15 Mayıs 2021

aklı sıra (6dk.)

 


Aklı sıra bana ders verecek. Ben ders alacağım adamı kendim seçerim. Karpuzu eşit dilimlemeyebiliyorsun diye gelip bana geometri dersi veremezsin. Meridyenler ve paraleller nedense sadece coğrafya dersinde öğretilir. Ama onlar yok ki. Dağlar ve nehirler de mi yok o zaman. Coğrafyası iyi olanın biyolojisi zayıf olur. Bir kedinin anatomisini anlamak için çatılarda içli içli miyavlayıp, kuyruk sallayabilmek gerekir. Çatı katında ufak bir terasım var. Barbekü yapıyorum orda ama mangal değil. Komşular geldi kapıya mangal yasak diye. Dedim ki “Ben Barbekü yapıyorum ama en islisinden.” Anlayan nerde. Tuzu döküyorum dirseğimin üzerinden tütsülü etlere. Dilimliyorum ince ince ortası hafif kanlı. Nusret rakılamaya geldi bize. Kokuyu almış tütsülü etin. Uzun bıçağı belinde Malkoçoğlu gibi. “Nerde abi et, keseyim ben.” dedi. Önce arka balkona geç orda bıçağını bileyle sonra da kolonyalı bezle temizle dedim. 

Galoşlar

 


Galoşlar hala ayağımdaydı. Hastaneden çıkmış iki üç sokak öyle sessiz yürümüştüm. Oysa ne kadar umutluydum onun yaşayacağına dair. Ameliyata girerken asansörde elimi tutuyor ve bir daha beni göremeyecekmiş gibi bakıyordu. Ama bir yandan da üzülmeyeyim diye bu hazin vedasını bana belli etmemeye çabalıyordu. Şimdi o bakışlarındaki vedayı çözüyorum. O an için “bu doktorlar beni kesip biçecek, sen de yanımda olsan keşke” bakışı sanıyordum ama şimdi anlıyorum; onlar veda bakışlarıymış.

Kaldırımın birine çöktüm kaldım. Hastaneden çıkışımdan oraya gelip çökene kadar henüz ağlamamış olduğumu fark ettim. Ellerimle yanaklarımı yokladım; “acaba ağladım da farkında mı değilim?” diye. Galoşları çıkardım yırtılmamasına çabalayarak, neden yırtılmasın diye çabaladıysam. Hemen sağımda duran gider ızgarasından içeri attım yırtmadan çıkardığım galoşları. Parmağımla iteledim tam içine düşsünler diye. Oturduğum kaldırımın biraz ilerisinde olan otobüs durağını ve orda bekleyen genç pempe bereli, lüle lüle uzun kızıl saçlı genç kadını fark ettim. Tanıdık bir yüzü vardı, tanıyordum onu sanki. Sanırım ızgaradan attığım galoşları görmüştü ve yaramaz bir çocukmuşum gibi bana kızgın ve eleştiren gözlerle bakıyordu. Yüreğim yanıyordu, canım acıyordu. Ama yine de o bakışlardan dolayı suçluluk hissettim. Duraktan bana doğru yavaş adımlarla gelmeye başladı. Bana atacağı o nutuğu dinlemek istemiyordum. O bana yaklaştıkça ben ızgarayı kaldırmak için yukarı asılmaya başlamıştım. “Hayır” gibilerinden kafasını sağa sola sallıyordu. O yaklaştıkça daha sert asılıyordum ızgaraya. Bir kaldırabilsem şu ızgarayı, o gidere bir ulaşabilsem. Izgara kımıldadı biraz ve o bunu fark edince “sakın” diye bağırdı. Aramızda birkaç adım kalmıştı ama ben hafif aralanan ızgarayı hala tam kaldıramamıştım. Gücüm azalmıştı ve çok az aralayabildiğim ızgarayı tekrar geri bıraktım. Bırakırken serçe parmağım sıkıştı ve kısa bir çığlık attım ama kurtardım parmağımı bir şekilde. Serçe parmağınım karnıma basıp, acısını geçirmeye çabalıyordum. İki büklüm kaldırımda kıvranırken onun yanımda oturmuş beni tebessümle izlediğini gördüm.

“Çok mu yandı canın?”

“Evet Gülizar, tüm hücrelerim acıyor sanki.”

“Ver o elini bana lütfen.”

“Yok Gülizar, benim hatam. Ben batırdım her şeyi.”

“Ver öpeyim, acısı kalmayacak.”

“Ama otobüsün geliyor. Bak farları gözüküyor.”

“Şoför bekler, beni almadan gidemez zaten.”

“Beni de alsa otobüse.”

