Hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

04 Mayıs 2022

Beyaza İsyan


Sanki bitmez bir kar yağıyordu. Olduğum yerde bir dakika kadar hareketsiz kalmam kardan adama dönüşmem için yeterliydi. Devamlı koşuyordum, bata çıka hareket halinde kalmaya çalışıyordum. Nefesim yettiğince devam ettim. Ama ne tarafa gittiğimi göremiyordum ki. Sadece yoğun kar. Her yerin bembeyaz olduğu bir dünya çok mu güzel sizce? Başta öyle gelebilir ama hangi renk olursa olsun, tek renkli bir dünya işkence verici. O renk beyaz bile olsa. 

Beyaz beni de yutmaya çalışıyordu. Beyaz bir nokta olmamak için devamlı hareket etmeliydim. Zıplıyordum, üstümü silkeliyordum, dizlerime kadar batıyordum ama boğazıma kadar batmadım diye hala umut ediyordum. Beyazdan başka bir renge ulaşmayı hayal ediyordum. Böyle bir fırtınada bulutların kara bulut olmasını beklersin ama nerde? Bembeyaz bir gökyüzü. Yer gök anlaşmış, beni beyazla boğmaya çalışıyorlar. Çığlık attım isyanıma istinaden, soluğum beyaz bir dumana dönüştü benimle dalga geçer gibi. Ama benim asla beyaza dönüşmeyecek, beyazın tüm bütünlüğünü bozacak bir kozum vardı. 

Evet, bu şeytanca fikir aklıma düştü ve avını pusuya düşürmek üzere olan bir avcının sinsi gülüşü suratımdaydı şimdi. Kırmızı nasıl durur sizce bu sonsuz beyazın üstünde? Nasıl da göz alır öyle değil mi? Beyaz ancak bu işe yarar işte, ancak kırmızının ateşini ve gücünü ibretle insanların gözüne sokmaya yarar beyaz geri fonda. Anladınız siz son kozum nedir. Soğuktan daralan damarlarım ne kadarına müsaade eder bilemiyorum ama beyaza gömülmeden önce bir imza bırakmaya yeterli olur sanırım. Nefret ediyorum beyaz senden. Seni kendi kanımla boyamaya cüret edecek kadar senden nefret ediyorum beyaz. Masumiyetin sembolü müsün sen? Saflığın, temizliğin de mi? Her neyin sembolü isen, bil ki beyaz, sadece bir renksin ve üstüne ne renk gelirse ona dönüşürsün, döneğin tekisin sen beyaz. Şimdi bak, hareket etmiyorum, yağ üzerime, kat beni de tüm beyazlığının içine. Yeşilini yok ettiğin bu çamlar gibi beni de dönüştür kendine. Ama benim köklerimi bileklerimden akan kanım besleyecek. 

Sıra sıra ağaçların gövdelerinden biri gibi oldu batık hareketsiz duran bacaklarım. Tüm vücudumu tek bir parça kütük gibi hissediyorum ama dibime düşen kırmızı kırmızı damlalar yine de gülümsetiyor beni. Beyaz, seni kırmızıya hapsediyorum ve bil ki senin hükmün bittiğinde eriyip yok olup gideceksin. Senden arınarak bu torağa karışacak kanım, rengarenk kır çiçekleri olarak tüm ovayı kaplayacak. İşte o gün, tüm renkler masumiyeti, saflığı, temizliği senin elinden alacaklar. 

Hiçbir duygu tek bir rengin tekelinde olamaz. Kanımla verdiğim bu savaşı kazandım ben beyaz. Artık sen ezik bir renksin. Sen ancak göz bebeğini sarmalayan alaca renklerin güzelliğini ortaya çıkarmaya yararsın. Sen ancak diğer renklere çerçeve olabilirsin. Şimdi git, senin gibi egosu yüksek olan siyah ile iş birliği yap. Belki bir arada daha başarılı olursunuz ama şunu ikiniz de asla unutmayın; kan kırmızısının gücüne asla ulaşamazsınız. Haddinizi bilin ve dünyayı daha fazla kana bulamamıza neden olmayın. Akıllı olun, o kadar.


Sünepe


 “Sünepe!” dedi bana. Hem de bana. Hem de yüzüme. Yüzüme yüzüme. Geri dönüşü yoktu artık. Satır belimdeydi. Sünepe dedi bana ha? Satır artık elimde, belimde değil. Katil olmak kolay, sonrası zor, gelir ya gece sureti mevtanın. “Ne yaptın abi bana?” der. Kafası karpuz gibi yarılmış, satır kenetlenmiş kafatasıyla. Git desen gitmez, kal desen kalmaz, burnundan beyni gelir bir yandan. Bir yandan da “Ne yaptın sen bana abi?” der. Ulan bana sünepe dedin. Yüzüme dedin. Yüzüme yüzüme dedin. Satırı kafaya yedin. Bunu yıkarken kafasına poşet geçirmişler. Yarığı kapatamadıkları için, beyin parçaları akmasın diye. Esasında Mobilya zımbası ile zımbalayacaklardı. Hani o paslanmayanlarından, sonra rahat rahat yıkarlardı. 

Mezarlıkta keman çalan bir karı koca ile karşılaştım. “Neden burada müzik icra ediyorsunuz?” dedim. “Bizi eleştirmeden dinleyen sadece ölüler.” dediler. İki bunak, Beethoven’den halice, mezar taşlarından notalar okuyormuş gibi onlara bakarak çalıyorlardı. Benim göremediğim notalarla benim ölüm marşımı çalıyorlardı. Benim marşım, sadece ben ölünce çalınacak olan o marş. Viyolonseller ve kemanların vals ettiği marşım. Melekler huşu içinde bekliyorlar marşımın bitmesini. Bitince paketleyip götürecekler beni hak ettiğim yere.

Savaştan kaçmadım ama savaşmadım da. “Benim savaşım değil” dedim, dışında kaldım. Tüm dünya girdi içine, ben dışında kaldım. Bir zorbanın arkasından milyonlar ölüme gitti, bıyığı bile yarım olan adamın kölesi oldular ahmaklar. O bana “Sünepe!” dedi. Hem de yüzüme yüzüme dedi. Ne yapacaktım başka. Evet, savaşmadım, öldürmedim kimseyi sebepsiz yere. Ama çaktım satırı onun kafasının ortasına, çünkü bu kez bir nedenim vardı. 

Kemanlar viyolonselleri ne kıskanıyorlar, onları bastırmak için daha kalabalık gelmişler şefin orkestrasına.” Ne çalalım?” dediler, “Şefin tabağını çalın.” dedim. Abuk abuk baktılar yüzüme. Hadi de. Desene sen de bana “Sünepe!”. Sonra ne olacak o keman yayı gör. 

Şansölye asla tek başına bira içmezdi. “Prost!” diye bağırdığında mekânda kim varsa kadehlerini kaldırır onu geri prostlarlardı. Gelmedik yüz yüze, göz göze bir kez bile, ama gelseydik, o da deseydi bana “Sünepe!”, hele de yüzüme yüzüme. Ha işte yarım bıyıklı o mavişi orda indirirdim bira şişesiyle. Fransız kızlar, İtalyan pizzacılar ve Polonyalı dansçılar, hepsi bana şükran duyarlardı. Bu iki bunağın bana bestelediği marşı, mezar taşımın yanında dinlerlerdi. Dünyanın içine eden de bir deli, o deliyi yok edecek de ancak bir deli. Delinin hakkından deli gelir. Deliyim evet, ama sakın, sakın bana “sünepe” deme. Hem de yüzüme yüzüme. Keserim, yakarım, önce keserim, sonra yakarım. Bir mezarın bile olmaz ki sevdiklerin gelsin de sana dua etsin. Öyle kayıp ilanlarında resmin, onlar da ancak ona bakıp bakıp ağlaşırlar. Bilmezler ki küllerin hangi kırlarda hangi çiçeklere hayat olmuştur. O çiçeği çekip koklarlar ama alamazlar senin kokunu. Ben yazarsam kaderini, okuyan okuduğuna pişman olur. 

Elbet barış diye beklenen, arzu edilen bir süreliğine gelecek. Ama bir süreliğine. Bıyığı tam olsa da aklı yarım olan, arkası tam olsa da insafı olmayan başka bir adamı başlarına taç yapacak bu salaklar. Evet hepsi salaklar. Dünyayı kullanma kılavuzunu okumadan kullanmaya kalkan salaklar. Bozulunca da yenisiyle değiştiremeyeceklerini anlayacak salaklar. 

Değiştirin şu şarkıyı dedim bunak karı kocaya. “Biz başka nota bilmeyiz, ezelden beri bunu çalarız.” dediler. Ama hani benim marşımdı bu. Hani sadece ben ölünce, nasıl yani, boşa mı kuruldu bunca cümleler. Bakmayın lan şaşkaloz şaşkaloz. Devam edin bildiğinizi çalmaya. Es vermeyin portrede yazıyor olsa da. Hele art arda iki es hiç vermeyin. Es-es, nefret… Es-es, çocuklar ölü…Sessizlik her yerde. Suçlular es-es…Pas geçtiler, anlaşmalar, mahkemeler, sembolik infazlar, kadınlar kocasız ya da kolsuz bacaksız. Resimlerde çizgili giysili insanlar, kurumuşlar deri kemik, vagonlarda istiflenmişler, ocaklarda yakılacaklar. Ah o yarım bıyıklı, bana bir “Sünepe!” deseydi. Yüzüme yüzüme deseydi. Satır belimde tekrar, elimde değil. Bekliyorum nasıl olsa çıkacak tüm salakları arkasına takacak biri daha. Desin demesin, satır sonrasında yeniden elimde. Sonra da kafatasına monte. Bir satır yeter dünyayı kurtarmaya; en azından bir süreliğine.  


20 Şubat 2022

Tebelleş

 


Tebelleş oldu başıma. Tebelleş dedim, bela değil, kara bela da değil. Sadece tebelleş oldu başıma, başıma; tam baş ucuma. Soydum elmayı soyar gibi dertlerimi ruhumdan. Ruhum üşüyor, titriyor. Evet evet, üşüyorum gerçekten. Kendini ısıtamayan sobanın ateşi cılız mı cılız. Beni de ısıtamıyor. Kar yok, ama ayaz var. Kar olmadan olan ayazlar kar gelecek dedirtiyor. Ama sadece dedirtiyor. Gelmiyor o kar. Kar topu savaşı sevemem ama kar topuyla oynamayı severim. Kar topu, toplu kar, ya da kardan toplar, bir sürü, sürü sürü toplar, ama kardan. Yoklar ama, ayaza rağmen yoklar.

Sobaya odun da yok fazla. Elmanın kabuğu ne güzel kokar yanan sobanın üstünde. Elma kızıyor bana kabuksuz kaldı. Kabuk yanıyor inceden, kokusu tüm odada. Elma karardı elbisesi yok diye. İçim karardı benim de dışım aynı. Bahar gelecek, gelecek bahar da gelecek, biliyorum. Gelse, kapıyı çalar, açar mıyım ben kapıyı? Açarım, ama kaç kez çalarsa? Bilmem, uyumak istiyorum, kış uykusu ya da baharı bekleme uykusu. Bildiğin uyku, rüyalı, rüyasız, gözlerini kapatarak olanından. Gözü açık uyuyan kimseler de var, var ama görmezler. Gözleri açık uyuyanlar rüya da görmez, burnuna konan kara sineği de görmez. Kara sinekler alınganlardır sivri sineklere göre. Bok sineği ne yapsın. Boka tek konan o mu ki. Konar konar, sivrisi de karası da boka konar. Konar konar. Peki kokan nedir; elma kabuğu yanınca bok gibi kokar. Ev kokar, soba korkar, elma çıplak, kararır, sinekler adalet arar, avukatları ben olurum bu boktan davada.

