03 Nisan 2021

9 Numara

 


Sular kesik diye yıkanmıyorduk, doğru. Kokuyorduk ama birbirimizden tiksinecek kadar değil. Yemek için ne veriliyorsa ona razıydık. Hatta bazen sirke içip bal bile yiyorduk. Bu salgın öncesinde de aç insanlar değildik ama gözümüz asla doymamıştı. Onca felaketlere rağmen gereken dersleri alamadık ve nerdeyse yok olduk diyeceğimiz kadar bir avuç insan kaldık şu tarumar edilmiş dünyada. Bazılarımız yeniden bir medeniyet kurmaktan bahsediyor. Bazılarımızsa “Son demlerimiz, kıymetini bilelim dünya bitti” diyor. Ben mi ne diyorum? Ben yeri göğü duvarı beyaz olan bu küçük dünyamda mutluyum.

Şöyle açıklayayım; ben tüm sevdiklerimi kaybettim, kalanlarsa umurumda değil. Ailemi, eşimi, çocuklarımı, annemi babamı, kardeşlerimi, yeğenlerimi, kuzenlerimi, herkesi aldı götürdü bu salgın benden. Şimdi medeniyet yeniden kurulsa ne olacak?

İlk elli sene geçmişten ders almış nesil ve onların çocukları, sonraki elli sene ise “artık değişim zamanı geldi” diye bağıran genç sesler. Dolayısıyla farklı senaryo, farklı dekor, farklı zaman ama yine aynı son gerçekleşecek. Yok, yok buna izin veremem, ben bu sonun gelişini hızlandıracağım. Bir daha aynı şeyleri yaşayarak rezil edemeyecek insanoğlu kendini. Delice geliyor değil mi, ama gerçekten bunu durdurabilecek tek kişi benim. Çünkü deli değilim, ben bir dâhiyim.

Bu salgının virüsü defalarca mutasyona uğradı ve tam sekiz sene sonra ansızın kendi kendine yok oldu. Yıllarca bu virüsü alt edecek aşıyı ya da ilacı bulmak için çabaladım ama başarılı olamadım, yani kısmen başarılı olamadım. Sevdiklerimi teker teker aldıkça, onunla olan savaşım adım adım şekil değiştirdi. Tüm meslektaşlarım azala azala pes ettiler zaman geçtikçe. Hatta aralarında başarısızlıklarından suçluluk duyarak intihar edenler bile oldu. Bense konuyu bir intikam davasına çevirmiştim kendi zihnimde ve içimdeki öfke motivasyonu sayesinde asla vazgeçmedim çalışmaktan.

Yüzlerce cesetten aldığım antikor örneklerini binlerce kez türevleyerek onu tekrar canlandırıp bir cam tüpe hapsetmeyi başardım. Sanırım bunu yapmamın nedeni aciz ve mağlup olmuş bir insanın kendince teselli arayışıydı, çok emin değilim. Onu zamanında yenip, etkisiz hala getirememiştim ama onu hapsetmeyi başarmıştım. O benim tutsağımdı artık. Evet, bütün dünyanın katili, gelmiş geçmiş en büyük cani benim tutsağımdı. Her ne kadar burada ben de bir tutsak gibi görünsem de asıl gayem onu herkesten izole etmekti.

  Onu ufacık bir tüpte yaşatıyordum ve geceleri ışıklar söndüğünde tüpü cebimden usulca çıkarıp onunla konuşuyordum. Ben ona nefretimi kusarken o gayet sakin tüpün içinde dingin bir tebessümle beni dinliyor. Onun fısıltılarını duymamış gibi yapıyorum ve devam ediyorum gelmiş geçmiş en büyük caniye nefretimi kusmaya. O ise kendinden gayet emin, garip bir tebessümle beni dinliyor ve o alaycı gülüşü beni çok rahatsız ediyor. Er ya da geç onu bu ortak beyaz hücremizden dışarı kendi elimle salacağımdan o kadar emin ki. Zira çok da haksız değil. Ama bunu nasıl bu kadar kesin biliyor? Adeta profesyonel bir kiralık katil gibi soğukkanlı ve bizden geriye kalanları öldürmek için onu salmamı bekliyor.

