Sular kesik diye yıkanmıyorduk, doğru.
Kokuyorduk ama birbirimizden tiksinecek kadar değil. Yemek için ne veriliyorsa
ona razıydık. Hatta bazen sirke içip bal bile yiyorduk. Bu salgın öncesinde de
aç insanlar değildik ama gözümüz asla doymamıştı. Onca felaketlere rağmen
gereken dersleri alamadık ve nerdeyse yok olduk diyeceğimiz kadar bir avuç
insan kaldık şu tarumar edilmiş dünyada. Bazılarımız yeniden bir medeniyet
kurmaktan bahsediyor. Bazılarımızsa “Son demlerimiz, kıymetini bilelim dünya
bitti” diyor. Ben mi ne diyorum? Ben yeri göğü duvarı beyaz olan bu küçük
dünyamda mutluyum.
Şöyle açıklayayım; ben tüm sevdiklerimi
kaybettim, kalanlarsa umurumda değil. Ailemi, eşimi, çocuklarımı, annemi babamı,
kardeşlerimi, yeğenlerimi, kuzenlerimi, herkesi aldı götürdü bu salgın benden.
Şimdi medeniyet yeniden kurulsa ne olacak?
İlk elli sene geçmişten ders almış nesil ve
onların çocukları, sonraki elli sene ise “artık değişim zamanı geldi” diye
bağıran genç sesler. Dolayısıyla farklı senaryo, farklı dekor, farklı zaman ama
yine aynı son gerçekleşecek. Yok, yok buna izin veremem, ben bu sonun gelişini hızlandıracağım.
Bir daha aynı şeyleri yaşayarak rezil edemeyecek insanoğlu kendini. Delice
geliyor değil mi, ama gerçekten bunu durdurabilecek tek kişi benim. Çünkü deli
değilim, ben bir dâhiyim.
Bu salgının virüsü defalarca mutasyona
uğradı ve tam sekiz sene sonra ansızın kendi kendine yok oldu. Yıllarca bu
virüsü alt edecek aşıyı ya da ilacı bulmak için çabaladım ama başarılı olamadım,
yani kısmen başarılı olamadım. Sevdiklerimi teker teker aldıkça, onunla olan
savaşım adım adım şekil değiştirdi. Tüm meslektaşlarım azala azala pes ettiler zaman
geçtikçe. Hatta aralarında başarısızlıklarından suçluluk duyarak intihar
edenler bile oldu. Bense konuyu bir intikam davasına çevirmiştim kendi zihnimde
ve içimdeki öfke motivasyonu sayesinde asla vazgeçmedim çalışmaktan.
Yüzlerce cesetten aldığım antikor
örneklerini binlerce kez türevleyerek onu tekrar canlandırıp bir cam tüpe
hapsetmeyi başardım. Sanırım bunu yapmamın nedeni aciz ve mağlup olmuş bir
insanın kendince teselli arayışıydı, çok emin değilim. Onu zamanında yenip, etkisiz
hala getirememiştim ama onu hapsetmeyi başarmıştım. O benim tutsağımdı artık.
Evet, bütün dünyanın katili, gelmiş geçmiş en büyük cani benim tutsağımdı. Her
ne kadar burada ben de bir tutsak gibi görünsem de asıl gayem onu herkesten
izole etmekti.
Onu ufacık bir tüpte yaşatıyordum ve geceleri ışıklar
söndüğünde tüpü cebimden usulca çıkarıp onunla konuşuyordum. Ben ona nefretimi
kusarken o gayet sakin tüpün içinde dingin bir tebessümle beni dinliyor. Onun
fısıltılarını duymamış gibi yapıyorum ve devam ediyorum gelmiş geçmiş en büyük
caniye nefretimi kusmaya. O ise kendinden gayet emin, garip bir tebessümle beni
dinliyor ve o alaycı gülüşü beni çok rahatsız ediyor. Er ya da geç onu bu ortak
beyaz hücremizden dışarı kendi elimle salacağımdan o kadar emin ki. Zira çok da
haksız değil. Ama bunu nasıl bu kadar kesin biliyor? Adeta profesyonel bir
kiralık katil gibi soğukkanlı ve bizden geriye kalanları öldürmek için onu
salmamı bekliyor.