Aç karnımı doyurmak için, açlıktan ölmemek için, mahalle mahalle gezerim. Geziyorum da ne yapıyorum, para kazanıyorum. Kazanmak, para kazanmak, parayı bulmak mı kazanmak mı? Kazan-kazan, leğen-leğen diye bağırmak. Çamaşır asan kadınlar varsa balkonlarda, sesim daha gür çıkar elbet. Gürses, ama ucuz leğenler, plastik tabureler ama sesim nasıl da gür. Şakıyorum bülbül gibi, lazımlık satan bir bülbül gibi. Ekmek parası, bazen de kahvede okey parası. Çifte okeye gidenleri patlatmayı çok severim ama ben gitmem çifte. Gitsem de varamam. Nefesim yetse, nefsim yetmez.

Kahveci tepeledi beni, tepem olamadı ama kıçımda tekmesinin izi oldu. Mekânı var diye üstün benden, mekânı var diye ben ondan ezik. Ezilmedim ama o ezmeyi seviyor. Seviyor mu yoksa başkacasını bilmiyor mu bilmiyorum. Takılıyorum tekme izi kıçımda, içimde susturulmuş dış sesim. “O da adam mıymış, armudun dibine elma mı düşermiş” diye sesleniyor iç organlarımda yankılanarak. Babası babamın kankasıydı. Aralarında hesap kitap olmazdı. Kahveler içilir, beyazpeynir-domates tostlar cayır cayırdı okey masalarında. Taşlar yağ olmasın diye tost arası yapılırdı. Devre arası gibi tost arası, ama herkes aynı sandalyede. Taşları aynı sandalyede çalmaya devam.

Ben yine iyiyim, babam hamaldı. Hamal olmak, leğen satmak, leğen satan ya da hamal olan. Hamala leğen taşıtan, leğene hamalı koyup taşıyan. Leğenlerden ve hamaldan nefret eden. Ha işte o ben.

Gözünü bahara açan, tam açamasa da kırpan, kırpıp kırpıp sonra bir süre yumulu tutan. Ben yumulu gözlerimle neler görürüm ben. Yumulu gözlerim, kesik dilim, tıkalı burnum, kulaklarım ise kepçe. Kepçe ama çorba kepçesi, en derininden, sapı en ince olanından. Fare tıkırtısını duyar bu kepçeler, duyarım duyarım, duyarlıyım tüm farelere.

Okulda gülmeselerdi kepçelerime, kahveci olurdum belki. Böyle her masaya ısmarlasam kaşarlı tosttan. Beyaz peynirli domatesli değil ama, çift kaşarlı, çiftin çifti de olur. Erisin kaysın kaşarın yarısı arasında. Dostluklar baki kalsın masamızda.

Kahveci yaklaştığımı gördü. Leğenleri çektim kapısının önüne.  Yüzünün lanetli tarafını döndürdü. Belinde sıralı meyve bıçakları. Tekmeler mi yine beni. Yoksa çürük elma muamelesi mi. Çürüğüm varsa da benden değil. Çürük olmak kaderim, suçum değil. Çürüğümü yeme kardeş, kabuğumu da soyma. Kabuksuz ayaz var bana, kararmak da var sonrasında.

Okey oynasak ama kahveci gitse. Babalarımızın anısına uğramasa bana bugün. Çalmam taş falan, oynarım harbisinden. Hem harbisinden hem de keyiflisinden. Ben keyiflenince masa da keyiflenir. Domatesler erir peynirin içinde bir kabuğu kalır. Kabuğu olmayan ne var bilemedim.

Ha köpek leşi ha ben. İkimizi de yoldan toplayan yok. Leşim mi olur cesedim mi? Ölümü yıkayan karar versin. Leş olmak için az kirliyim, ama kimse ölçemez. Var üstümde bir kara leke babamdan gelen, ufak leke esasında ama çıkmaz çamaşır suyuyla bile. Yıkandım yıkandım, yalnızlıkla çitilendim, çay bardağında rakılarla durulandım. Ama temiz pak olamadım. Kokmadım da ama temiz de olamadım.

Yırtılmış fotolar

 


Valiz elimde evden çıkmadan bir daha döndüm yırtılmış fotoğraf artıklarına. Eğilmeden yere baktım, bir parçasını yanıma alsam mı diye. Sonra eğilip almayı onu önemsemem addettim. Onu değil ama parçaladığım geçmişimi çiğnedim ayağımdaki botlarla. Botumun topuğunun izi yüzüne denk gelmişti gelinlikli resminde. Geline hakarettir dedim uzandım aldım yerden o parçayı. Paltoma sürerek sildim botumun izini ama tam çıkmadı. O şekilde bırakamadım onu geride cebime koydum. Onu maziye gömemedim mi yoksa onun bir parçasını geleceğe taşımak mı istedim bilemiyorum. Ama bunca fotoğraf arasında çocuklarımızın resimleri olsaydı, olabilseydi. Neyse. Deşmek yaraları, suçlu aramak ayrılışlarda kime ne kazandıracak.

Güneş bırakmadan sokak başını yetişmeliyim ona. Ta o zaman, Heybeliada’da bir grup gençken, onu o gün öpemediğim için güneşi kaçırmıştım. Sinan tutmuştu o gün güneşi, flört etmişlerdi üç beş ay. Belki Sinan askerde şehit olmasaydı evlenirlerdi. Sinan’ın güneşini çaldım ben, tabi ki yırtar o fotoğrafları. Tek tesellim onu gerçekten sevmiş olmam. Ama bu ikimize de yetmedi. Birimiz ne kadar çok severse sevsin diğeri boşsa her şey boş.

Merdivenlerden inerken alt komşumuz Madam Sonier kapısını araladı çöpleri dışarı bırakmak için. Her zaman bir bahanesi olur zaten merdivenlerde bir ses duyduğunda kapıyı açsın diye. Buruş yüzünde farklı bir tebessüm vardı bu kez. Heybeli’den beri yanımızdaymış gibi, hatta Sinan gibi baktı bana. Ona sarılmak istedim ama söyleyemedim. Sadece valizimi yere bıraktım ve ona bakmaya devam ettim. Kollarını açtı kısa cılız kadın. Sülaleme sarılır gibi sarıldım ona. Eğildim sarılırken başım omzuna denk gelsin diye. Kulağıma fısıldadı; “Bu kez güneşini kaçırma. Yüzünü hep güneşe dön ve sadece yürü yavrum. Arkana bakmadan yürü.”

Apartman otomatiği söndü “lafı bitti” der gibi. Işığı açmak için ondan ayrıldım ama tekrar ona döndüğümde kapısını içerden kapatıyordu. Kapının koluna astığı ekmek torbasına cebimdeki fotoğraf parçasını bıraktım. Dışarı bıraktığı çöp torbasını bir elime, valizimi diğer elime alıp apartmandan çıktım. Sokağın başında çöp arabası son torbaları topluyordu. Hem güneşime hem çöp arabasına doğru heyecanla koşuyordum.

15 Mayıs 2021

El Turco

 


Kurtuluş gününü kutluyorduk. Tarih 4 Temmuz 1988. Los Angeles’tayım. Askere gitmemek için kaçmıştım Amerika’ya, daha yaş 22 o zamanlar. Öyle bir kaçmışım ki askerlikten, Amerikalının bayramını 23 Nisan gibi kutluyordum. Türk olmayı özledim be kardeşim. Şartları değiştirelim diye benliğimizi değiştirdik. Şimdi istesem de o eski ben olamam ki. 

Cinayet masasında dedektif oldum. Önce devriye polisiydim tabi. Ama bir çeşit terfi aldım sayılır beş sene önce. Öldürülmemesi gereken bir suçluyu, işkence çektirerek geberttim. Ama tüm öttüğü bilgileri de terfiim için kullandım. Cesedinin yerini de azılı rakibine haber verdim ve onlar oraya vardığında da başka ekiplere suç üstü yaptırdım. Temiz işti, Türk işi yani. Hem pislik temizlendi hem de yeni pislikler ifşa oldu ve ben de terfi almış oldum. 

Cinayet masası en bereketli yerdir bu şehir için. İş hiç bitmiyor anlayacağın. Öldürülen genç yaşlı beni pek etkilemez. Öldürülme şekli farklı ise ilgimi çekiyor ancak. Standart silahla vurma yada bıçaklama çok sıradan geliyor. Katili yakalamaya pek motive olamıyorum. Ama asitte eritme gibi vakalar çok ilgimi çekiyor. Lisede de en iyi dersim kimyaydı zaten belki ondandır. Dişi bile kalmıyor maktulün. Genelde bir otellin küvetinde eritiyor cesedi. Tertemiz bir banyo bırakarak çıkıyor gidiyor otelden. 

Seri cinayetler uzmanlık alanım oldu. Çünkü bende seri bir katil olma potansiyeli var. Seri katil olmak derin bir zekâ ister. Onca cinayetin ardında göstermek istedikleri sadece üstün zekalarıdır. Zekâ ne derece yüksekse cinayetler o derece benzersiz olur ama bir o kadar yakalanmak isterler ve gizli ipuçlarını kasti bırakırlar meydan okurcasına.

Beni mesai arkadaşlarım “el turco” diye çağırırlar. İsmimi Jonathan yaptılar ama memleketime karşı yüzüm düşük olsa da özümü söylemekten asla çekinmedim. Bazen bana sorarlar bazı davaların içinde, sizin Türkler olsa burada ne yapar diye. Bilmiyorlar ki ben Türklükten kaçmış ve korkaklığı yüzünden de Türklükten men edilmiş bir yüz karasıyım. Türk olmaktan övünememenin boşluğunu kimse bilemez kardeşim. Türk gibi hisset ama ben türküm diyeme. Asker olmamak için elin kölesi olduk bu diyarlarda. 


Kara uçurtma

 


Bayramları severdim ama çocukken. Bizim köyde pek çocuk eğlencesi yoktu. Bayramlar yaza ya da bahara denk geldikçe uçurtma şenliği yapılırdı arka yamaç tepelerde. Komşu köylerden de gelenler olurdu bizim tepelere. Orda önce renklerini, sonra kuyruğunun uzunluğunu yarıştırırdık uçurtmaların tüm çocuklar. Arife günü dahil kimse kimsenin uçurtmasını göremezdi. Kasabaya babamla uçurtma için malzeme almaya indiğimizde komşularla kırtasiyede karşılaşırsak bir şey almadan geri çıkardık, ta ki onlar mağazadan çıkasıya kadar. Öyle bir heyecan sarardı ki bayram gelirken Ramazan nasıl geçerdi anlamazdık. Oruçlarımızı şevkle bir an evvel bayram gelsin diye açardık. Babam en çok kuyruğunu önemserdi uçurtmanın. Kuyruğa yüzlerce küçük kuyruklar eklerdi ve öyle uzun tutardı ki uçurtma göğe yükselmişken bile nerdeyse kuyruğu yere değecek gibi olurdu. Babam derdi ki; “Bir ipini uzun tut, bir de kuyruğunu uzun ve sağlam yap. Kimseler senin yanına yaklaşamaz.”

Vurdular babamı ben daha delikanlı bile değilken. Malum toprak yüzünden, kan davası. O vuruldu uçurtmam da vuruldu, kuyruğu, ipi koptu. Nereye düştü, hangi tele takıldı bilemem. Ama o alçaklar çocukluğumu çaldılar benden. Anam elime dedemden yadigâr altıpatları verdi. Babamın kanı yerde kalmayacakmış. Kanı yerde kalmadı, 17 yıldır bu mahpushanedeyim işte ama uçurtmam hala o tellerde kaldı. 

Bir haftaya çıkacağım, cezam bitiyor. Sinyali verdim gardiyana, istediğim malzemeleri getirecek. Eline tutuşturduğumda listeyi afalladı ama tamamdır dedi sonradan. Getirdi malzemelerimi ertesi günü. Kara bir uçurma yaptım. Benim bahtım o ya, havalansın kara uçurtma. Ama kuyruğu umutlarım, öyle bembeyaz upuzun. Çıkınca çok vaktim olmaz diye burada bitirdim uçurtmayı. Zira ana ocağına gitmeden bizim tepelere varacağım kara uçurtmamla. Salacağım yükseklere görsün tüm köy halkı. Bilecekler ipin ucunda kim var. Gelsin sıksın sonra sıkacak olan bana. Bıraksam da uçacak bu kara uçurtma. Gövdesi pes etse beyaz kuyrukları düşürmeyecek onu.