“Çok beklersin sen, emeline ulaşamayacaksın.”

“Hadi sal beni, sal ki görevimi tamamlayayım, daha ne bekliyorsun?”

“Sus, sen tutsağımsın, senin efendinim ben.”

“Sen mi efendimsin, güldürme beni nerde olduğunun farkında değilsin sanırım. Madem efendimsin, özür dileyeyim hemen senden, sonuçta onca sevdiğini öldürdüm.”

“Sus, sus dedim. Yoksa…”

“Yoksa? Yoksa yine duvarlara tekmeler atıp kendini yerden yere mi atarsın? Senin için en zoru ufak kızındı sanırım. O bayağı direnmişti değil mi bana. Ne umutlanmıştın onu kurtaracaksın diye. Çünkü ciğerlerini sona bırakmıştım, diğer organlarını sarmıştım önce.  Sırf sana bir biraz umut olsun diye, hatırlasana.”

Hatırlasana mı? O anı unutabilmek için tüm benliğimi silmiştim zihnimden ben. Ama faydası olmamıştı. Acı yine acı. Geçmeyen, azalmayan, bitmeyen acı. 

“Baba…”

“Söyle minik aşkım.”

“Annemi ve kardeşlerimi görecek miyim orada.”

“İpek saçlım, öyle deme şimdi.”

“Baba, sen tek başına ne yapacaksın?”

“Minik aşkım, babanın ilacı seni kurtaracak, dayan biraz daha, lütfen, dayan.”

“Sen üzülme babacım. Annem beni kollar orada. Asıl seni düşünüyorum ben.”

O tutunduğum son dalımdı, minik aşkım, ipek saçlım. Nasıl da biliyor beni tam dibe vurduranı ve buralara sürükleyen o son olayı. Özellikle ondan bahsediyor onca sevdiğimi alıp götürmüş olmasına rağmen.

“Neden bunu yapıyorsun bana? Neden bana işkence yapmaya devam ediyorsun?”

“Çünkü bunu sen istedin. Hesaplaşmak istediğin bir hortlak gibi beni geri getirdin. Ne bekliyordun? Pişmanım deyip senden af dileyeceğimi mi? İlk anneni öldürmüştüm değil mi? Baban arkasından bir hafta dayanabilmişti.”

“Tamam, yeter, güçlü olan sensin. Kabul ediyorum. Seni salacağım. Kalan tüm insanları da öldür, rahatla. Bundan ne haz alıyorsan?”

“Haz mı? Zavallı insanoğlu, haz için öldürmek sizin gibi basit yaratıklar için geçerlidir. Ben ne için yaratılmışsam onu yerine getiririm.”

“Anlamıyorum, hala anlamıyorum, ders vermek mi amacın? Bizi cezalandırmak mı?”

“İnsanoğlu ders almaz, alsa da unutur. Biz görevlilere düşen zaman zaman onlara hatırlatmaktır.”

“Hatırlatmak mı? Milyonlarca insanı öldürerek kalanlara neyi hatırlatman gerekiyor?”

“Aciz olduklarını ve her zaman aciz kalacaklarını.”

Hem bilgece hem de zalimce sözleri nasıl çınlıyordu kafamın içinde. Her ne kadar doğru söylüyor olsa da daha fazla onu duymak istemiyordum.  

“Seni salacağım ama bana söz vermeni istiyorum?”

“Benim fıtratımda söz vermek yoktur, sadece öldürürüm ben.”

“Zaten benim istediğim de bu. Bir insanı bile canlı bırakmamanı istiyorum bu dünyada.”

“Maalesef bu mümkün değil?”

