Aylar önce
ormanda, dikenli sarmaşıklar arasında yitmiş siyah bir ağaca rastlamıştım. Ben
ırkçı değilim esasında ağaçları siyah beyaz diye ayırmam ama bunun bakışları
beni rahatsız etti. Dik dik bakıyor diye
aldım kireç kovasını başladım gövdesini beyaza boyamaya. Tüm bitkiler gülmeye başladı
sözüm ona siyah olan bu ağaca. Çünkü boya sürdükçe dalları yaprakları dökülmeye
başladı. Ben fırçayı sürdükçe, ağaç sanki gövdesinden testere ile dallarını
kesiyormuşum gibi ağlıyordu. Kardeşim bir banyo yaparsın geçer, ben sadece sana
bir ders vermek istedim. Kireç bu sonuçta. Bu kadar dertlenip kozalak dökecek
ne var dedim. Orman korucusu geldi
yanıma. Bu ağacı beyaza boyayamazsınız
dedi. Baktım korucu da zenci. Başladım
onu da boyamaya. O kaçıyor ben ormanın için bir elimde kova bir elimde fırça
korucuyu kovalıyorum. Nefesi bitti göl kenarına
vardığımızda. Diz çöktü ve yalvardı. Al şu göl kıyısından çamuru beni çamura
bula. Ama lütfen beyaza boyama dedi. Nedir senin beyazla derdin dedim. Mazimdeki acılarım, atalarımın dinmeyen
gözyaşlarının nedeni hep beyaz olanlardır. Lütfen geçici bile olsa beni beyaza
boyama. Bu benim geçmişime ihanet olur. Anladım böylece siyah ağacın
debelenişini. Korucuyu saldım. Kendi başımdan aşağı zifti döktüm. Aynaya
bakıyorum, siyahım ve vicdanım bir başka rahat.