Galoşlar

 


Galoşlar hala ayağımdaydı. Hastaneden çıkmış iki üç sokak öyle sessiz yürümüştüm. Oysa ne kadar umutluydum onun yaşayacağına dair. Ameliyata girerken asansörde elimi tutuyor ve bir daha beni göremeyecekmiş gibi bakıyordu. Ama bir yandan da üzülmeyeyim diye bu hazin vedasını bana belli etmemeye çabalıyordu. Şimdi o bakışlarındaki vedayı çözüyorum. O an için “bu doktorlar beni kesip biçecek, sen de yanımda olsan keşke” bakışı sanıyordum ama şimdi anlıyorum; onlar veda bakışlarıymış.

Kaldırımın birine çöktüm kaldım. Hastaneden çıkışımdan oraya gelip çökene kadar henüz ağlamamış olduğumu fark ettim. Ellerimle yanaklarımı yokladım; “acaba ağladım da farkında mı değilim?” diye. Galoşları çıkardım yırtılmamasına çabalayarak, neden yırtılmasın diye çabaladıysam. Hemen sağımda duran gider ızgarasından içeri attım yırtmadan çıkardığım galoşları. Parmağımla iteledim tam içine düşsünler diye. Oturduğum kaldırımın biraz ilerisinde olan otobüs durağını ve orda bekleyen genç pempe bereli, lüle lüle uzun kızıl saçlı genç kadını fark ettim. Tanıdık bir yüzü vardı, tanıyordum onu sanki. Sanırım ızgaradan attığım galoşları görmüştü ve yaramaz bir çocukmuşum gibi bana kızgın ve eleştiren gözlerle bakıyordu. Yüreğim yanıyordu, canım acıyordu. Ama yine de o bakışlardan dolayı suçluluk hissettim. Duraktan bana doğru yavaş adımlarla gelmeye başladı. Bana atacağı o nutuğu dinlemek istemiyordum. O bana yaklaştıkça ben ızgarayı kaldırmak için yukarı asılmaya başlamıştım. “Hayır” gibilerinden kafasını sağa sola sallıyordu. O yaklaştıkça daha sert asılıyordum ızgaraya. Bir kaldırabilsem şu ızgarayı, o gidere bir ulaşabilsem. Izgara kımıldadı biraz ve o bunu fark edince “sakın” diye bağırdı. Aramızda birkaç adım kalmıştı ama ben hafif aralanan ızgarayı hala tam kaldıramamıştım. Gücüm azalmıştı ve çok az aralayabildiğim ızgarayı tekrar geri bıraktım. Bırakırken serçe parmağım sıkıştı ve kısa bir çığlık attım ama kurtardım parmağımı bir şekilde. Serçe parmağınım karnıma basıp, acısını geçirmeye çabalıyordum. İki büklüm kaldırımda kıvranırken onun yanımda oturmuş beni tebessümle izlediğini gördüm.

“Çok mu yandı canın?”

“Evet Gülizar, tüm hücrelerim acıyor sanki.”

“Ver o elini bana lütfen.”

“Yok Gülizar, benim hatam. Ben batırdım her şeyi.”

“Ver öpeyim, acısı kalmayacak.”

“Ama otobüsün geliyor. Bak farları gözüküyor.”

“Şoför bekler, beni almadan gidemez zaten.”

“Beni de alsa otobüse.”

“Almaz, alamaz. Seni durağın bu değil.”

“Ufalsam, çantana girsem. Sesim çıkmaz. Beni de götür.”

“Bu bereyi sen almıştın ilk çıktığımız gün, hatırladın mı?”

“Evet aşkım, saçların ne güzeldi böyle lüle lüle, kızıl mı kızıl.”

Gözyaşlarımı sildi avucunun içiyle. Otobüs yanımızda durmuştu ve şoför bize baktı. Tam oturduğumuz hizada duran ön kapıyı açtı ve ona seslendi;

“Bakıyorum güzel saçlarınıza kavuşmuşsunuz tekrar hanımefendi?”

“Evet, artık saçlarımı benden alamazlar.”

“Geç kalmasak iyi olur hanımefendi.”

Gülümseyerek kalktı kaldırımdan, otobüsün basamaklarını okula giden bir anaokulu öğrencisi heyecanıyla hızlıca çıktı ve başka hiçbir yolcunun olmadığı otobüste yeni başlayacak yolculuğunun sabırsızlığını yaşıyordu. Artık beni görmüyordu. El salladım, görmedi. Otobüs uzaklaştığında galoşların hala ayağımda olduğunu fark ettim. Ağladım, ağladım, göz yaşlarımın o ızgaradan akıp gideceği kadar ağladım. 


İdolümsün


Kocası kasabanın en zenginiydi. Görücü usulü evlenmişlerdi ama adam nedense ona deli gibi aşıktı. Her istediği kadını elde edebilecek bir adamın neden ısrarla onunla evlendiğini hiç anlamamıştık. Tüm kasaba bu esrarengiz evliliği çözümlemek için her türlü dedikodu kanalarını 7/24 açık tutuyorduk. Reçelci Rosemary’nin dükkanında kahve çektiriyordum bir sabah. Posta arabasının getirdiği yeni basma kumaşlardan elbiselik seçiyorlardı bizim Maryann ve July. Onlar konuşurken duymuştum, bizim dişi Avarel, ki ben ona kasabamızın bankasını defalarca soyan Dalton kardeşlerin en çirkin ve en uzun boylusuna benziyor diye bu adı koymuştum, yoksa gerçek adı Angelina’ydı; zengin kocasını bırakıp ortalardan kaybolmuştu. İlk aklıma gelen Avarel’le kaçmış olmasıydı ama kimseye diyemedim. Birkaç hafta sonra onu oduncular çarşısında gördüm. 

“Merhaba Angelina, görünmüyordun uzun zamandır”  

“Eee yine geldik kümese” dedi isteksiz ve mutsuz. 

“Tüm kasaba seni çok özledik. Pazar kiliseye geleceksiniz dimi kocanla?”  

“Miraç Kandiliniz mübarek olsun” dedi bana. Aval aval baktığımı da görünce; 

“Ben Müslüman oldum, bugün kandil” dedi. 

O zaman Avarel’in kardeşlerinden ayrıldığını ve soygun yapmaktan vazgeçtiğini, şerif Taytıs’a kendi ayaklarıyla gidip teslim olduğunu anımsadım. Aşk nelere kadir diye düşündüm; adam soygunu bıraktı, bizim Anjelina da Müslüman oldu. Gizli aşklarını ben çözmüştüm ama diyemedim. Ahmak kocam, Dalton kardeşlerin muhakkak Avarel’i kodesten kurtarmak için geleceklerini, fazla çarşı pazara bu aralar çıkmamı söyledi. “Bugün gelsinler artık.” dedim ben de; kocam manasız baktı bu isteğime, kasaba o kadar sıkıcıydı ki hareket istiyordum. Anjelina beş çayına geldi sonra. Kocasından habersiz bir fotoğraf yaptırmış heyecanla bana gösteriyordu. 

"Güzel çıkmış mıyım Elizabeth abla?"

"Saçlarını açsaydın keşke."

"Abla sabunum bitmiş, yıkayamadım on beş gündür. Ondan açamadım."

"Ee niye çektin bu resmi o zaman? Posta arabası en erken bir ay sonra gelecek. Daha çok beklersin sen sabunu."

"Avarel şerifin ofisinde hapiste. Ona bu resmimi ulaştırır mısın ablam? Özlemimden kahroluyordur o şimdi." 

"Şerif Taytıs beni neden içeri alsın ki?"

"Elizabeth abla, zamanında seni onu neden içeri aldıysan o da seni ofise ondan alır merak etme."

"Anjelina. Ne diyorsun sen? Sessiz ol, benim herif verandada pipo içiyor. Duyacak."

"Duymaz abla, o verandada uyurken, Şerifi yukarı odaya almadın mı sanki?"

"Sen benim evimi mi gözetliyorsun?" 

"Kızma abla ya, ben sana özenerek Avarel’le oynaştım zaten, ama aşık oldum ona sonradan. Dinimi bile değiştirdim onun için baksana."  

Çok kızgındım öfkemden duvarları yumruklamak istiyordum. Resmi aldım elinden hışımla.

"Benden haber bekle. Sana aşkını getireceğim."

"Gerçekten mi Elizabeth abla. Bak söyle, bu akşamsa gidip sakalımı bıyıklarımı alayım."

"Uğraşma anlamaz Avarel. En kısaları Joe olsa işin zordu."

"Elizabeth abla, şeriften sonra Joe’yla da mı yattın? İdolümsün valla sen benim."


Beyaz Takımlı


Beyaz takım elbiseleriyle ölmek için çok şıktı. Boynundaki kırmızı fuları yaşını gizliyordu. Çok genç değildi ama yeterince yaşlı da değildi ölmek için. Bitmemiş inşaatın bitmemiş son katından saldı kendini. Yere çarpmadan yarım sökülmüş iskele demirlerine, oradan da çimento karıştırıcısına pinpon topu gibi sekerek çarptı.

Yerdeki cesedine bakarken “keşke beyaz giymeseymişim bugün” diye düşündü. İnşaatın tüm kiri pası, bir de ağzından burnundan sızan kanlar, hepsi beyaz takım elbisenin üzerindeydi. “Kimliğim cebimde mi acaba?” diye düşündü. Zira kendisi bile kendini tanıyamıyordu baktığında.

Sonra kara bulutların geldiğini ve hızla alçaldığını fark ettiğinde artık ondan geriye kalan cansız bedeni onu pek ilgilendirmiyordu. Çevredeki tüm ağaçların yaprakları dökülmüş, tüm kuşlar ölmüş yerlerdeydi. Sadece bir uğuldama sesiyle beraber ona doğru gelen kara bir sis vardı. Güneşi görmek için yukarı baktı, gördüğü tek şey atladığı yerden ona bakan kendisiydi. “Çok yanlış yaptın” gibisinden bakıyordu temiz beyaz takım elbiseli kendisi. “Koca bir hayat bile değmez bir gözyaşına diye düşündü ve nerden yardım isteyeceğini bilemeden olduğu yerde çömeldi, titremeye başladı. Sis onu sardı sarmaladı, nefes gibi içine doldu. İstemsizce kendini bıraktı sisle gelen rüzgâra. Hızlanan ve yavaşlayan rüzgârın içinde sararmış bir yaprak tanesi gibi sürükleniyordu.

Rüzgâr hafifledi, onu hiçbir yerinde tümsek olmayan dümdüz kurak toprak bir alana bıraktı. Yine güneşi görmek için yukarı baktı ama sadece gökyüzünden ona doğru sallanan kürekleri gördü. Küreklerle aşağı atılan topraktan çok azı ona isabet ediyordu. Ama ona değen her toprak parçasında içi rahatlıyor, genişliyor ve daha çok toprak ona değsin diye kımıldamaya çabalıyordu.

Ama nafile. Ağlayanlar vardı yukarda. Uzanmak istedi kimler var diye, boynundan demir halka ile toprağın dibine çekiliyordu her niyetlendiğinde. Bedenini oynatamayacağını fark edince ruhen çıkayım dedi yukarıya, kara sisten olan ellerin tutuğu mızraklarla tekrar bedene itelendi geri. Ağlayan bir kadın vardı hala, duyuyordu, ama sesinden kimdir çıkaramıyordu. Zaten zihninde hiçbir isim ve yüz de kalmamıştı. Tüm alemde tek yaratılmış kendisiymiş, hatta Adem olan oymuş gibi hissediyordu. Yaşlıca tok bir ses o kadına seslendi; “Koca bir hayat bile değmez bir gözyaşına.” O kadın da sustu sonrasında. Ne ses kaldı ne ışık.

