdim. Adam ağzı açık sehpanın üzerinde kalan ayaklarına bakıyordu. Kadın refleks olarak kocasına tokat etti ve “Salak onlar senin ayakların” dedi. Adam ayaklarını alarak evden kaçmayı denedi ama ayakları kucağında olduğundan koşamadan yere yuvarlandı. İran halım artık bir vampir köşkü halısına dönmüştü zira rengi sicim gibi akan kan ile boyanmıştı. Karısı ayağa kalktı ve bana “Haklısınız hak etti bu” diyerek adamı ensesinden sürerek kapıya doğru çekmeye başladı. Adam sürünürken ayağının birini düşürdü ve bir eliyle geriye doğru işaret ederken ağlayarak “Ayağım, ayağım orda kaldı” diye barınıyordu. “Kargo ile yollarım size” dedim. Karısı özür dileyerek geri döndü ve üzerine kan damlamasına özen göstererek diğer ayağı da aldı.

Asansörle inerken adamı boş bir çöp kovasının içine koyarak indirdiler, malum site yönetmeliği asansörlerin gereksiz kan ile kirlenmesi yasaktı. Gereksiz kan derken, bir mutfak kazası olur da eli kesilir ya da evde cam kırılır kazayla bir yerleri kesilir bir site sakininin, o zaman sıkıntı yok, birkaç damla asansöre ya da koridorlara düşebilir. Ama misafirlerin kanlarıyla siteyi kirletmemiz ciddi bir yasaktı, onun için çöp kovası içinde indirdiler adamı. Katanayı kınına sokarken kendime söz verdim habersiz gelen kimseyi bir daha eve almayacağım diye. 

Neyse acil servise vardıklarını haber aldım civardaki hastaneden. Vicdan yaptım, birikmiş tüm altınlarımı, ziynetlerim, pırlatanlarımı kasadan alıp acil servise gittim. Henüz yarım saat olmuştu ama ayaksızın karısı siyah, kapalı bir elbise giymiş ve yine siyah tülden bir şapka takmış vaziyette beni karşıladı acil servisin kapısında. “Maalesef yetiştiremedik, çok kan kaybetmiş, kurtaramadılar” dedi. “Ya kovada biriken kanı kullansaydılar” dedim. Kadıncağız “Denediler ama çöpten akıp kovanın dibinde kalan çay suyu ile karışmış kanı, kullanamadılar. Oysa ne çok severdi earlygray çayını” dedi. Tüm ziynetlerimi ona uzattım “bunlar sizin” dedim. Kadın altın dolu mor kesenin içine derince baktıktan sonra gözlerimim içine bakarak nemli yas tutan gözeleri ile şöyle dedi; 

“Kocasız kaldım diye benim için endişeleniyorsun, doğru artık dul bir kadınım ama ne zaman geleceği düşünsem, yitirdiğim özgürlüğümü, onu öpmek isterim ve sonra ölmek, o ise uyurken her şeyden habersiz. Morgda son kez öperek vedalaştım onunla. Diz kapaklarında simetrik dikişler vardı. Keşki yaşasaydı da görseydi o sanatsal dikişleri.” Simetrik dikişler; belli ki biri sanatımı taklit ediyordu. Morga gidip kanının nerdeyse yarısını evdeki halımın emdiği mevtanın dikişlerine baktım. Tahmin ettiğim gibi, kollarını da dirseklerinden keserek tekrar dikmişti simetrik olsun diye. Kol ve bacaklarda farklı iğne ve iplikler kullanmıştı. Sol ayak ve sol kol dikişleri aynı yönde ve aynı oranda boşluklarla dikilmişti. Sağ ayak ve sağ kol da öyle. Burada başka bir sanat vardı. Beni taklit eden değil, beni aşan bir sanattı bu. 

Günler geçtikçe kendimi geliştirmek adına tüm tıp dergilerine ve kitaplarına tekrar döndüm. Hangi ameliyatta hangi simetrik dikişleri kullanabileceğimi önce kağıt kalemle çalışıyordum, sonra da üniversitenin kadavralarında uygulamalar yapıyordum. Ama kadavralarda desen net çıkmıyordu. Sıcak veya yeni soğuyan bedenlerde sanatım ancak kendini gösterebiliyordu. İhtiras böyle bir şey işte. O çılgınca fikir geldiğinde aklıma heyecandan uyuyamadım ve çok değil aynı gecenin sabahına doğru desenleri kendi üzerimde denemeye başlamıştım. Salonun ortasına duvar boyacıların mobilyaları korumak için kullandığı ince muşambalardan sermiştim. Tam ortasına koyduğum sandalye karşı duvardaki aynaya bakıyordu. Ne kadar zaman geçti hatırlamıyorum, oturduğum sandalyenin etrafı boş morfin şişeleri ve kanlı gazlı bezlerle dolmuştu. Picasso’nun atölyesi bile bu kadar özel değildir diye düşünüyordum.

Bir süre sonra neşter kullanırken morfin ihtiyacı hissetmemeye başladım. Sanatımın verdiği heyecan, etkisi geçen morfini unutturuyordu bana. Tekrar morfin vurmak için o kesiklere ya da dikişlere ara veremiyordum. Zamanla o acıya rağmen kendimi kesmeye ve dikmeye alıştım. Sanırım neden bana Dr. Frankenstein dendiğini anlamışsınızdır. Parmaklarımı kesip dikmemeliydim, iğneyi eskisi kadar düzgün kullanamıyorum artık. Aynada çıplak vücudumu izlerken kendimden geçiyorum. Kendi üzerimde kendi sanatımı seyrediyorum.


23 Nisan 2021

Ne dersin

 


Vakit ne vakit ki

Kalkıp gidersin.

Çayımız yeni demlendi.

Sohbetimiz sıcacık.

Dışarda kar ayaz,

sen ne diye gidersin.

Kalsan iki demlik bitene kadar

Düşen kar tanelerini seyretsek

Aşık olsak birbirimize.

Sussak sonra

Kelimeler artık yersiz olsa

Çayın altını kapatıp

Sarılıp uyusak.

Ne dersin?