Düşünsem de düşünmesem de bazı şeyler benim kontrolümde değil. Onun için kurallara uyarak karar vermek en iyisi. Sorumluluktan yırtıyor insan. Ameliyat masasında tam beş kişiydik hastanın etrafında. Anesteziysen hastayı bayılttıktan sonra tuvalete gitmek için izin istedi. Kimden istedi, karnı yarmış, bağırsaklardan yarım metre kesip almaya çalışan benden. Zaten durum boktan, adam daha da içine etti resmen.
Dikiş atmayı gemicilerden öğrendim ben. Öyle bir dikerim ki, benden sonra hiçbir operatör o yarayı aynı yerden açamaz; bir çeşit imzam bu benim. Bakarlar ve derler; “Doktor Frankenstein dikmiş bu hastayı.” Bazen ameliyat bitiyor estetik olsun diye gereksiz birkaç yeri daha kesip tekrar dikiyorum; simetri hastalığı var bende. Tek taraflı bazı dikişler garip duruyor. Hastalarımdan çoğu bu tarz sürprizlerim için çok teşekkür etmiştir ameliyat sonrasında.
Her meslekte sanat vardır görebiliyorsan. Kişinin ten rengine göre dikiş iğnesi kullanırım ben. Çünkü renge göre incelir ve kalınlaşır tenler. Tenden bir gömlek dikecek olsam Çinlilerin tenini kullanırdım. Sanırım fazla et yemedikleri için onlarınki çok pürüzsüz oluyor. Yorgun argın eve geldiğimde Beethoven dinlendirir beni ama pikaptan dinlerim mum ışığında.
O gün habersiz gelmişlerdi ama yine de tüm güler yüzümle içeri aldım onları. Ama girerken çamurlu ayakkabılarını çıkarmayınca işler değişti. Salonda, ipek İran halımız üzerinde çamur izlerini görünce kan tepeme çıktı. Şımarık kadının o koca göbekli kocası yarı yatar vaziyette koltuğa oturduktan sonra ayaklarını ortadaki sehpaya yaslamıştı. Duvarda süs diye duran Japon katanasını aldım, tüm güler yüzümle bir merasim havasında kınından yavaşça çıkardım. Bir geyşa izliyormuş gibi keyifle bana bakıyorlardı. Sonra ani hareketle katanayı ayaklarını sehpaya yaslamış o göbekli maymunun diz kapaklarına indirdim. Adam ağzı açık sehpanın üzerinde kalan ayaklarına bakıyordu. Kadın refleks olarak kocasına tokat etti ve “Salak onlar senin ayakların” dedi. Adam ayaklarını alarak evden kaçmayı denedi ama ayakları kucağında olduğundan koşamadan yere yuvarlandı. İran halım artık bir vampir köşkü halısına dönmüştü zira rengi sicim gibi akan kan ile boyanmıştı. Karısı ayağa kalktı ve bana “Haklısınız hak etti bu” diyerek adamı ensesinden sürerek kapıya doğru çekmeye başladı. Adam sürünürken ayağının birini düşürdü ve bir eliyle geriye doğru işaret ederken ağlayarak “Ayağım, ayağım orda kaldı” diye barınıyordu. “Kargo ile yollarım size” dedim. Karısı özür dileyerek geri döndü ve üzerine kan damlamasına özen göstererek diğer ayağı da aldı.
Asansörle inerken adamı boş bir çöp kovasının içine koyarak indirdiler, malum site yönetmeliği asansörlerin gereksiz kan ile kirlenmesi yasaktı. Gereksiz kan derken, bir mutfak kazası olur da eli kesilir ya da evde cam kırılır kazayla bir yerleri kesilir bir site sakininin, o zaman sıkıntı yok, birkaç damla asansöre ya da koridorlara düşebilir. Ama misafirlerin kanlarıyla siteyi kirletmemiz ciddi bir yasaktı, onun için çöp kovası içinde indirdiler adamı. Katanayı kınına sokarken kendime söz verdim habersiz gelen kimseyi bir daha eve almayacağım diye.