Davet edilmeden gelen ufak büyük tüm sürüngenler ordaydı artık. Onlardan tiksinmiyordu ama yavaş yavaş hareket etmeleri onu çok rahatsız ediyordu. Hızlıca işlerini görseler bari diye düşündü. Geldikçe geliyorlardı ama sadece üstünde dolanıyorlardı. Sanki her biri onun üzerinde gezinip sırasını bir sonraki gelene bırakıyordu. Keşkeler için çok geçti artık. Beyaz kefene sarılmaya çalıştı, boynundaki fuları bir sürüngendi artık.

02 Mayıs 2021

Ben Zeynep

 


Yiğidim ben Zeynep,

Rabbimin selamı ve rahmeti üzerine olsun. Bilirim pek bi şaşırmışsındır bu mektubu okurken. Zira ben okuma yazma bilmem. Muhtara da utanırım diye gidip yazdıramam. Köye bir muallime geldi, Suna abla. O yazıyor sağ olsun bu mektubumu sana. Kader arkadaşı olduk onunla. Sen ve diğer yiğitler gittikten sonra, mektebe giden on üç yaşında çocuklara kadar aldılar askere. Mektepte öğrenci kalmadı, o da bizim gibi cepheye yardım ediyor. Öyle tanıştık zaten, beraber çarık dikiyoz, çorap örüyoz onları güzelce paketliyoz cuma günleri gelen komutana teslim ediyoz.

Çarık çorap örerken, hep seni düşünürüm. Esasen hep düşünürüm de çarıkları bitirirken son ilmiği arkasında üst üste  düğümlüyorum, düğümlüyorum belki bir çifti sana denk gelir de benim ördüğümü bilirsin. Bilesin ki gölüm de sana üst üste düğümlüdür. Ne uzak açar, ne zaman açabilir o düğümleri.

Yiğidim Ali, bilirim ki şehadet ancak bizi ayırır. Duysam ki Alim şehit düşmüş, bil ki Zeynep kahrolur, sana kavuşamadı diye değil, şehit olup seninle cennette görüşemem diye.

Hem isterim sana kavuşmayı delicesine, hem de derim kendime her gün, dönmezse de üzülme, o şehittir, mekanı cennettir diye.

Eğer sağ isen, bu mektubu okurken bil ki, gönlüm senin hasretinle yanıyor olsa da, analarımızdan atalarımızdan gördüğümle derim ki, "ya şehit ol, ya gazi. Yeter ki o gavur ayağını bir daha bu topraklara uzatamasın. Bilsinler ki, yiğitlerimizi kahpece harcasalar bile, o yiğitleri doğuran kadınlar hayatta iken bu topraklarda kalamazlar.

Alim, yiğidim, muallime Suna ile sarıldık birbirimize biraz. Ağladı o yazamadı bi süre, ben de ona sarıldım ağladım. Dedi ki, Zeynep, Alin sana kavuşacak, biz de tüm gavurları denize gömeceğiz inşallah.

Alim, ben hiç mektebe gitmedim ama köyde duyardım ki en doğruyu hep muallimler söyler. Suna ablam doğru söylüyor yine değil mi? Onları denize gömüm bana geri döncen değil mi Alim.

Suna ablam yazarken başını sallıyor evet diye. Alim, yiğidim, çarıklarının arkasında ki düğümlere bakmayı unutma. Beni, seni seveni, unutma Alim.

Hadi kal sağlıcakla,

Gazan mübarek olsun

Zeynep


25 Nisan 2021

Son şiir

 


O inlemeleri arasında hep aynı cümleleri tekrar ediyordu; “Benim yüzümden, benim yüzümden. Beni de alın, beni de gömün.” Bir annenin acısını anlamak mümkündü tabi ama kendi canına kendini asarak kıyan bir ergen çocuğun ölümünden neden kendini bu denli sorumlu tutuyordu? Kocası Melik Bey, aynı zamanda bahriye mektebinin baş kâtibi, kollarından onun ayağa kaldırmaya çalışanlara çabuk olmalarını ister şekilde işaret etti. Hızlı adımlarla en yakın odanın kapısını açarak eşini oraya taşımaları doğrultusunda kafasını salladı. Kadıncağız kocasının bu işaretini fark ettiğinde bir katil görmüşçesine nefretle baktı sözüm ona aynı acıyı paylaşması gereken ama öyle gözükmeyen kocasına. 

“Tutturdun bahriyeli olsun, beyaz üniformalar giysin diye. Al işte beyazlara kavuştu oğlun. Kefenlere büründü oğlum.”

Melik Bey, çevredekilerin bakışlarından rahatsız onu bir an önce odaya koymak için kollarından tutan komşulardan birini hafif iterek yerine geçti ve onu kabaca kaldırmaya ve içeri çekmeye çabaladı. O güçsüz kadın bir anda nasıl bir kuvvetle o adamın yakasına yapıştı ve kalktı? Herkes şaşa kalmıştı.

“Melik Bey, mutlu musun Melik Bey? Oğlum, canım, Cemal’im beyazlara büründü. Oldu mu istediğin?”

“Behiye hanım, yeter, acını içinde yaşamalısın. Bırak yakamı. Bak herkes bize bakıyor.”

“Herkes… evet. Herkes… biz onlar ne der diye yaşıyoruz değil mi? Bahriye nazırı Melik Bey’in oğlu şair olmuş, meftun meftun şiirler yazıyor diyeceklerdi değil mi? Bir baba olarak ne büyük kâbustu senin için. Bitti… bitti kâbusun bitti… gitti. Hurma gözlüm, yumuşak başlım gitti…”

Melik bey yakasını kurtarmak için onu arkasındaki kanepeye doğru itti. Yaveri olan esmer uzun boylu subay Turgay bey Melik beyi dışarı götürmek üzere oradan uzaklaştırdı.

Son kuvvetini de Melik Bey’e haykırarak kullanan Behiye Hanım kanepeye yığılıp kalmıştı ve kadınlar yine bileklerine alnına kolonya sürerek onu ayıltmaya çalışıyordu. 

Melik bey ve diğer yakınlar cenazeyi takip ederek ağır ağır mezarlığa doğru ilerlediler. İmam kısa ve hızlı kıldırdı cenaze namazını. Herkes olayın üzerine bir an evvel toprak atmak ister gibiydi. Herkes intihar eden ergen bir çocuğun hikayesi unutulsun istiyordu.

Tabuttan çıkardılar mezara defnetmek üzere. Kıbleye yüzünü çevirdiler. Başını altına az toprak koydular rahat dursun diye. Melik bey donuk, tepkisiz mezara bakıyordu. Yaveri Turgay Bey ilk toprağı atması için küreği ona doğru uzattı. “Ben mi?” gibilerinden baktı önce yaverine, sonra çok kuvvetlice olmasa da aldı küreği ve sapladı yığılmış toprak birikintisine.

“Dur hele Melik Bey?” diye ağlamaklı tanıdık bir sesle irkildi. Küreği sapladığı yerden çıkarmadan sese doğru döndü. Cemal’in dayısı, edebiyat hocası Akif beydi bu tok ve acılı sesin sahibi. 

“Toprakla örtmeden yeğenimi, veda seslenişini dinleyelim önce. Son yazdığı şiirdir bu. Dünün tarihini atmış üstüne.”

Melik bey sanki oğlunu ölüm haberini o an almış gibi sendeledi ve sapladığı küreğe yaslandı ayakta kalmak için. Subay Turgay Bey koluna girdi hemen. 

“Tut onu tabi subay bey, tut ki yıkılmasın mezarın içine dinleyince. Gerçi yaşasa da mezarda artık o.”

Şiiri hakkıyla okumak için burnunu ve göz yaşlarını ceketinin koluna sildi. Öyle perişan haldeydi ki ne yüzü temizlenmişti ne de hırıltı dolu sesi. Araya istemsiz hıçkırıklar ve derin nefes almalar ekleyerek okudu Cemal’in son şiirini. İlk toprağı Melik Bey atamadı sonrasında. Mezar kapandı ama son şiirin açtığı yaralar asla kapanmadı. Dayısı çömeldi kaldı orada. Gözyaşlarından nerdeyse okunmaz hale gelmiş şiiri iki eliyle büzüştürdü ve kürek kürek tepelenmiş yumuşak toprağın içine parmaklarıyla sokuşturarak bıraktı. Sonra yavaş hareketlerle elinin açtığı boşluğu tekrar kapattı toprakla.


Yasemin'in Y'si

 


Yalnız yaşadığı adadaki evinin kış bahçesinde en keyifli vakitleri, bahar geldiğinde geçirirdi. Nargilesini hazırlar, elektrikli kahve makinesini uzatma kablosu ile oturduğu masadan kalkmadan alabileceği yakınlıkta bir sehpaya koyardı. Masadan kalkmamak için kiloluk çekilmiş kahve paketini de sehpaya koyar, arada sadece makineye su eklemek ya da bir şeyler atıştırmak için kalkardı ve o bu zorunlu masadan kalkışları mümkün olduğunca ileri atardı. Çünkü ne zaman babasından kalan yadigâr daktilosunun başından kısa bir ara için bile kalksa, onun hazine adası olan kış bahçesinden tüm kahramanlarının, tüm karakterlerinin kaçıp gittiği hissine kapılır, onları, narin bir kelebek ağıyla, küçük bir çocuğun bitmek bilmez enerjisiyle hiç durmadan kırlarda kovalayıp tek tek yakalaması ve incitmeden zihnindeki o ince camlı kavanoza tekrar koyması gerekirdi.

En az üç kış geçmesine rağmen hiç silinmemiş olan kış bahçesinin çamurlu camları, ağaçlardan düşen kurumuş çiçekler ve ufak dal kırıkları baharın taze ışıklarının tüm tazeliyle ona ulaşmasını engelliyordu. Bir de özellikle hiç pencere açmadan içilen nargile dumanının içerden camlara kattığı sevimsiz, sarıdan kahverengine giden nikotin dalgaları vardı ama o tüm bunları kendisini güneşten koruyan bir tente olarak görür keyfini hiç kaçırmazdı. O, herkese yazmak harici yapılması gereken her şeyi neden yapmadığına dair çok mantıklı açıklamaları yapabilirdi. Buna camları neden temizlemediği de dahildi, çünkü zaten onun işi de tam olarak buydu, kelimeleri sadece kendi istediği gibi kullanmak…

Genç ve bekar bir yazar olarak, uyku ve bazı temel ihtiyaçları haricinde tüm vaktini o daktilo başında geçirir ve gidemediği tüm mekanları, öpemediği tüm kadınları, göremediği tüm şehirleri o kış bahçesinde “y” tuşu tam basmayan eski daktilosuyla canlandırırdı. Tüm tanıdıkları ve komşuları tersini düşünüyor olsa da o, ona göre olabilecek en sosyal adamdı. 

