Ormanın içinde kendini hiç de yabancı hissetmiyordu. Sadece ay ışığının aydınlattığı gecede, evindeymiş gibi rahat ve huzurlu idi. Yüzünde ve ellerinde kurumuş kan lekeleri, geçmişinin değil geleceğinin haritası gibiydi.
Düzlük bir yer buldu ve elindeki kazmayı yumuşak toprağa saplamaya başladı. Çukur büyüdükçe hürriyetine yaklaşıyordu kendince. Onun için saray bu çukur olacaktı. İştahla kazıyordu çukuru. Dikenli telleri aşıp, özgürlüğüne koşan hükümlülerin adımları nasıl hızlanırsa tellerden uzaklaştıkça, o da çukur derinleştikçe daha şevkle kazıyordu. Bir an duraksadı. O kızların cesetleri aklına geldi. Kanları elinde ve yüzünde olan kızların. Toprakta böceklere yemek olmak için sabırsızlanıyordu. Ateş böceklerinin sesleri müzik oluyordu ölümle son dansına. Rütbesiz gidecekti öbür tarafa. Rütbeleri sökülmüş gidecekti. Gözyaşlarının tadının bu denli tuzlu olduğunu ilk kez fark ediyordu. Çünkü bu denli ilk kez ağlıyordu. Ağlamayı kesmeye çalıştı, ölmekten korkuyor gibi kendi kendine bile görünmek istemiyordu. Bu tek kişilik bir cenaze töreni idi.
Oysa bu bitmez gecenin geçmiş sabahı sıradan bir günün başlangıcı idi. Güneş henüz kendini yeni gösterme çabalarında iken çoktan uyanmış ve kasabanın en bakımsız denecek bahçesini kendince temizlemek üzere hazırlıklara başlamıştı. Zira çoğu komşusunda olduğu gibi bu evi ve bahçesini düzenleyecek, çekip çevirecek bir kadın yoktu. Onun bir kadını yoktu. Vardı aslında ama uzun yıllardır yoktu. Yas tutmuyor yası bir ömür yaşıyordu. Varlığında üç harfli olan aşk yokluğunda yine üç harfli yas olmuştu. Bitmeyen aşk ancak bitmeyen yasa dönüşür. Kadını yaşarken bahçesinde renk renk çiçekler vardı. Çoğu sabah ondan önce kalkar ve en sevdiği papatyalardan ona bir taç hazırlardı. O mutfakta yiyecek bire şeyler hazırlarken yanında diz çöker ve kraliçesinin sadık bir şövalyesi gibi tacı başını öne eğerek ona doğru uzatırdı. “Tüm dünya şahit olsun Kraliçem, size hala aşığım. Gönlümün tek kraliçesi olarak lütfen tacınızı kabul ediniz” gibi samimi ve romantik sözlerle ilanı aşk yapardı. Kadını her seferinde sanki ilk kez bu sözleri duyuyormuş gibi heyecanlanır ve boncuk mavi gözlerindeki boncuk sevgi damlacıklarını saklamaya çabalardı. Aşkını her seferinde bu gizleme çabası onu ona daha çok aşık ederdi. Bir keresinde “madem öyle siz de benim gönlümün tek sahibi ve koruyucusu şövalyemsiniz.” deyip tezgâhın üzerinde boş olan bir tencereyi onun kafasına bir miğfer gibi giydirmişti. Burun hizasına kadar inen tencereden önünü göremediğinden komik bir durumda ayağa kalkıp onu öpmeye çabaladı ama görmeden dudaklarını bulamıyor gibi yaparak yanaklarını, kulaklarını öpücüklere boğuyordu. Kadın gülmekten ona karşılık veremiyordu, sonra birden geri çekildi ve tek hamlede onun dudaklarını bularak tutkuyla öpüverdi. Kadın ilk kez öpülüyormuşçasına sarsılmış şekilde ona bakarken, tencere miğferini kafasından çıkarmıştı ve şöyle demişti “Kör olsam bile kokun yeter dudaklarına kavuşmam için.”