“Nasıl olur? Senin öldüremeyeceğin bir insan olamaz. Ne aşı bulundu ne de ilaç. Yanılıyor muyum, bulundu mu, yo bulunmadı tabi. Yoksa bulunmuş muydu ya? Uzun zaman oldu buraya geleli, bilemiyorum. Her neyse, salacağım seni ama herkesi öldüreceksin, o kadar.”

“Ben nedenini bilmem ama bir erkek ve bir kız çocuğu var ki onların bedenlerine ne yaptıysam nüfuz edemiyordum. Etraflarında görünmeyen bir koruyucu kalkan var.”

Bir erkek, bir kız, onlara nüfuz edemiyor, koruyucu kalkan var. İşte bu yıllardır duyduğum tek güzel haberdi. Hiç cevap vermeden mutluluk gözyaşlarıyla tüpü tekrar cebime koydum. Evet, bu bir yok ediliş değildi, bu yeni bir başlangıçtı. Nuh tufanı sonrasında da dünya bir çift insan ile yeniden kurulmamış mıydı? Şimdiyse bu tufanı tekrar başlatma anahtarı benim cebimde duruyordu. Bu kutsal görev bana verilmişti. Peki ya gemi. Gemi yapıldı mı, ben yapmış mıydım? Biri yaptı gemiyi değil mi? Yapmıştır canım.

“Nuh, yıllarını bu gemiyi yapmaya adadın. Ne deniz var yakınımızda ne de bir göl. Yıllardır kuraklık da var, yağmur bile göremez olduk. Neden bu gemi?”

“Çocuklarımın anası, bil ki gün gelecek bu gemiye herkes binmek isteyecek. Ancak kimlerin bu gemide olacağını kalpleri belirleyecek.”

“Senin tanrına inanmıyorlar, sana inanmıyorlar. Sense onları kurtarmak için gemi yapıyorsun. Hepsi uzaktan sana ve gemine alaylı alaylı bakarak gülüşüyorlar. Hatta …”

“Hatta çocuklarım da değil mi? Hatta sen de?”

“Nuh, ben senin kadınınım, sen nereye ben oraya, tabi çocuklarım da öyle.”

“Güzel söyledin ama bu gemiye kimlerin binebileceğini sadece kalpleri belirleyecek. Ne sen ne de ben.”

          Evet yıllarca bu virüs ile savaşmıştım ve tüm bildiklerimin onu yok etmek için bana verildiğini düşünüyordum. Meğerse dünyanın ikinci başlangıcını tamamlamak üzere görevliymişim ben. Görevim tufanı getirmek mi, gemiyi inşa etmek mi, anımsamıyorum. Her neyse, şimdi onun en hızlı yayılmasını sağlayacak yeri bulup onu bu tüpten dışarı salmam gerekiyor. Sanırım nasıl biliyorum ama önce bu beyaz odadan dışarı çıkmam lazım. Geliyorlar, çok kötü kokuyorum, nasıl çıkacağım ki?

 

“9 numarayı yine tazyikli suyla mı yıkayacağız?”

“Evet, hala direniyor “sular kesik yıkanamam ben” diye.”

“Sen anlayabildin mi bizi görünce sözde neyi saklamaya çalıştığını?”

“Malum salgında tüm ailesi ölünce kafası uçmuş bizimkinin. Doktor olduğu için muhtemelen elinde bulamadığı hayali aşı vardır.”

“Hakikaten ya, aşıyı kimim bulduğu asla öğrenilemedi değil mi? Üzerinde “Nuh’un Gemisi” yazması da cabası.”

“Boş ver…Ne kokuyor bu adam ya? Ben kapının gözünden hortumu içeri tutacağım, sen vanayı aç.”

Su, sadece su. Yer gök her yerden su. Ne ibret alıcı gündü o gün. Gök ne kadar su taşıyorsa bırakmıştı yeryüzüne. Yer de ne kadar su saklıyorsa derinlerinde salmıştı yukarı aynı anda. Kokuşmuş ruhlardan başka kirli kalan hiçbir şey yoktu artık. Peki ya gemidekiler?