“Çok beklersin sen, emeline
ulaşamayacaksın.”
“Hadi sal beni, sal ki görevimi
tamamlayayım, daha ne bekliyorsun?”
“Sus, sen tutsağımsın, senin efendinim ben.”
“Sen mi efendimsin, güldürme beni nerde
olduğunun farkında değilsin sanırım. Madem efendimsin, özür dileyeyim hemen
senden, sonuçta onca sevdiğini öldürdüm.”
“Sus, sus dedim. Yoksa…”
“Yoksa? Yoksa yine duvarlara tekmeler atıp
kendini yerden yere mi atarsın? Senin için en zoru ufak kızındı sanırım. O
bayağı direnmişti değil mi bana. Ne umutlanmıştın onu kurtaracaksın diye. Çünkü
ciğerlerini sona bırakmıştım, diğer organlarını sarmıştım önce. Sırf sana bir biraz umut olsun diye,
hatırlasana.”
Hatırlasana mı? O anı unutabilmek için tüm
benliğimi silmiştim zihnimden ben. Ama faydası olmamıştı. Acı yine acı.
Geçmeyen, azalmayan, bitmeyen acı.
“Baba…”
“Söyle minik aşkım.”
“Annemi ve kardeşlerimi görecek miyim orada.”
“İpek saçlım, öyle deme şimdi.”
“Baba, sen tek başına ne yapacaksın?”
“Minik aşkım, babanın ilacı seni
kurtaracak, dayan biraz daha, lütfen, dayan.”
“Sen üzülme babacım. Annem beni kollar orada.
Asıl seni düşünüyorum ben.”
O tutunduğum son dalımdı, minik aşkım, ipek
saçlım. Nasıl da biliyor beni tam dibe vurduranı ve buralara sürükleyen o son
olayı. Özellikle ondan bahsediyor onca sevdiğimi alıp götürmüş olmasına rağmen.
“Neden bunu yapıyorsun bana? Neden bana
işkence yapmaya devam ediyorsun?”
“Çünkü bunu sen istedin. Hesaplaşmak
istediğin bir hortlak gibi beni geri getirdin. Ne bekliyordun? Pişmanım deyip
senden af dileyeceğimi mi? İlk anneni öldürmüştüm değil mi? Baban arkasından
bir hafta dayanabilmişti.”
“Tamam, yeter, güçlü olan sensin. Kabul
ediyorum. Seni salacağım. Kalan tüm insanları da öldür, rahatla. Bundan ne haz
alıyorsan?”
“Haz mı? Zavallı insanoğlu, haz için
öldürmek sizin gibi basit yaratıklar için geçerlidir. Ben ne için yaratılmışsam
onu yerine getiririm.”
“Anlamıyorum, hala anlamıyorum, ders vermek
mi amacın? Bizi cezalandırmak mı?”
“İnsanoğlu ders almaz, alsa da unutur. Biz
görevlilere düşen zaman zaman onlara hatırlatmaktır.”
“Hatırlatmak mı? Milyonlarca insanı
öldürerek kalanlara neyi hatırlatman gerekiyor?”
“Aciz olduklarını ve her zaman aciz
kalacaklarını.”
Hem bilgece hem de zalimce sözleri nasıl
çınlıyordu kafamın içinde. Her ne kadar doğru söylüyor olsa da daha fazla onu
duymak istemiyordum.
“Seni salacağım ama bana söz vermeni
istiyorum?”
“Benim fıtratımda söz vermek yoktur, sadece
öldürürüm ben.”
“Zaten benim istediğim de bu. Bir insanı
bile canlı bırakmamanı istiyorum bu dünyada.”
“Maalesef bu mümkün değil?”
