Çoğu zaman böyle hissederim yazdıklarımı okurken. Bir yabancıyı keşif ediyorumdur içimde.
Hele bazen öyle ikilemde kalıyorum ki, defter benim, el yazısı benim olmasa ''galiba bunu ben yazmamışım'' diye inanabilirim.
Bunu sık yaşamak adına yazdığım kısa deneme yada şiirleri ikinci kez okumam uzun zaman geçmeden. Sonra zamanda yolculuk gibi dönerim neler yazmışım diye bu hızlı karalanmışlara. Ve yine kendimi inandırma çabaları ile baş başa kalırım ''tabi ki bunları sen yazdın'' diye.
Çok yazanlar bilir bu duyguyu ve daha iyi anlıyorlardır beni. Umarım yazmıyor olanlara da geçirebilirim bu duyguyu. Bir örnek vereyim bu olaya istinaden.
Bir radyoda bir şarkı dinlediniz ve bu şarkı sizi çok hüzünlendirdi yada çok coşturdu. Sizi hüzünlendiren yada coşturan radyo mudur yoksa o şarkı mıdır?
O şarkı radyonun bir eseri midir? O şarkının güftesini o radyo mu yazmıştır? O şarkının bestesini o radyo mu yazmıştır? Radyo sadece alıcı ve ileticidir. Ama bir verici sinyal dağıtmadıkça hiçbir radyo işlevde bulunamaz.
Verici sinyalleri her yerde gezer ama sadece alıcılar bunları iletebilir. Radyo çok bir çaba sarf etmez aslında sinyalleri bulmak için. Marifet sinyalleri bulmak da değil radyo olabilmektedir.
Ve radyo olmak bir hediyedir yazarlık açısından, bu sinyalleri algılayıp iletebiliyor olduğunuz için. Bundan dolayıdır ki asla marifet görmem yazdıklarımı.
Ben sadece bana özel frekanslardan aldığım ses dalgalarını kaleme alan biriyim. Yani basit bir ileticiyim sadece.
Bu konuda bir sır vermek gerekirse de , yazdıklarını kendi marifeti sanıp kibirlenenlerin, algılayabildiği frekanslar azalır günden güne.
Çünkü kibir, size verilen hediyenin değerini bilmemeyi getirir ve o zaman başlarsınız parazit sesleriyle yayın yapmaya.