“Almaz, alamaz. Seni durağın bu değil.”

“Ufalsam, çantana girsem. Sesim çıkmaz. Beni de götür.”

“Bu bereyi sen almıştın ilk çıktığımız gün, hatırladın mı?”

“Evet aşkım, saçların ne güzeldi böyle lüle lüle, kızıl mı kızıl.”

Gözyaşlarımı sildi avucunun içiyle. Otobüs yanımızda durmuştu ve şoför bize baktı. Tam oturduğumuz hizada duran ön kapıyı açtı ve ona seslendi;

“Bakıyorum güzel saçlarınıza kavuşmuşsunuz tekrar hanımefendi?”

“Evet, artık saçlarımı benden alamazlar.”

“Geç kalmasak iyi olur hanımefendi.”

Gülümseyerek kalktı kaldırımdan, otobüsün basamaklarını okula giden bir anaokulu öğrencisi heyecanıyla hızlıca çıktı ve başka hiçbir yolcunun olmadığı otobüste yeni başlayacak yolculuğunun sabırsızlığını yaşıyordu. Artık beni görmüyordu. El salladım, görmedi. Otobüs uzaklaştığında galoşların hala ayağımda olduğunu fark ettim. Ağladım, ağladım, göz yaşlarımın o ızgaradan akıp gideceği kadar ağladım. 


İdolümsün


Kocası kasabanın en zenginiydi. Görücü usulü evlenmişlerdi ama adam nedense ona deli gibi aşıktı. Her istediği kadını elde edebilecek bir adamın neden ısrarla onunla evlendiğini hiç anlamamıştık. Tüm kasaba bu esrarengiz evliliği çözümlemek için her türlü dedikodu kanalarını 7/24 açık tutuyorduk. Reçelci Rosemary’nin dükkanında kahve çektiriyordum bir sabah. Posta arabasının getirdiği yeni basma kumaşlardan elbiselik seçiyorlardı bizim Maryann ve July. Onlar konuşurken duymuştum, bizim dişi Avarel, ki ben ona kasabamızın bankasını defalarca soyan Dalton kardeşlerin en çirkin ve en uzun boylusuna benziyor diye bu adı koymuştum, yoksa gerçek adı Angelina’ydı; zengin kocasını bırakıp ortalardan kaybolmuştu. İlk aklıma gelen Avarel’le kaçmış olmasıydı ama kimseye diyemedim. Birkaç hafta sonra onu oduncular çarşısında gördüm. 

“Merhaba Angelina, görünmüyordun uzun zamandır”  

“Eee yine geldik kümese” dedi isteksiz ve mutsuz. 

“Tüm kasaba seni çok özledik. Pazar kiliseye geleceksiniz dimi kocanla?”  

“Miraç Kandiliniz mübarek olsun” dedi bana. Aval aval baktığımı da görünce; 

“Ben Müslüman oldum, bugün kandil” dedi. 

O zaman Avarel’in kardeşlerinden ayrıldığını ve soygun yapmaktan vazgeçtiğini, şerif Taytıs’a kendi ayaklarıyla gidip teslim olduğunu anımsadım. Aşk nelere kadir diye düşündüm; adam soygunu bıraktı, bizim Anjelina da Müslüman oldu. Gizli aşklarını ben çözmüştüm ama diyemedim. Ahmak kocam, Dalton kardeşlerin muhakkak Avarel’i kodesten kurtarmak için geleceklerini, fazla çarşı pazara bu aralar çıkmamı söyledi. “Bugün gelsinler artık.” dedim ben de; kocam manasız baktı bu isteğime, kasaba o kadar sıkıcıydı ki hareket istiyordum. Anjelina beş çayına geldi sonra. Kocasından habersiz bir fotoğraf yaptırmış heyecanla bana gösteriyordu. 

"Güzel çıkmış mıyım Elizabeth abla?"

"Saçlarını açsaydın keşke."

"Abla sabunum bitmiş, yıkayamadım on beş gündür. Ondan açamadım."

"Ee niye çektin bu resmi o zaman? Posta arabası en erken bir ay sonra gelecek. Daha çok beklersin sen sabunu."

"Avarel şerifin ofisinde hapiste. Ona bu resmimi ulaştırır mısın ablam? Özlemimden kahroluyordur o şimdi." 

"Şerif Taytıs beni neden içeri alsın ki?"

"Elizabeth abla, zamanında seni onu neden içeri aldıysan o da seni ofise ondan alır merak etme."

"Anjelina. Ne diyorsun sen? Sessiz ol, benim herif verandada pipo içiyor. Duyacak."