Bazen yazmaya kendini öyle kaptırırdı ki, kelimelere daktilosuyla yetişmek imkansızlaşırdı. Ama ne hızda yazarsa yazsın kelimelerinde “y” harfi geldiğinde o tuşa daha hızlı basmayı hiç atlamazdı. Öyle bir otomatikleşmişti ki bu “y” harfine hızlıca basar, aynı anda hem kâğıda tam geçip geçmediğini göz ucuyla kontrol eder hem de bunları yaparken asla yazmaya ara vermezdi. Bir süre sonra artık bundan ayrı bir keyif almaya başlamıştı. Artık özellikle yazdığı hikâyenin içine “y” harfi olan daha çok kelime kullanır olmuştu. Tuhaf bir şekilde hissedebiliyordu ki daktilosunun taktık “y” harfi onun hikayesine beklenmedik farklı bir derinlik katıyordu. “Yasemin” de hikayesine böyle katılmıştı işte. Yasemin o cam kavanozdaki beyaz kelebeklerden biri değildi; onun rengârenk ve daha büyük kanatları vardı. Genç yazar daktiloyla her Yasemin yazışında “y” tuşuna hızlıca vuruyor, kelebek rengarenk kanatları ile kış bahçesinin içinde konduğu yerden havalanıyor ve başka bir yere usulca tekrar konuyordu. Kavanozundaki tüm beyaz kelebekler, Yasemin’in güzelliğinin esaretine kapılmış, onla beraber havalanıp onun yakınında bir yerlere konmaya çabalıyorlardı. Kısa zaman içerisinde Yasemin yazarın zihninin tüm dizginlerini ele geçirmişti ve hikayedeki tüm kişilikleri istediği gibi dört nala koşturuyordu. Yazarın her “y” tuşuna hızlı basışında gelen o farklı ses, Yasemin’in arkasından gelen tüm kelimeleri adeta kamçılıyordu. Genç yazar artık Yasemin’in kölesi olmuştu. Onun kendisini ansızın terk etmesinden korkuyor, bunu belli etmeden hikâyesinin içinde ona her türlü riyakarlığı yapacak övgüler yerleştiriyordu. Her ne kadar bunun hikâyesinin gerçekçiliğini zedeleyeceğini bilse de bundan kendini alıkoyamıyordu. Çünkü artık o hikâyeyi anlatan kurgulayan Yasemin’di. O ise sadece Yasemin’in söylediklerini kâğıda döken bir aracıydı. Her “y” harfine basışında o malum kamçı sesini kendi zihninde duyuyordu.

Günlerdir tıraş olmamış ve banyo yapmamıştı. En son ne zaman yemek yediğini bile hatırlamıyordu. Açlıktan midesi yanıyor olmasına rağmen açlık hissi de yoktu.  Harap bir haldeydi. Hikâyeye Yasemin katıldığından beri nerdeyse yirmi gündür kısa kısa kestirmeler haricinde hiç durmadan yazıyordu. Vücudu bir şekilde bu tempoya dayandı ama daktilosunun şeridi hızlı vurulan yüzlerce “y” tuşuna dayanamadı. Kâğıt kaydırma kolu da tutukluk yapmaya başlamıştı.

Mecburi ara verme kararı aldı genç yazar. Zaten hikayesinin finaline çok yaklaşmıştı ve belki araya biraz zaman koyması hem zihnine hem de bedenine iyi gelecekti. Evi Heybeli adada, tepedeki yarı yıkık kiliseye çok yakındı. Adada yaşıyor olmasına rağmen az olan ada halkıyla pek karşılaşmayı sevmiyordu. İskele civarındaki mini çarşıda bulunan marketin çırağı, her Çarşamba bisikletiyle onun haftalık ihtiyaçlarını düzenli olarak getirirdi. Kısa ama sabit olan alışveriş   listesine nadiren telefonla ekstra isteklerini ekletirdi. Çoğu zaman Çarşamba gününün geldiğini ancak çocuğun bisikletinin zilini duyduğunda fark eder ve içinden istemeyi unuttuğu şeyler için kendi kendine kızardı.

Adada daktilosunu tamir ettirebileceği kimse yoktu. Marketin çırağı hafta arası yoğun olmayan zamanlarda öğlen bir motorla Sirkeci’ye geçip ufak bir bahşiş karşılığı yazarın hususi işlerini onun için hallediyordu. Bir yıl önce de son yazdığı romanını- başka bir kopyası olmaksızın -hiç tereddütsüz postalaması için bu çırağa emanet etmişti. 

O Çarşamba çırak “geldim” diye bisikletinin zilini çalmamıştı çünkü genç ve yeni tıraş olmuş güleç yüzlü yazar zaten onu evin girişindeki basamaklarda oturmuş bekliyordu. Daktilosunu eski gazete kağıtlarıyla sarmalamış zar zor bulduğu bez bir torbanın içine yerleştirmişti. Ergen çocuğun getirdiklerini teslim aldıktan sonra ona ufak bir bahşiş verdi. Sonra bir miktar parayı ve daktilonun tamir edileceği Sirkeci’deki adresin yazıldığı kâğıdı cebinden çıkarıp çocuğa uzattı. Adresin altında büyük harflerle “mürekkep şeridi değişecek” ve “kaydırma kolu tamir” yazmıştı. Çocuğa kâğıdı oradaki ustaya verirse gerekeni onun yapacağını ve ücretin üstünün de onda kalabileceğini söyledi.

Saatler geçmek bilmiyordu. Kendisinde hiçbir kopyası olmayan romanını bile yolladığında bu kadar stres olmamıştı. Yasemin’in onu mum ışığı ve kırmızı şarapla bezenmiş iki kişilik masada beklediğini ve durmadan saatine bakarak “Nerde kaldı bizim bu yazar?” diye sızlandığını düşünüyordu. Vuslat ancak daktilosu gelince gerçekleşecekti. Akşam üstü basamaklara oturmuş çocuğun bisikletinin rampadan çıkarak geldiğini görmek için sabırsızlanıyordu. Dik rampayı pedalları ağır ağır çevirerek çıkan çırağı gördüğünde sevinçle ona doğru yokuş aşağı koşmaya başladı. Çocuk onun kendisine doğru koştuğunu görünce daha fazla pedallara asılmayı bıraktı ve durdu. O gelinceye kadar sepetteki bez torbayı alıp bisikletini yere yan bıraktı. Genç yazar çocuk uzatmadan elinden torbayı alıp sarıldı ve hiçbir şey söylemeden yukarı kış bahçesine doğru yürümeye başladı. Nargilesinin korunu yeni koymuştu.  Sonra o dehşet sözleri duydu arkasından seslenen çocuktan; “Şerit ve kol tamam. Hatta “y” harfini de değiştirdi usta. Artık takılmazmış. Öyle dedi.”

Genç yazar dondu kaldı orda. Ergen çocuk dönüp ekstra bir teşekkür edecek diye düşündü ama öyle olmadı. Asla da anlam veremedi zaten o dakikadan sonra genç yazarın yaptıklarına. Hatta biraz panikle bisikletini alıp aşağı doğru hızlıca sürüp oradan uzaklaşmaya çalıştı. Çünkü torbadan çıkardığı daktiloyu yerden yere vurmaya başlamıştı yazar. Daktilonun dağılan parçalarını sağa sola tekmeliyor ve ağlayarak çığlıklar atıyordu. Yasemin masadan kalkıp gitmişti. Mumlar yana yana sönmüştü, şarap kadehleri yere saçılmıştı. Kış bahçesinin camları karardı, karardı, hiç ışık almaz oldu.


Simetrik Dikişler

 


Düşünsem de düşünmesem de bazı şeyler benim kontrolümde değil. Onun için kurallara uyarak karar vermek en iyisi. Sorumluluktan yırtıyor insan. Ameliyat masasında tam beş kişiydik hastanın etrafında. Anesteziysen hastayı bayılttıktan sonra tuvalete gitmek için izin istedi. Kimden istedi, karnı yarmış, bağırsaklardan yarım metre kesip almaya çalışan benden. Zaten durum boktan, adam daha da içine etti resmen. 

Dikiş atmayı gemicilerden öğrendim ben. Öyle bir dikerim ki, benden sonra hiçbir operatör o yarayı aynı yerden açamaz; bir çeşit imzam bu benim. Bakarlar ve derler; “Doktor Frankenstein dikmiş bu hastayı.” Bazen ameliyat bitiyor estetik olsun diye gereksiz birkaç yeri daha kesip tekrar dikiyorum; simetri hastalığı var bende. Tek taraflı bazı dikişler garip duruyor. Hastalarımdan çoğu bu tarz sürprizlerim için çok teşekkür etmiştir ameliyat sonrasında.

Her meslekte sanat vardır görebiliyorsan. Kişinin ten rengine göre dikiş iğnesi kullanırım ben. Çünkü renge göre incelir ve kalınlaşır tenler. Tenden bir gömlek dikecek olsam Çinlilerin tenini kullanırdım. Sanırım fazla et yemedikleri için onlarınki çok pürüzsüz oluyor. Yorgun argın eve geldiğimde Beethoven dinlendirir beni ama pikaptan dinlerim mum ışığında.

O gün habersiz gelmişlerdi ama yine de tüm güler yüzümle içeri aldım onları. Ama girerken çamurlu ayakkabılarını çıkarmayınca işler değişti. Salonda, ipek İran halımız üzerinde çamur izlerini görünce kan tepeme çıktı. Şımarık kadının o koca göbekli kocası yarı yatar vaziyette koltuğa oturduktan sonra ayaklarını ortadaki sehpaya yaslamıştı. Duvarda süs diye duran Japon katanasını aldım, tüm güler yüzümle bir merasim havasında kınından yavaşça çıkardım. Bir geyşa izliyormuş gibi keyifle bana bakıyorlardı. Sonra ani hareketle katanayı ayaklarını sehpaya yaslamış o göbekli maymunun diz kapaklarına indirdim. Adam ağzı açık sehpanın üzerinde kalan ayaklarına bakıyordu. Kadın refleks olarak kocasına tokat etti ve “Salak onlar senin ayakların” dedi. Adam ayaklarını alarak evden kaçmayı denedi ama ayakları kucağında olduğundan koşamadan yere yuvarlandı. İran halım artık bir vampir köşkü halısına dönmüştü zira rengi sicim gibi akan kan ile boyanmıştı. Karısı ayağa kalktı ve bana “Haklısınız hak etti bu” diyerek adamı ensesinden sürerek kapıya doğru çekmeye başladı. Adam sürünürken ayağının birini düşürdü ve bir eliyle geriye doğru işaret ederken ağlayarak “Ayağım, ayağım orda kaldı” diye barınıyordu. “Kargo ile yollarım size” dedim. Karısı özür dileyerek geri döndü ve üzerine kan damlamasına özen göstererek diğer ayağı da aldı.

Asansörle inerken adamı boş bir çöp kovasının içine koyarak indirdiler, malum site yönetmeliği asansörlerin gereksiz kan ile kirlenmesi yasaktı. Gereksiz kan derken, bir mutfak kazası olur da eli kesilir ya da evde cam kırılır kazayla bir yerleri kesilir bir site sakininin, o zaman sıkıntı yok, birkaç damla asansöre ya da koridorlara düşebilir. Ama misafirlerin kanlarıyla siteyi kirletmemiz ciddi bir yasaktı, onun için çöp kovası içinde indirdiler adamı. Katanayı kınına sokarken kendime söz verdim habersiz gelen kimseyi bir daha eve almayacağım diye. 

Neyse acil servise vardıklarını haber aldım civardaki hastaneden. Vicdan yaptım, birikmiş tüm altınlarımı, ziynetlerim, pırlatanlarımı kasadan alıp acil servise gittim. Henüz yarım saat olmuştu ama ayaksızın karısı siyah, kapalı bir elbise giymiş ve yine siyah tülden bir şapka takmış vaziyette beni karşıladı acil servisin kapısında. “Maalesef yetiştiremedik, çok kan kaybetmiş, kurtaramadılar” dedi. “Ya kovada biriken kanı kullansaydılar” dedim. Kadıncağız “Denediler ama çöpten akıp kovanın dibinde kalan çay suyu ile karışmış kanı, kullanamadılar. Oysa ne çok severdi earlygray çayını” dedi. Tüm ziynetlerimi ona uzattım “bunlar sizin” dedim. Kadın altın dolu mor kesenin içine derince baktıktan sonra gözlerimim içine bakarak nemli yas tutan gözeleri ile şöyle dedi; 

“Kocasız kaldım diye benim için endişeleniyorsun, doğru artık dul bir kadınım ama ne zaman geleceği düşünsem, yitirdiğim özgürlüğümü, onu öpmek isterim ve sonra ölmek, o ise uyurken her şeyden habersiz. Morgda son kez öperek vedalaştım onunla. Diz kapaklarında simetrik dikişler vardı. Keşki yaşasaydı da görseydi o sanatsal dikişleri.” Simetrik dikişler; belli ki biri sanatımı taklit ediyordu. Morga gidip kanının nerdeyse yarısını evdeki halımın emdiği mevtanın dikişlerine baktım. Tahmin ettiğim gibi, kollarını da dirseklerinden keserek tekrar dikmişti simetrik olsun diye. Kol ve bacaklarda farklı iğne ve iplikler kullanmıştı. Sol ayak ve sol kol dikişleri aynı yönde ve aynı oranda boşluklarla dikilmişti. Sağ ayak ve sağ kol da öyle. Burada başka bir sanat vardı. Beni taklit eden değil, beni aşan bir sanattı bu. 