Şimdi ise bu kara çukurun başında burnu hiçbir kokuyu almıyordu. Gece gündüz farkı yoktu artık onun için. Tüm dünya ona siyah beyaz görünüyordu. Sadece tek rengi seçebiliyordu gözleri. Kırmızı. Siyah beyaz dünyada sadece ellerindeki kırmızı kan kalıntılarını görüyordu. Beyninin bu oyunu esasında hoşuna gidiyordu. Neden sadece kan rengini görüyorum diye bir kaygısı yoktu. Bu tokadı her an hissetmeye şu an ihtiyacı vardı. Sarışın ikiz kızların ikili at kuyruğu saçlarındaki tokalar da kırmızı idi. Neden kırmızı ki, siyah beyaz hatırlamak istiyor o anı. Ama tokalar kıpkırmızı zihninde yanıp duruyor. Doğdukları günü anımsıyordu. Zira ikiz beklemedikleri için doğum esnasında fazlaca havlu gerekmişti yan komşusuna. Tek başına kendince yas yaşayan bir adam olduğu için pek sıcak bir ilişkileri yoktu yan komşu aile ile ama zaruret onları onun kapısına getirmişti. Adam karısının doğum heyecanı ile kasabanın tek yaşlı ebesi kadın ne görev veriyor panik içinde halletmeye çabalıyordu. Zira ilk kızını kucağına ebe verdiğinde bitti diye rahatlamışken “ bir tane daha geliyor , çabuk temiz havlu getir” komutu ile şaşkına dönmüş ifadesi hala onun kapısına geldiğinde yüzünde idi. O sırada bahçede odun kesiyordu ve baltasını omuzuna dayayıp gelen panik adamı süzdü. Adamcağız kendine çeki düzen verircesine isteğini biraz daha usturuplu yeniden söyledi; “İkizmiş, havlumuz kalmadı. Rica etsem…” Cevap vermeden baltayla evin kapasını işaret etti ve “yatak odasında dolapta. Gir istediğin kadar al, ne gerekiyorsa al.” Dedi ve tekrar odunları sert ve muntazam darbelerle kesmeye devam etti. Komşusu tereddüt ile kapıya doğru ilerlerken baltanın çarpma sesi ile irkildi ve önce ondan kaçarcasına, sonra doğuma geç kalmama paniği ile eve dalıp havluları alıp çıkıverdi.
Bir süre sonra kestiği odunları üş üste istiflemeye çalışırken komşusunu evin verandasının merdivenlerinde iki kolunda kanlı havlulara sarılı bebeklerle otururken gördü. Başını yere doğru iki kundağın arasına sokmuştu ve onun yanına geldiğini fark etmemişti. Kundaktaki bebeklerin yüzlerinde annelerinin kanı tam temizlenmemişti ve eksik başladıkları hayata merhaba der gibi değil de ne yapacaz biz der gibi ağlıyorlardı. Belli ki babalarının da durumu aynı idi. Adam komşusunun kafasının alnından tutarak yukarı kaldırdı. Bebeklerden yüzüne bulaşan kanlar gözyaşları ile karıştığından kan ağlıyor bakışları ile şöyle sayıkladı; “yetmedi, havlular yetmedi, çok kan vardı. Havlular yetmedi. Ben yetmedim…”
Adam yaslı hayatında şaşırmayı bırakalı çok olmuştu ama buz kalpli biri de değildi. Her ne kadar buna çabalıyor olsa da, her ne kadar yüreğini yangınını buz kalıpları ile kapatmaya çabalıyor olsa da, buz kalpli biri değildi. Arkada kapıya yaslanarak adama ve bebeklerine bakarak ağlayan yaşlı ebeyi fark etti. Adam bir açıklama beklercesine ona bakınca “Tüm kasabanın havluları burada olsa sonuç değişmezdi maalesef. Çok kanaması vardı daha ilk bebekte. Kendini feda edercesine zorladı ikincisi için, zira o da ölmesin diye.”
Cenaze törenin de kasabanın tanınmış simasının çoğu orada idi. O pek herkes ile bir arada olmaktan haz etmediği için uzaktan töreni izliyordu. Bebekler halalarının kucağında idi. Bu sefer temiz kundaklanmış görünüyorlardı ama kundakları siyah tüllerle sarmışlardı. Tören düzenine uysun diye ne ucuz bir görüntüydü bu. Mezar kapatıldıktan sonra komşusu tepelenmiş toprağın dibine çömeldi ve hafif yağan yağmurun yumuşattığı toprağa ellerini daldırdı ve öyle kaldı. Kollarından tutup onu da alıp götürmeyi denediler ama toprak pranga gibi bileklerine geçmiş onu bırakmıyordu sanki. Israr etmeden bir süreliğine onu orada bırakıp gittiler.