"Duymaz abla, o verandada uyurken, Şerifi yukarı odaya almadın mı sanki?"

"Sen benim evimi mi gözetliyorsun?" 

"Kızma abla ya, ben sana özenerek Avarel’le oynaştım zaten, ama aşık oldum ona sonradan. Dinimi bile değiştirdim onun için baksana."  

Çok kızgındım öfkemden duvarları yumruklamak istiyordum. Resmi aldım elinden hışımla.

"Benden haber bekle. Sana aşkını getireceğim."

"Gerçekten mi Elizabeth abla. Bak söyle, bu akşamsa gidip sakalımı bıyıklarımı alayım."

"Uğraşma anlamaz Avarel. En kısaları Joe olsa işin zordu."

"Elizabeth abla, şeriften sonra Joe’yla da mı yattın? İdolümsün valla sen benim."


Beyaz Takımlı


Beyaz takım elbiseleriyle ölmek için çok şıktı. Boynundaki kırmızı fuları yaşını gizliyordu. Çok genç değildi ama yeterince yaşlı da değildi ölmek için. Bitmemiş inşaatın bitmemiş son katından saldı kendini. Yere çarpmadan yarım sökülmüş iskele demirlerine, oradan da çimento karıştırıcısına pinpon topu gibi sekerek çarptı.

Yerdeki cesedine bakarken “keşke beyaz giymeseymişim bugün” diye düşündü. İnşaatın tüm kiri pası, bir de ağzından burnundan sızan kanlar, hepsi beyaz takım elbisenin üzerindeydi. “Kimliğim cebimde mi acaba?” diye düşündü. Zira kendisi bile kendini tanıyamıyordu baktığında.

Sonra kara bulutların geldiğini ve hızla alçaldığını fark ettiğinde artık ondan geriye kalan cansız bedeni onu pek ilgilendirmiyordu. Çevredeki tüm ağaçların yaprakları dökülmüş, tüm kuşlar ölmüş yerlerdeydi. Sadece bir uğuldama sesiyle beraber ona doğru gelen kara bir sis vardı. Güneşi görmek için yukarı baktı, gördüğü tek şey atladığı yerden ona bakan kendisiydi. “Çok yanlış yaptın” gibisinden bakıyordu temiz beyaz takım elbiseli kendisi. “Koca bir hayat bile değmez bir gözyaşına diye düşündü ve nerden yardım isteyeceğini bilemeden olduğu yerde çömeldi, titremeye başladı. Sis onu sardı sarmaladı, nefes gibi içine doldu. İstemsizce kendini bıraktı sisle gelen rüzgâra. Hızlanan ve yavaşlayan rüzgârın içinde sararmış bir yaprak tanesi gibi sürükleniyordu.

Rüzgâr hafifledi, onu hiçbir yerinde tümsek olmayan dümdüz kurak toprak bir alana bıraktı. Yine güneşi görmek için yukarı baktı ama sadece gökyüzünden ona doğru sallanan kürekleri gördü. Küreklerle aşağı atılan topraktan çok azı ona isabet ediyordu. Ama ona değen her toprak parçasında içi rahatlıyor, genişliyor ve daha çok toprak ona değsin diye kımıldamaya çabalıyordu.

Ama nafile. Ağlayanlar vardı yukarda. Uzanmak istedi kimler var diye, boynundan demir halka ile toprağın dibine çekiliyordu her niyetlendiğinde. Bedenini oynatamayacağını fark edince ruhen çıkayım dedi yukarıya, kara sisten olan ellerin tutuğu mızraklarla tekrar bedene itelendi geri. Ağlayan bir kadın vardı hala, duyuyordu, ama sesinden kimdir çıkaramıyordu. Zaten zihninde hiçbir isim ve yüz de kalmamıştı. Tüm alemde tek yaratılmış kendisiymiş, hatta Adem olan oymuş gibi hissediyordu. Yaşlıca tok bir ses o kadına seslendi; “Koca bir hayat bile değmez bir gözyaşına.” O kadın da sustu sonrasında. Ne ses kaldı ne ışık.

Davet edilmeden gelen ufak büyük tüm sürüngenler ordaydı artık. Onlardan tiksinmiyordu ama yavaş yavaş hareket etmeleri onu çok rahatsız ediyordu. Hızlıca işlerini görseler bari diye düşündü. Geldikçe geliyorlardı ama sadece üstünde dolanıyorlardı. Sanki her biri onun üzerinde gezinip sırasını bir sonraki gelene bırakıyordu. Keşkeler için çok geçti artık. Beyaz kefene sarılmaya çalıştı, boynundaki fuları bir sürüngendi artık.