Günler geçtikçe kendimi geliştirmek adına tüm tıp dergilerine ve kitaplarına tekrar döndüm. Hangi ameliyatta hangi simetrik dikişleri kullanabileceğimi önce kağıt kalemle çalışıyordum, sonra da üniversitenin kadavralarında uygulamalar yapıyordum. Ama kadavralarda desen net çıkmıyordu. Sıcak veya yeni soğuyan bedenlerde sanatım ancak kendini gösterebiliyordu. İhtiras böyle bir şey işte. O çılgınca fikir geldiğinde aklıma heyecandan uyuyamadım ve çok değil aynı gecenin sabahına doğru desenleri kendi üzerimde denemeye başlamıştım. Salonun ortasına duvar boyacıların mobilyaları korumak için kullandığı ince muşambalardan sermiştim. Tam ortasına koyduğum sandalye karşı duvardaki aynaya bakıyordu. Ne kadar zaman geçti hatırlamıyorum, oturduğum sandalyenin etrafı boş morfin şişeleri ve kanlı gazlı bezlerle dolmuştu. Picasso’nun atölyesi bile bu kadar özel değildir diye düşünüyordum.

Bir süre sonra neşter kullanırken morfin ihtiyacı hissetmemeye başladım. Sanatımın verdiği heyecan, etkisi geçen morfini unutturuyordu bana. Tekrar morfin vurmak için o kesiklere ya da dikişlere ara veremiyordum. Zamanla o acıya rağmen kendimi kesmeye ve dikmeye alıştım. Sanırım neden bana Dr. Frankenstein dendiğini anlamışsınızdır. Parmaklarımı kesip dikmemeliydim, iğneyi eskisi kadar düzgün kullanamıyorum artık. Aynada çıplak vücudumu izlerken kendimden geçiyorum. Kendi üzerimde kendi sanatımı seyrediyorum.


04 Nisan 2021

Giyotin



Nasıl mı alacaklar canımı? Belli değil mi meydana toplanan kalabalıktan, tabi ki giyotin. En çok gücüme giden ne biliyor musunuz? Giyotinin nasıl çalıştığının kontrolünü altına içi geçmiş büyük bir karpuz koyarak yapmaları. Karpuz küçük büyük parçalara ayrılıyordu tüm meydana yayılacak şekilde. En azından benim kelle sepete düşecekti direk, öyle göz bir yerde burun bir yerde durumu olmayacaktı. 

Hücremin penceresinden meydanda toplananları göremiyordum ama giyotinin yüksekliğinden dolayı boynumla buluşacak hafif pas tutmuş bıçak kısmını ve günün ilk ışıklarını hücreme doğru bir ayna gibi yansıtan keskin ucunu görebiliyordum.   

Dün gece son gecemdi. Bu sabah horoz öterken beni nereye uğurladığını bilmiyordu ve bu bana nedense çok küstahça geliyordu. Ne olurdu bu sabah pas geçseydi ötmesini ve yüzüme tokat gibi vurmasaydı “Birazdan kellenle vedalaşacaksın” diye. 

Akşam son yemeğimi yerken tabağımı çok süzdüm. Arpa çorbası, kuru ekmek ve bir kadeh adisinden şarap verdiler, pasta yoktu ama. Çok içerlemiştim olmamasını, malum benim gibi bir soylunun son yemeğinde güzel bir misilleme olurdu ekmek yerine pasta. Ah zavallı asil Kraliçem.

Kral Louis’i katledenler, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik nidaları atarak monarşiyi yok ederken, saray soyluları olarak bizlerden kalanları da tek tek infaz ediyorlardı.  Ne olurdu ben de son yemeğimi bu hainleri durdurmak üzere yola çıktığımız soylu dostlarımla yiyebilseydim. Her birimizin son yemeği olsaydı ve ölümü beraber karşılasaydık keşke. Giyotinle kesilmiş kellerimizi sol kolumuzun altına alır, sağ kolumuzla kılıçlarımızı göğe kaldırır, “Yaşasın Fransa, yaşasın Kral” naraları ile selamlardık ölümü.     

Ekmeği şarabın içine banarak yedim, midemi bulandırdı ama hiç yapmadığım bir şey olsun istedim son yemeğimde. Ak cübbesi içinde cinayetlerini beyaza boyamaya çabalayan o Papaz geldi gece yarısına doğru hücreme. Beni rahatlatacak şeyler söylemedi, sadece kendi görevini yerine getirme derdindeydi. Ona müsaade ettim huzurlu bir şekilde görevini yerine getirmesi için.

-Mösyö, hazır hissediyor musunuz kendinizi?

- Hazır mı? İsminiz lütfen?

-Papaz Rövua. Son gecenizde kabul ederek huzurla ölmek ister misiniz?

Ne küstahça bir soruydu bu. Ben davam uğruna kellemden, ailemden, topraklarımdan, şanımdan, mevkiimden vazgeçmişim, neyi kabul edip neye sahip olabilirim ki şu dakikadan sonra?

-Neyi kabul etmemi arzu ediyorsunuz Papaz Rövua, anlayamadım. Mazur görün beni, kafam bedenime ağır geliyor, taşımakta zorlanıyorum zaten.

Gülümsedi yaramaz bir çocuğa bakıyormuş gibi. Oysa ben ve benim gibiler, silinirken bu hayattan gelecekteki hayatlara silinmez izler bırakıyorduk. 

-Tüm Fransızlar kardeştir ve eşittir. Özgürlük herkesin hakkıdır, bunu kabul ediyor musunuz Mösyö?

“Papaz Rövua, bu söylediğiniz bir masal lakırdısı. Masal dinleyerek uyuma yaşımı geçeli bayağı oldu, müsaadenizle…” dedim ayağa kalkarak paslı demirlerle kaplı ahşap kapıya kadar evimden nazikçe uğurluyormuşum gibi ona eşlik ettim. Düşünceli ve derin bakan Papaz, aklına o an bir şey gelmiş gibi kapıdan bana dönü.

- Son bir isteğiniz var mı Mösyö?

-Papaz Rövua, evet bir istirhamım olacak. Giyotinin ipini kendim çekmek istiyorum”

Yüzündeki ifade önce korkmuş bir çocuk gibiydi, sonra ifadesiz bir yüz ve samimi ses tonu ile sordu. 

-Neden Mösyö, neden benden böyle bir şey istiyorsunuz?

“Başlattığım her şeyi ben sonlandırdım bugüne kadar. Bir davam vardı ve bu dava bu sabah bitecekse ben bitirmek isterim” dedim.

 -Demek kendi davanızı kendiniz bitireceksiniz hem de giyotinle kendi kafasını ilk kesen olarak. Ama hatırlatmak isterim ki, ipi çok karalı çekmeniz gerekiyor zira bir cellat için bile çok kolay değil o ipi çekmek.

Cevap vermedim, en azından dilimle. Ne derece kararlı olduğumu ona sadece gözlerine daha derin bakarak ilettim. Ona öyle bir baktım ki ruhumu gördü, ben de onun ruhunu gördüm. 

Onu ruhu korkup kaçan bir çocuk gibiydi, benimkisi ise zirveye doğru elinde bir meşale ile koşan savaşçı gibiydi. Karanlık dağ, ben onun zirvesine doğru koştukça elimdeki meşalenin ışığı ile altından bir dağa dönüşüyordu ve dağın eteğinde mağaralarda saklanmış insanlar parlayan kayaların cazibesi ile aydınlığa çıkıyor ve el ele tutuşarak zirveye doğru şarkılar söyleyerek geliyorlardı. Papaz Rövua ile benim bedenlerimiz aynı dünyanın suyundan ve toprağından olsa da ruhlarımız farklı nehirlerden akarak aynı denize ulaşmaya çabalıyorlardı. Ama bu nehirlerden birisi bir lav denizine dökülüyordu ve orda buharlaşarak kendini de taşıdıklarını da buharlaştırarak yok ediyordu. Benim ruhumun içinde aktığı nehir ise o değildi tabi ki. Benim ruhumu taşıyan nehir dağ yüksekliğinde bir şelale olarak dökülüyordu ve öyle kuvvetli akıyordu ki o nehrin sularının nerede yere ulaştığını asla kimse göremiyordu. Öylesine aşağı doğru gidiyordu köpüklü sular belirsiz yükseklikten.

Papaz Rövua “Sizi anlıyorum” gibilerden mırıldanarak başını eğdi ve onaylayan bir tebessümle ayrıldı yanımdan. Artık benim için o giyotin bir idam aracı değildi, o benim özgürlük nişanımdı, en silinmez imzamı atacağım kalemimdi ve mürekkebi de kanım olacaktı. 

Hücre kapısının kilidini açarken gardiyan, kapının bir adım gerisinde misafir karşılayacakmış gibi en hoş geldiniz ifadesi ile onu bekliyordum. Yüzümdeki kocaman merhaba gülüşünü görünce gözleri büyüdü ve o an anlam veremedi huzur dolu ifademe zavallı. Muhtemelen deli olduğumu düşünerek kafasını kendince sağa sola salladı ve “Zamanın geldi” dedi. Evet zamanım gelmişti, kesinlikle. 

İki koluma giren jandarmalar nedense kabaca hareketlerle beni huzurla buluşma noktama götürüyorlardı. Rutubetten yosun tutmuş duvarları ve temizlenmemekten rengini yitirmiş kara zemini olan koridorda ilerliyorduk. Koridorun bitişinde açık duran çift kapının eşiğinde bekleyen at arabasını görüyordum. Mesafe çok uzun olmasa da dışarda bekleyen halkın içinden arkası ahşap bir kafes gibi hazırlanmış arabada götürülecektim. Karanlıkta kaldığım için henüz onlar beni görmüyordu ama ben salyalı bağrışlarını ve kahkahalarını duyuyor ve görüyordum kısmen. Muhtemelen iki yüz ya da üç yüz adımlık yol boyunca yavaş gidecek bu at arabasının arkasında beni aşağılamak için her türlü çöp ve utandırıcı küfürleri üzerime atacaklardı. Peki ben ne yapacaktım. Ezilip büzülmek birazdan ipini kendi çekecek bir soylu için makul değildi. O ahşap kafeste, kralın son aslanı olarak kükreyecektim hepsine. Dişlerimi gösterecektim naralar atan Kral katillerine. Küçük dilimi görecekleri kadar ağzımı açarak kükreyecektim özgür bir aslan gibi. 

Arabanın arkasını yaslamışlardı kapının eşiğine ve bir de tahta merdiven vardı rahat binmem için; nazik bir düşünce diye düşündüm benim gibi soylu bir mahkûmu kafesten bir idam arabasına bindirmek için. Basamaklara geldiğimde artık kalabalık da beni kısmen görebiliyordu ve bağrışmalar çoğalmaya başlamıştı. Tahta merdivenleri hızlıca çıktım ve çok geniş olmayan arabanın tam ortasında duracak şekilde kafes parmaklıklarını sağdan soldan tutarak dengemi sağladım. Çıkacağımız binanın dışa açılmış olan kapıları benim arabadan görünmemi engelliyordu ama ben etrafı gayet güzel görebiliyordum. Arabanın gideceği mesafe gayet yakın görünüyordu, kürsüyü, üzerindeki giyotini ve celladım olacak adamı gayet net görebiliyordum. Gideceğimiz yol omuz omuza sıralanan muhafızlarca sağlı sollu halktan ayrılmıştı. Arabayı çekecek atın yularını bir muhafız atın başının yanında durarak tutuyordu ve belli ki arabayı da oradan sürecekti. Fırlatılacak çürük sebze veya taşlara hedef olmamak için makul bir çözümdü bu. Arabacının önünde ikili sıralarla yirmi trampetçi duruyordu. Bir tanesi bile arkasına dönüp arabada kim var diye bakmadı. Kim bilir kaç kez görünmez iplerle, sadece o trampetlere vurdukları ritimle bu arabayı o kürsüye çekmişlerdi. Kürsüdeki celladın eliyle gelin işareti yapması üzerine trampetçiler oldukları yerde adım saymaya başladılar. Adımlarını ahenkle yere vuruyorlardı ve bu garipçe kendimi özel hissetmeme neden oluyordu. Sanki idam töreni değil de bir taç giyme merasimiydi benim için. Tacım o kürsüdeydi ve ona giderken halk bana güller atacaktı.  