Mezar başında elleri ile toprağa saplanmış adama yaklaştı. Kendi geçmiş halini izler gibi şaşkındı. Tepelenen toprağın diğer tarafında komşusun tam karşısında o da çömeldi. O da ellerini toprağa gömdü. Ellerini aşağıdan tutup çeken biri vardı sanki. Komşusuna bakmıyordu. Yağmur gözyaşlarını saklasa da göstermemek için hala çabalıyordu buz adam. Komşusu onun inlemelerini fark etti ve ona şöyle seslendi;
“Sen mi yoksa ben mi daha çok acı çekicem. O kızlara nasıl sarılacam? Senin kadınını bir duman aldı götürdü. Ben kadınımı götüren evlatlarımla nasıl yaşıycam?”
Adam duyduğu sözlerle toprağın altında ellerini tutan ellerin geri çekildiğini fark etti ve misyonu varmışçasına kendini toparladı. Ayağa kalkıp adamı iki yakasında çekerek topraktan söktü. Köksüz bir ağaç gibi ellerinde sallanan adamı daha da hırpalar şekilde sallamaya başladı. Adam kendini bırakmış başı düşük bir buğday dalı gibi sallanıyordu. Bunun yeterli olmayacağını anladı ve bir elini yakasından çekerek adama sağlam bir tokat oturttu. Öyle vurmuştu ki komşusuna, diğer yakası da elinden kurtuldu ve adam cansız bir kütük gibi yere yığıldı. Onu iki yakasında tutup tekrar kaldırdı ve burnunu burnuna kadar getirerek gözlerine gözleri ile haykırdı.
“Sen kızlarında her gün onu göreceksin ve onun saçlarını okşayabileceksin. Ben ancak toprak beni çağırdığında ona kavuşabileceğim.”
Komşusu daha inlemeli ağlıyordu ama tokatın acısı ile değil, gerçeği kabullenemediği için. “Hayır, hayır” diye geveledi. Adam bunun üzerine bir tokat daha yerleştirdi bunu adeta arzu eden komşusuna. Yere yığılan komşu ağzı kan içinde yerden adama doğru haykırdı bu kez.
“Ben o bebeklere dokunamam. Onlara masallar okuyamam. Saçlarını tarayamam. Ben bittim. Ben yokum ki.”
Adam çömeldi ve daha duygusal bir sesle komşuna konuştu.
“Sen kadının seni hoş karşılasın diye, o bebeklere bakacaksın. Onları seveceksin. Sonra onlar büyüdükçe senin yaralarını saracak. Sonra onları, onlar seni seviyor diye seveceksin. Ama şimdi kadının ödediği bedelinin hakkını vereceksin. Erkek olacaksın ve bu bedelin altında kalmayacaksın.”
Her kelimesi nedense zihnine kazındı zavallı babanın. Donup kalmış bir ifade vardı yüzünde. Biri onu almasa öyle kalacaktı sanki oralarda yıllarca. Adam sözlerin yerine ulaştığını fark edercesine gülümsedi ve ayağa kalkıp komşusuna elini uzattı. Komşusu ona elini uzatacak gücü bile bulamıyordu kendinde ama toprakta onu itiyordu sanki adama doğru. Çamurlu elleri öyle kuvvetlice birbirini tuttu ki komşusu tarifsiz bir güven içinde kendini hissetmeye başlamıştı. Sanki ölmüş babası yanındaydı.
Şimdi ormanda kara bir puma gibi çukurun başında çökmüş bekliyordu. Ay ışığı sadece yeşil gözlerini parlattığı için kara bir puma görüntüsünde elleri ve dizleri üzerinde çökmüş duruyordu. Bir pumayı ancak açlık avlanmaya, öldürmeye yöneltir. Ama o hiç de aç değildi can alırken. O zevk için de öldürmemişti, intikam için de değildi. O mecburdu. Hayatını önemsediği için mecbur değildi. Sadece mecburdu. Tüm kasabanın gizemli kendi halinde bir adam olarak bildiği bu huysuz ve hırçın adam, şimdi bir puma edasında pençelerinde kan izlerine bakıyordu. Ama puma gibi yalanarak onları temizleyemeyecekti. Gerekte yoktu aslında.