15 Mayıs 2021

I AM NOT THE ONE WRITING WHAT I AM WRITING


I mostly feel that way, while I am revising what I have put on paper. It is a process of recognition, getting to know the stranger inside me. There are moments when I find myself in conflict: I would easily give credit for the fact that I am not the one who has written all these, if I did not know that was my own notebook or my own pen in front of me.   

In order to experience this illusion more frequently, I sometimes spend some time away from the short essay or poem I have written, before revising them. Then I go back to those old scribbles of mine, and find myself traveling in time. That is when I try hard to convince myself, “You are surely the one who has written all these.” Those who write often will recognize this emotion and will understand what I mean by this. Let me give you an example on the subject.  

Please assume that you have listened to a song on the radio and that song has either made you feel gloomy or happy. Is what makes you gloomy or happy the song, or the radio itself? Is that song the outcome of the radio? Did the radio write the melody or lyrics of that song? The radio is nothing but a mediator between you and the song. However, unless a transmitter gives out a signal, no radio will function properly. 

Signals sent by a transmitter are everywhere. However, only the receivers are the ones who may transmit them. The radio does not give too much effort to find the signals. The talent lies not in finding the signals, but in being the radio. 

And being a radio is a gift, in terms of being a writer, simply because you have the ability to find and transmit those signals. That is why I never regard my writing skills as a super talent. I am only someone who simply expresses the sound waves I receive through special frequencies, and who puts them into words. I am nothing but a simple conveyor, in that sense. 

If you let me give you a small secret, I may easily tell you that those who feel too proud and arrogant because they write well will lose the strength of the sound frequencies in time. That is because arrogance makes you lose the awareness that your gift is priceless. That is the moment when your sound begins to jam.  


El Turco

 


Kurtuluş gününü kutluyorduk. Tarih 4 Temmuz 1988. Los Angeles’tayım. Askere gitmemek için kaçmıştım Amerika’ya, daha yaş 22 o zamanlar. Öyle bir kaçmışım ki askerlikten, Amerikalının bayramını 23 Nisan gibi kutluyordum. Türk olmayı özledim be kardeşim. Şartları değiştirelim diye benliğimizi değiştirdik. Şimdi istesem de o eski ben olamam ki. 

Cinayet masasında dedektif oldum. Önce devriye polisiydim tabi. Ama bir çeşit terfi aldım sayılır beş sene önce. Öldürülmemesi gereken bir suçluyu, işkence çektirerek geberttim. Ama tüm öttüğü bilgileri de terfiim için kullandım. Cesedinin yerini de azılı rakibine haber verdim ve onlar oraya vardığında da başka ekiplere suç üstü yaptırdım. Temiz işti, Türk işi yani. Hem pislik temizlendi hem de yeni pislikler ifşa oldu ve ben de terfi almış oldum. 

Cinayet masası en bereketli yerdir bu şehir için. İş hiç bitmiyor anlayacağın. Öldürülen genç yaşlı beni pek etkilemez. Öldürülme şekli farklı ise ilgimi çekiyor ancak. Standart silahla vurma yada bıçaklama çok sıradan geliyor. Katili yakalamaya pek motive olamıyorum. Ama asitte eritme gibi vakalar çok ilgimi çekiyor. Lisede de en iyi dersim kimyaydı zaten belki ondandır. Dişi bile kalmıyor maktulün. Genelde bir otellin küvetinde eritiyor cesedi. Tertemiz bir banyo bırakarak çıkıyor gidiyor otelden. 

Seri cinayetler uzmanlık alanım oldu. Çünkü bende seri bir katil olma potansiyeli var. Seri katil olmak derin bir zekâ ister. Onca cinayetin ardında göstermek istedikleri sadece üstün zekalarıdır. Zekâ ne derece yüksekse cinayetler o derece benzersiz olur ama bir o kadar yakalanmak isterler ve gizli ipuçlarını kasti bırakırlar meydan okurcasına.

Beni mesai arkadaşlarım “el turco” diye çağırırlar. İsmimi Jonathan yaptılar ama memleketime karşı yüzüm düşük olsa da özümü söylemekten asla çekinmedim. Bazen bana sorarlar bazı davaların içinde, sizin Türkler olsa burada ne yapar diye. Bilmiyorlar ki ben Türklükten kaçmış ve korkaklığı yüzünden de Türklükten men edilmiş bir yüz karasıyım. Türk olmaktan övünememenin boşluğunu kimse bilemez kardeşim. Türk gibi hisset ama ben türküm diyeme. Asker olmamak için elin kölesi olduk bu diyarlarda. 