“Nasıl olur? Senin öldüremeyeceğin bir
insan olamaz. Ne aşı bulundu ne de ilaç. Yanılıyor muyum, bulundu mu, yo
bulunmadı tabi. Yoksa bulunmuş muydu ya? Uzun zaman oldu buraya geleli,
bilemiyorum. Her neyse, salacağım seni ama herkesi öldüreceksin, o kadar.”
“Ben nedenini bilmem ama bir erkek ve bir
kız çocuğu var ki onların bedenlerine ne yaptıysam nüfuz edemiyordum.
Etraflarında görünmeyen bir koruyucu kalkan var.”
Bir erkek, bir kız, onlara nüfuz edemiyor,
koruyucu kalkan var. İşte bu yıllardır duyduğum tek güzel haberdi. Hiç cevap
vermeden mutluluk gözyaşlarıyla tüpü tekrar cebime koydum. Evet, bu bir yok
ediliş değildi, bu yeni bir başlangıçtı. Nuh tufanı sonrasında da dünya bir
çift insan ile yeniden kurulmamış mıydı? Şimdiyse bu tufanı tekrar başlatma
anahtarı benim cebimde duruyordu. Bu kutsal görev bana verilmişti. Peki ya
gemi. Gemi yapıldı mı, ben yapmış mıydım? Biri yaptı gemiyi değil mi? Yapmıştır
canım.
“Nuh, yıllarını bu gemiyi yapmaya adadın.
Ne deniz var yakınımızda ne de bir göl. Yıllardır kuraklık da var, yağmur bile
göremez olduk. Neden bu gemi?”
“Çocuklarımın anası, bil ki gün gelecek bu
gemiye herkes binmek isteyecek. Ancak kimlerin bu gemide olacağını kalpleri
belirleyecek.”
“Senin tanrına inanmıyorlar, sana
inanmıyorlar. Sense onları kurtarmak için gemi yapıyorsun. Hepsi uzaktan sana
ve gemine alaylı alaylı bakarak gülüşüyorlar. Hatta …”
“Hatta çocuklarım da değil mi? Hatta sen
de?”
“Nuh, ben senin kadınınım, sen nereye ben
oraya, tabi çocuklarım da öyle.”
“Güzel söyledin ama bu gemiye kimlerin
binebileceğini sadece kalpleri belirleyecek. Ne sen ne de ben.”
Evet yıllarca bu virüs ile savaşmıştım ve tüm bildiklerimin onu yok
etmek için bana verildiğini düşünüyordum. Meğerse dünyanın ikinci başlangıcını tamamlamak
üzere görevliymişim ben. Görevim tufanı getirmek mi, gemiyi inşa etmek mi,
anımsamıyorum. Her neyse, şimdi onun en hızlı yayılmasını sağlayacak yeri bulup
onu bu tüpten dışarı salmam gerekiyor. Sanırım nasıl biliyorum ama önce bu
beyaz odadan dışarı çıkmam lazım. Geliyorlar, çok kötü kokuyorum, nasıl
çıkacağım ki?
“9 numarayı yine tazyikli suyla mı
yıkayacağız?”
“Evet, hala direniyor “sular kesik
yıkanamam ben” diye.”
“Sen anlayabildin mi bizi görünce sözde
neyi saklamaya çalıştığını?”
“Malum salgında tüm ailesi ölünce kafası
uçmuş bizimkinin. Doktor olduğu için muhtemelen elinde bulamadığı hayali aşı
vardır.”
“Hakikaten ya, aşıyı kimim bulduğu asla
öğrenilemedi değil mi? Üzerinde “Nuh’un Gemisi” yazması da cabası.”
“Boş ver…Ne kokuyor bu adam ya? Ben kapının
gözünden hortumu içeri tutacağım, sen vanayı aç.”
Su, sadece su. Yer gök her yerden su. Ne
ibret alıcı gündü o gün. Gök ne kadar su taşıyorsa bırakmıştı yeryüzüne. Yer de
ne kadar su saklıyorsa derinlerinde salmıştı yukarı aynı anda. Kokuşmuş
ruhlardan başka kirli kalan hiçbir şey yoktu artık. Peki ya gemidekiler?