Trampetçilerin en önündekilerden birisi yere vurulan adımların aralarında trampetine kısa vuruşlar yapmaya başladı. Bu arkadakilere bir işaret olacaktı ki onlar da biraz sonrasında hem trampetlerine vurmaya hem de ilerlemeye başladılar. Arabacı da trampetçileri takip edecek şekilde atın yularını yavaş yavaş çekiyordu. Araba binanın açık duran çift kapısının hizasından çıkmıştı ki trampet seslerini bastıran çığlıklar başladı. 

Arabayı beyaz bir at çekiyordu. Bana atmaya başladıkları o çürük sebze artıkları ve taşlar ata da isabet ediyordu. Ama at da trampetçiler gibi, omuzlarından ayrılacak kelleleri ve onların bahtsız sahiplerini o kürsüye taşımaya fazlasıyla alışmıştı, adımlarını hiç bozmadan kuyruğunu “Benim için sıkıntı yok.” der gibi sağa sola sallayarak devam ediyordu ilerlemeye. Bana isabet eden ve canımı acıtan attıkları şeyler değildi. Canımı acıtan attıkları naralar, küfür dolu nidalar ve anlam vermediğim gözlerindeki nefret dolu bakışlardı. Onlara kellesi alınan ilk Kral’ın kalan son aslanı olarak kükreyecektim karşılık olarak ama o sahneyi görünce kesildi sesim ve azmim; yol kenarına omuz omuza dizilmiş muhafızlardan ikisinin arasında iki çocuk yere çökmüş oynuyorlardı dizlerinin üstünde. Oyuncakları minik bir giyotindi. Kız çocuğu sözüm ona ufak bez bebek gibi yapılmış mahkûmun kafasını oyuncak giyotine yerleştiriyordu, erkek çocuk da giyotinin bıçağını salmak için ipi çekiyordu. Bezden kafa kopunca yüzlerindeki o sevinci gördüm ve bu beni susturdu, sindirdi hatta bitirdi. Elimde bir kamçı olsa ata vururdum daha hızlıca giyotinime varmak için zira onlara yıllarca ibret alacakları hareketi ancak orada yapabilecektim. İpimi kendim çekerken, solukları kesilecekti, naraları susacak ve keyifleri kaçacaktı ve bu meydana idamları seyretmek için artık böyle iştahla gelemeyeceklerdi. Heveslerini kursaklarında bırakacaktım kendi ipimi kendim çekerek. Ancak bir gün kendi ipini çekecek başka bir mahkûm olursa merak edip geleceklerdi bu meydana, tabi olursa öyle biri. 

Kürsüye elli adım kadar kala celladın misafirperverliğini bakışlarında görebiliyordum. Kürsüyü birazdan okyanusa açılacak gemisi gibi gören bir kaptana benziyordu beni bekleyişi. Biran evvel yaşamayı arzu ettiği şey, beni o gemisinde misafir etmek miydi yoksa son yolcusuyla beraber demir alıp denize açılmak mıydı bilmiyordum. Onun son yolcusuydum bugün için, benim de son yolculuğumdu. Fakat kalabalıktan ayrılarak arabaya yaklaşmasına belli ki yaşından dolayı muhafızların engel olmadığı beli bükülmüş o yaşlı kadının söyledikleri, bu geminin bu limandan daha çok yolcular alıp geri getirmemek üzere götüreceğini düşündürmüştü bana. Bükük belli yaşlı kadın arabanın yanında yürürken, yavaş adımları arabaya ve trampetçilere o kadar uyumluydu ki sanki önceden prova edilmiş bir törenin parçasıydı kendisi.

- O süslü sarayının dışında kimsesiz köpek gibi sündün değil mi? Geber, geber ve kellesiz bedenleri ile seni bekleyen kral ve kraliçene kavuş. Umarım sen onları, onlar seni tanıyabilir gittiğin cehennemde, çünkü kellen tıpkı onlarınki gibi süvarilerin mızraklarına takılı tüm Paris’i dolaşacak, çürüyüp dağılıp toz olana dek.

Gözlerini daha yakından görmek için bileklerimdeki zincirlerin boşta kalan mesafesinin müsaade ettiği kadar arabada çömeldim. İşte bahsettiği o cehennemden bir şeytan onun yaşlı gözlerine bakıyordu şimdi. 

- O giyotinin ipini kendim çekeceğim sonra da kalkıp o sepetten kellemi alacağım. Şaşkın ve korkmuş bakışlarınızı görmek için, kürsünün kenarına gelip, elimle saçlarımdan tutup kellemi size doğru kaldıracağım. Bekle ve gör.

   Kürsüye yirmi adım kadar kalmıştı ki o yaşlı kadın arabayla beraber yürümüyordu artık. Arabaya arkadan bakarken kâbus görmüş ifadesi hala yüzündeydi ve eminim ki kalabalığın içine saklanıp arka sıralardan izleyecekti yeniden dirilişimi. 

   Nihayet arabadan inmiştim ve koluma girmiş jandarmalarla giyotin sehpasının yerden üç metre yükseklikte inşa edilmiş kürsünün merdivenlerinin önündeydik. Merdivenlerin başında duran çelimsiz saçı ve dişi dökük ihtiyara fısıldadım; “İyi ayarladın değil mi, tek seferde tamamdır umarım, takılmasın sakın yukarıda.” O az kalmış sarı dişleri ile çiğnediği tütünden ağzında kalanları, bir kısmı ayaklarımın üstüne gelecek şekilde yere doğru tükürdü. Ayaklarıma gelen kusmuk gibi tükürüğüne bakarken kendimi toparladım ve kafamı kaldırıp gözlerine baktım tüm asil tavrımla. Umrunda değilmiş gibi omuzlarını silkti. Çok gücüme gitmişti bu, çok. 

Kürsüye çıktığımda gözümü giyotinin bıçağından alamıyordum. Her yürüdüğüm açıdan ona bakıyor ve nedense birazdan silinecek hafızama kaydetmeye çalışıyordum. Güneş ışıkları ile bir mücevher gibi parlıyordu. Kilolarca ağırlıkta bir demir yığını olmasına rağmen parlak bir cam gibi görünüyordu. Pürüzsüz ve temizdi. Üzerinde hiç kan izi yoktu. Yapışıp kalmış karpuz çekirdekleri de gözükmüyordu. Tertemiz ve hazırdı. 

Giyotinin tetiklemesini yapacak mandala bağlı ipin yanında duran cellat, jandarmalardan emanetini yani beni teslim aldı ve nazik bir ses tonu ile “Müsaadenizle Mösyö” dedi. Eline aldığı makas ile gömleğimin yakasını kabaca kesti. Sonrada saçlarımı ense hizasından tuttu ve kesti. Onun her makas hareketi halka haz veriyordu. Yere atılmış kesilen saçlarımı ve gömleğimin parçalarını çamurlu ayaklarıyla çiğneyerek koluma giren iki jandarma, beni giyotinin altına yatay sürülecek ama şu an dik duran sehpaya yaklaştırdı.  

 “Göğsünüzü bu sehpaya yaslayınız lütfen” dedi nazik sesli kaba yüzlü cellat. Tüm kafasını kaplayan üç uçlu şapkası kaşlarına kadar inik olmasına rağmen şakağından yanağına inen taze bıçak yarasını kapatamıyordu. Sanki başka bir cellattan ödünç almıştı o şapkayı. Celladın bu nazik ve davetkar ses tonu ölüm öncesi sanırım en büyük şaşkınlığım olacaktı. “İpimi kendim çekeceğim ama ben” dedim. “Biliyorum Mösyö, Papaz Rövua bizzat iletti. Sizi takdir ediyorum ama bilin ki tereddüt ettiğiniz an müdahale edip ipi ben çekeceğim” dedi yumuşak ve kararlı ses tonu ile. “Tereddüt etmeden çekebilirim ama yüzüstü değil sırt üstü yatmam lazım. Hem ipi hakkıyla çekebilmem için hem de giyotinin boynuma inişini izlemek için.” dedim. 

Esasında giyotin, iniş hızı, ağırlığı ve keskinliği sayesinde, hükümlülerin öldüklerini anlayamadan çok hızlı ve acısız can verdikleri bir idam aracı olduğundan bu kadar ünlenmişti. İdam edilene acı yok, seyredenlere de büyük ibret ve caydırıcılık var; daha ideali ne olabilir ki? Ama ben onun bana inişini gözlerimle izlemek istiyordum. Hem ipimi kendim çekecektim hem de bıçağın enseme değil boğazıma gelişini izleyecektim. Nazik ve düşünceli cellat şöyle dedi kendimden emin olup olmadığımı sorgular bakışları ile; “Mösyö, bu durumda kafanız bıçağın düştüğü yerin dibindeki sepete girmeyip sekebilir, hatta kürsüden aşağı bile düşebilir.” 

İlk duyduğumda bu beni ürküttü, aşağıda duran haylaz çocukların ayakları ile bir birilerine kellemi iteleyeceklerini hayal ettim. Giyotini çekerken ağzımı kapalı tutmalıydım zira yerde balçık çamur vardı ve açık ağzımın içine fare pislikleri ve köpek sidikleriyle karışmış çamur girebilirdi. “Ağzımı kapalı tutarım” dedim üç uçlu şapkalı cellada. Anlamadı ne kast ettiğimi sanırım ve “Kelle sizin, ip bizim” dedi. Evet ip sizindi ama bugün kelle de benimdi ip de benimdi aslında. 

Sırtımı yaslamıştım sehpaya ve celladın iki yardımcısı ayaklarımı sehpanın alt tarafındaki kayışlara bağlıyorlardı. Hafif arkaya yan dönüp, kellemin düşeceği sepetin nerde durduğuna baktım. Cellada seslendim; “Rica etsem bir karış kadar sepeti ileri alır mısınız? Boynum biraz uzundur, ayrıca çamura düşmesini gerçekten istemiyorum.” Nazik cellat bu kez oflayarak sepeti ileri aldı ve boğazından bol hırıltı ile gelen balgam çıkarma sesi sonrası kürsüye tükürdü. Onun bu edepsiz hareketi izleyenleri mutlu etti ve ıslıklar ve çığlıklar atmaya başladılar. Nedense celladı kahraman görüyorlardı ama burada gerçek kahraman bendim. Benim celladım benim. Islıklar ve naralar küfürlerle karışık artmıştı. Kalabalık sanki tüm gece uyumamış giyotinin başında sabahlamış, “gelse de kelleyi görsek sepette” diye beklemişler, öyle sabırsızdılar. Ayaklarımı bağladıktan sonra yardımcıları kollarımın ve göğsümün üzerinden geçecek diğer kayışları bağlamaya başlıyorlardı ki omuzlarımı silkerek tam karşımda göz göze olduğum üç uçlu emanet şapkalı Cellada seslendim. “Kollarım boşta olmalı, boşta olmalı.” Evet ipi çekebilmem için bir kolum boşta olması lazımdı. Cellat bağlamama gerek var mı gibilerinden gece misafirim olan Papaza baktı. Çocuk ruhlu papaz, yılladır benim dostummuş gibi kafasını kaldırarak gerekmediğini iletti cellada. Bu papaz gerçekten dün gece ruhumu görmüştü. Ben de onun ürkek ruhunu görmüştüm. İpi tutacak sağ kolumu boşta bırakarak kayışları sol kolum ve göğsüm üzerinden bağladılar. Sonrasında sehpayı yatay duruma getirerek beş karış kadar bıçağın altına doğru sürdüler. Artık giyotinin bıçağının parlaklığını göremiyordum. Yukarıda gördüğüm ince siyah bir çizgiydi sadece. 