Vurun (6dk.)

 


Vurun kahpeye dediler halk galeyana geldi. O ana kadar herkes komut bekliyormuş. Kahpe kim, kime ne vuracağız, neden biz vuracağız. Bir ton soru ile mahkeme salonundan çıktım. İnfazı gerçekleştirmek üzere taksim meydanında buluştuk. Kahpe dedikleri kadın swaroski taşlarla bezenmiş uzay yolu ikinci kaptanı kostümü ile Jennifer Lopez’di. Kadın ilk kez İstanbul’a konsere gelmişti ama aşıları tam değilmiş diye sahne öncesi gözaltına alınmıştı. Kadına taş atıyor millet o hala kalçayı sallayarak sağa sola kaçıyor. Ama görsen gram gözyaşı yok kadında. Bizim Bergen geldi aklıma. O da sahnede alımlı çalımlı volta atardı. Mikrofonu tespih gibi sallardı. Bazen masaların arasına girdiğinde bize yaklaşırdı. Dibime, burnumun dibine kadar girer şarkısını söylerdi. Ama bakışları öyle baygın ve uyuşmuştu ki sanki aniden tokat atacak hissi gelirdi, gerilirdim. Jennifer’ı kollamak için sahneye çıktım. Atılan taşlardan bana geldi. Yerden mikrofonu alıp saçlarına yıldız düşmüş annemi söylemeye başladım. O azgın adamalar bağdaş kurmuş çocuklar gibi ağlıyorlardı. Jennifer Ahmet Kaya’nın tüm plaklarını alıp memleketine döndü.

Kara uçurtma

 


Bayramları severdim ama çocukken. Bizim köyde pek çocuk eğlencesi yoktu. Bayramlar yaza ya da bahara denk geldikçe uçurtma şenliği yapılırdı arka yamaç tepelerde. Komşu köylerden de gelenler olurdu bizim tepelere. Orda önce renklerini, sonra kuyruğunun uzunluğunu yarıştırırdık uçurtmaların tüm çocuklar. Arife günü dahil kimse kimsenin uçurtmasını göremezdi. Kasabaya babamla uçurtma için malzeme almaya indiğimizde komşularla kırtasiyede karşılaşırsak bir şey almadan geri çıkardık, ta ki onlar mağazadan çıkasıya kadar. Öyle bir heyecan sarardı ki bayram gelirken Ramazan nasıl geçerdi anlamazdık. Oruçlarımızı şevkle bir an evvel bayram gelsin diye açardık. Babam en çok kuyruğunu önemserdi uçurtmanın. Kuyruğa yüzlerce küçük kuyruklar eklerdi ve öyle uzun tutardı ki uçurtma göğe yükselmişken bile nerdeyse kuyruğu yere değecek gibi olurdu. Babam derdi ki; “Bir ipini uzun tut, bir de kuyruğunu uzun ve sağlam yap. Kimseler senin yanına yaklaşamaz.”

Vurdular babamı ben daha delikanlı bile değilken. Malum toprak yüzünden, kan davası. O vuruldu uçurtmam da vuruldu, kuyruğu, ipi koptu. Nereye düştü, hangi tele takıldı bilemem. Ama o alçaklar çocukluğumu çaldılar benden. Anam elime dedemden yadigâr altıpatları verdi. Babamın kanı yerde kalmayacakmış. Kanı yerde kalmadı, 17 yıldır bu mahpushanedeyim işte ama uçurtmam hala o tellerde kaldı. 

Bir haftaya çıkacağım, cezam bitiyor. Sinyali verdim gardiyana, istediğim malzemeleri getirecek. Eline tutuşturduğumda listeyi afalladı ama tamamdır dedi sonradan. Getirdi malzemelerimi ertesi günü. Kara bir uçurma yaptım. Benim bahtım o ya, havalansın kara uçurtma. Ama kuyruğu umutlarım, öyle bembeyaz upuzun. Çıkınca çok vaktim olmaz diye burada bitirdim uçurtmayı. Zira ana ocağına gitmeden bizim tepelere varacağım kara uçurtmamla. Salacağım yükseklere görsün tüm köy halkı. Bilecekler ipin ucunda kim var. Gelsin sıksın sonra sıkacak olan bana. Bıraksam da uçacak bu kara uçurtma. Gövdesi pes etse beyaz kuyrukları düşürmeyecek onu.