Neyse acil servise vardıklarını haber aldım civardaki hastaneden. Vicdan yaptım, birikmiş tüm altınlarımı, ziynetlerim, pırlatanlarımı kasadan alıp acil servise gittim. Henüz yarım saat olmuştu ama ayaksızın karısı siyah, kapalı bir elbise giymiş ve yine siyah tülden bir şapka takmış vaziyette beni karşıladı acil servisin kapısında. “Maalesef yetiştiremedik, çok kan kaybetmiş, kurtaramadılar” dedi. “Ya kovada biriken kanı kullansaydılar” dedim. Kadıncağız “Denediler ama çöpten akıp kovanın dibinde kalan çay suyu ile karışmış kanı, kullanamadılar. Oysa ne çok severdi earlygray çayını” dedi. Tüm ziynetlerimi ona uzattım “bunlar sizin” dedim. Kadın altın dolu mor kesenin içine derince baktıktan sonra gözlerimim içine bakarak nemli yas tutan gözeleri ile şöyle dedi;
“Kocasız kaldım diye benim için endişeleniyorsun, doğru artık dul bir kadınım ama ne zaman geleceği düşünsem, yitirdiğim özgürlüğümü, onu öpmek isterim ve sonra ölmek, o ise uyurken her şeyden habersiz. Morgda son kez öperek vedalaştım onunla. Diz kapaklarında simetrik dikişler vardı. Keşki yaşasaydı da görseydi o sanatsal dikişleri.” Simetrik dikişler; belli ki biri sanatımı taklit ediyordu. Morga gidip kanının nerdeyse yarısını evdeki halımın emdiği mevtanın dikişlerine baktım. Tahmin ettiğim gibi, kollarını da dirseklerinden keserek tekrar dikmişti simetrik olsun diye. Kol ve bacaklarda farklı iğne ve iplikler kullanmıştı. Sol ayak ve sol kol dikişleri aynı yönde ve aynı oranda boşluklarla dikilmişti. Sağ ayak ve sağ kol da öyle. Burada başka bir sanat vardı. Beni taklit eden değil, beni aşan bir sanattı bu.
Günler geçtikçe kendimi geliştirmek adına tüm tıp dergilerine ve kitaplarına tekrar döndüm. Hangi ameliyatta hangi simetrik dikişleri kullanabileceğimi önce kağıt kalemle çalışıyordum, sonra da üniversitenin kadavralarında uygulamalar yapıyordum. Ama kadavralarda desen net çıkmıyordu. Sıcak veya yeni soğuyan bedenlerde sanatım ancak kendini gösterebiliyordu. İhtiras böyle bir şey işte. O çılgınca fikir geldiğinde aklıma heyecandan uyuyamadım ve çok değil aynı gecenin sabahına doğru desenleri kendi üzerimde denemeye başlamıştım. Salonun ortasına duvar boyacıların mobilyaları korumak için kullandığı ince muşambalardan sermiştim. Tam ortasına koyduğum sandalye karşı duvardaki aynaya bakıyordu. Ne kadar zaman geçti hatırlamıyorum, oturduğum sandalyenin etrafı boş morfin şişeleri ve kanlı gazlı bezlerle dolmuştu. Picasso’nun atölyesi bile bu kadar özel değildir diye düşünüyordum.
Bir süre sonra neşter kullanırken morfin ihtiyacı hissetmemeye başladım. Sanatımın verdiği heyecan, etkisi geçen morfini unutturuyordu bana. Tekrar morfin vurmak için o kesiklere ya da dikişlere ara veremiyordum. Zamanla o acıya rağmen kendimi kesmeye ve dikmeye alıştım. Sanırım neden bana Dr. Frankenstein dendiğini anlamışsınızdır. Parmaklarımı kesip dikmemeliydim, iğneyi eskisi kadar düzgün kullanamıyorum artık. Aynada çıplak vücudumu izlerken kendimden geçiyorum. Kendi üzerimde kendi sanatımı seyrediyorum.