Boynum oynamasın ve bıçak tam boğazıma düşsün diye ahşap mengenenin alt tarafına ensem yerleşmişti. Çenemin altından da mengenenin üst tarafını cellat oturttu yerine. Mengenenin ahşabı boğazımdan elli santimetre kadar yüksekti ve bu beni bıçağın tam boğazıma indiği anı göremeyeceğim diye endişelendirmişti. Acaba kırk kiloluk bıçak mengenenin ne tarafına düşecekti. Çok yüksekte olduğu için tam kestiremiyordum. Güneş de gözümü alıyordu. Eğer çenemden tarafa düşerse bıçağı son ana kadar izleyebilecektim ama mengenenin diğer tarafına düşerse mengenenin yüksekliğinden dolayı son elli santim inişini göremeyecektim. Size “Dört metre yükseklikten düşüşünü göreceksin son kısmını görmesen ne olur” gibi gelebilir. Ama asıl sonu önemli. Çünkü son yutkunuşumu ona göre ayarlayacaktım. 

Artık bunu idrak edecek vaktim yok, cellat elime ipi tutuşturuyor ve sahte bir tebessümle “Hızlı ve kuvvetli çek” diyor son kez. Sonra geri çekiliyor. “Hızlı ve kuvvetli…Hızlı ve kuvvetli” diye mırıldanıyorum içimden tekrar tekrar. Son anlarında dua ediyordur muhtemelen benden öncekiler bu mengenede. Ben ise sadece ipi hızlı ve kuvvetli çekebilmeye kendimi şartlıyordum. “Hızlı ve kuvvetli … hızlı ve kuvvetli.” 

Trampetler çalmaya başladı hızlı ve tek ritimde. Bu ipin çekilme zamanının geldiğini kalabalığa bildiriyordu ve aşağılık bir sessizlik olmuştu hepsinde. Yutkunma sesimi sanki tüm meydan duyuyordu. Sessiz yutkunmaya çabaladım sonra. Trampetler sustuğu an ipi çekmeliydim. Hızlı ve kuvvetli. Trampetler hızlanan ritimlerini son raddede kesecek ve susacaklardı. Sustukları an ipi çekecektim ve giyotinin aşağı kayma sesi ve sepete düşen ya da kürsüde seken kellemin sesi duyulacaktı. Trampetler hızlandılar, hızlandılar, daha da hızlanırlar mı, kulağım orda, elim ipte, dudağımda mırıldanma devam; hızlı ve kuvvetli. Evet…sustular…eeeeeee-veeeet… Hızlı ve kuvvetli işte. 

Ne oldu? Çektim ipi hızlı ve kuvvetli. Bıçak ama hala yukarda parlıyor alaylı. Bir daha çektim, bir daha, bir daha. Tuttuğum ip ucunu göremiyordum ama her çekişimde ucunda bir ağırlık olduğunu hissediyordum. Nazik celladı gördüm baş aşağı bakarken. Üç uçlu şapkasını çıkarmış kalabalığı selamlıyordu olabilecek en kaba kahkahasını atarak ve elindeki ipi göstererek. Sessiz meydan onun kahkahasıyla ateşlendi ve çoluk çocuk, genç ihtiyar küfür ederek kahkahalar atıyorlardı. Rezil bir durumdu, elime verdikleri giyotinin tetiğine bağlı bir ip değildi besbelli. 

Papaz Rövua kürsüye çıkmıştı ve ben onu görünce umutlandım. Belli ki celladın bu küstahlığını çözecek ve gerçek ipi kendisi üç uçlu şapkalı celladın elinden alarak bana verecekti. Bu idam mahkumunun son isteğinin yerine gelmesini sağlayacaktı.  Papaz Rövua nedense hala sıkı sıkı tutuğum ipin ucunu avucumu açarak aldı. Sonra ipin diğer ucunu ipin boşluğun alarak çekti ve başımın üstünde bir sarkaç gibi sallandırmaya başladı. Kalabalığı göremiyordum ama yükselen kahkahaları kulağımı yırtacak derecede duyuyordum. Biraz evvel çekiyor olduğum ipin ucunda meğer benden önce infaz edilenlerden birkaçının bağlanmış kelleleri varmış. Papaz kelleleri kenara fırlatıp başımın yanında çömeldi ve kulağıma olabilecek en küstahça ses tonu ile kelime kelime, üstüne basarak şöyle dedi; 

“Senin-davanın-içine- sıçtım… davanı ben bitiriyorum, sen değil.” Gözleri griydi, çocuk ruhlu değildi. Şeytanı görmüştüm sanki, şimdi korkuyordum, anlamsız bir yaşama dönüşecekti hayatım onursuz ölüşüm yüzünden. Hayır diye bağırırken ben, kalabalık daha çok zevke gelmiş, kendinden geçmişti. Onlar benim ölmek istemediğim için bağırdığımı düşünüyorlardı. Oysa ben, benden çalınan onurlu ölümüm için bağırıyordum. Beli bükük o yaşlı kadının kahkahasını sanki hususi duyuyordum o gürültünün içinde.  Papazın işareti ile trampetler tekrar çalmaya başlamıştı. Aldığım o son derin nefesi verirken son hayır-ımı avazım çıktığı kadar bağırdım. Cellat hızlı ve kuvvetli çekti tuttuğu ipi trampetler tekrar susunca. Bıçağın serbest kaldığını görmemle bağırışımı kesmem ve ağzımı kapamam bir oldu, zira bağırırken açılan çeneme giyotinin bıçağı çarpsın istemiyordum. Artık kellem sepette miydi yoksa sidikli boklu çamurda çocuklar onu tekmeliyor muydu bilemiyordum.



-SON-


Gelme Üstüme

 


Onun haykırışları kulağımı tırmalıyordu. Ne istediğini bilmeyen bir çocuğun mızmızlanması gibiydi. Kaçmak istiyorum buralardan. Yeter, gelme üstüme. Değişikliğe ihtiyacım var, alana ihtiyacım var. Akordeon çalan ağma bir adam olmak istiyorum mesela Barcelona’nın La Rambla caddesinde. Yalnız olmanın o kutsal kokusunu içime çekmek istiyorum. Uzakta balkonun birinden müziğime uyarak mırıldanan orta yaşlı kadının boğuk sesiyle huzur bulmak istiyorum. Sadece huzurun seslendiği yöne gitmek ve melodilerimle gezdiğim tüm sokaklara Gaudi gibi izler bırakmak istiyorum.

Hayal bu ya, hafiften bir yağmur başlıyor ama hava öyle yumuşak ki Casa Mila’nın dalgalanan balkonlarının altında çalmaya devam ediyorum. Rüzgâr ufak birkaç damlayı yine de taşıyor yüzüme sanki yanağımı okşayarak beni avutuyormuş gibi. Casa Mila’nın şövalye miğferli bacaları esen rüzgârı kullanarak bariton sesleriyle bana eşlik ediyorlar. Artık müziğim nasıl coştuysa bu kez genç bir kadın sesi duymaya başlıyorum bana eşlik eden ve yakınlaşıyor sesi gitgide. Yağmurun, aşkı taşıdığını ve rüzgârdan âşık olmak isteyenlere aşkı götürmek için yardım istediğini anlatan sözler söylüyor müziğime uyarak. Kaldırımda bana yaklaşan ve müziğimin ritmine uyan ayak seslerini duyuyorum. Onu göremesem de yağmur altında özgürce şarkı söyleyerek dans ettiğini hissediyorum.

“Aşkı getirdim beyaz bulutlardan

Rüzgâr es ve götür beni,

Kalbi boş olanlara götür,

Kalbi kırık olanlara götür.  

Yalnız değilsin artık,

Yüzüne vuran damlalar benim,

Ben; aşk, işte geldim.”

 

Yağmurdan sokaklar ıslak ve ben görmediğim olgun sesli genç kadına aşık çalmaya devam ediyorum. Sesi hiç uzaklaşmasın ve yakınımda kalsın diye çabalıyorum ama maalesef olamıyor. Çünkü notalarıma şehvet ve ego karıştığından tüm o duygu seli tuzla buz oluyor.

Barselona’nın bitmeyen aşkları meşhur derler. Başlar, bitmez ama devam da etmemiş. Gaudi’nin o bitmeyen devasa kilisesi gibi, tanımadığım, görmediğim kadınlara bitmeyecek devasa aşklar besliyorum. Akordeonumun körüğüyle yüreğimde kalan son kıvılcımı da ateşe çevirmeye çabalıyorum. Sonra gerçekler bir tokat gibi yüzüme çarpıyor. Uyandırıyorlar beni ağma olduğum hayalimden. Dırdır eden o kadın yine başımın dibinde, dinlemiyorum ama duyuyorum maalesef ve duymak bile tüketiyor beni. Lütfen kadın, gelme üstüme.

Hangisi daha acınası acaba diye düşünüyorum. Hayali sokaklarda gezinen hayali müzisyen mi yoksa gardiyanı ile evli kendi evinde hapis aciz adam mı? Anlamakta artık çok zorlanıyorum. Oysa merak etmeyi bırakmam lazım. Ne önemi var ki? Gerçek olan şu, yaşadıklarımın bana acı vermesine ben izin veriyorum. Evet, benim de zaaflarım var ve ben onların etimi kemiğimden sıyırmak istediklerini biliyorum. Zırhım yok belki üzerimde ama ruhumun şeffaflığına güveniyorum ve o mutluluk kırıntılarını toplamak için yine dalıyorum hayallerime.

İstiklal caddesindeydim şimdi. Ağma olmanın keyfi ile Odakule’nin dar sokağında bağdaş kurmuş saz çalıyordum. Hafif çiseleyen yağmurdan koruyordu beni koca bina. O dans ederek şarkılar söyleyen olgun sesli genç kadını bekliyordum. Barselona sokaklarından onu bir İstanbul masalına sürüklüyordum.

Başımı öne eğmiş nerdeyse alnım saza değecek şekilde vuruyordum sazın tellerine. Saz beni çalıyordu esasında ve ben onunla akıyordum Beyoğlu’nun sokaklarına. Çiçek satan o çingene kızı sazımın tınlamalarını kendine fon yapmıştı. Geçip giden çiftlerin yoluna çıkıyor, bir yandan yanık sesiyle şarkımı mırıldanıyor bir yandan da sıcacık kocaman gülüşüyle çiçeklerinden onlara uzatarak ekmeğini kazanmaya çabalıyordu. Genç sesini hayat şartları yormuştu ama o savaşıyordu hala kendince. Ona hitaben vuruyordum şimdi sazımın tellerine.

 Kırmızı güllerin üst üste olduğu sepeti önüme bıraktı yağmur biraz hızlanınca. Yanıma bağdaş kurup oturdu. Güllerin kokusu burnumda, acılı ama genç bir kadın sesi yanı başımdaydı.   

 

“Ben yoruldum hayat, gelme üstüme

Diz çüktüm dünyanın namert yüzüne

Gözümden gönlümden düşen düşene

Bu öksüz başıma gözdağı verme.

Ben yanıldım hayat, vurma yüzüme

Yol verdim sevdanın en delisine

O yüzden ömrümden giden gidene

Şu yalnız başımı eğdirme benim.”

 

Tüm İstanbul susmuş bizi dinliyordu. Gaudi akordeonu ile müziğimize katılmıştı. Son dörtlüğü üçümüz beraber söylüyorduk. Barselona’da sönen aşkın külleri İstanbul’da tekrar alevleniyordu.

     

      “Ben pişmanım hayat, sorguya çekme

Dilersen infaz et, kar etmez dile

Sözlerim ağırdır, dokunur kalbe

Şu suskun ağzımı açtırma benim.”


-SON-

*Şarkıyı dinlemek isteyenlere;

https://www.youtube.com/watch?v=K7z3590-Mt0