İftira atanlar buraya diye bağırdım. Kimse kalkmadı
yerinden. Ne uğursuz bir kalabalık. Bir dürüst
adam yok aralarında. Bir karga kalktı ve gak dedi. O an kimse anlamadı. Karga kime iftira atmış
olabilir ki. Acaba iftiraya uğrayan olarak mı kalktı ayağa, isyan ederek. Karga
dile geldi, “beni besleyenlerin gözünü oymuyorum bir kere. Kuru iftira”. Ya karga,
iftiranın ıslağı nasıl olur dedim. Balık atarsa iftira ıslak olur dedi. Deniz şartları
kara şartları aynı değil tabi. Denizde en çok kim yalan söyler. Solungacı olmayanlar.
Solungaçları olan bir insan olmak okyanusların dibinde. Hızlı yüzen, asla
köpekbalıkları tarafından yakalanamayan bir solungaçlı insan. Biri, “bunu sağlarız
ama derinin üzerinde pullar oluşacak, razı isen olur” dedi. Peki karaya
çıktığımda nasıl olacak. Karada olduğum zaman kazıtmam gerekiyormuş pullarımı ama
bir küvet dolusu pul çıkar ve derinde
yer yer yararlar oluşur dedi kazınmadan dolayı.
Denizde yaşamanın karada ayrı bedeli oluyor arkadaş. Pullarım var diye o
derinliğin esrarından vazgeçemem. Denizanaları diplerde rengarenk.Sanki lazer ışıkları
ile disko spotu gibiler. Dans ediyoruz bin feet derinde.
17 Şubat 2018
11 Şubat 2018
Kır Çiçekleri
Nereye kadar kaçabilecem ki diye
düşündüm bir an, sonra önemsiz, olduğu yere kadar dedim. Savaşın ortasında,
askerleri göğüs göğse çarpışan bir ordunun generali misali, komutanlarım ile
cepheyi o yüksek tepeden izlerken, birden onların o şaşkın bakışları altında
bindim atıma ve kaçıyorum. Kaçış ölümden mi, değil tabi ki. Ölüm kurtuluş bizim
gibi yaşamı koca kayba dönüşenlere.
Hastanenin otoparkındayım, üstüm
ince üşüyorum, arabamın nerde olduğunu hatırlamıyorum, zaten anahtarı da
yanımda değil ki. Bir an kaçış yersiz, kaçamıycan zaten diye iç sesimi duyuyor
ve onu dinleyerek olduğum yerde kaldırıma çökerek oturdum. Çok emindim oysa. Onu
kurtarabileceğimden çok emindim. Evet tümör beyinde çok sinsi bir yere
yerleşmişti. Vatan edinmişti orayı, bayrağını çekmiş, hakimiyetini kurmuştu. Yaklaşanı
yakarım, hatta kendimi de yakarım burayı da yakarım tarzı vardı. Filmlerini onca
gören meslektaşım çok geç, risk büyük, başarı çok düşük gibi açıklamalarla tedavi
etme teşebbüsüne girişmemişlerdi. Bana geldiğinde ise ben neden kabul ettim. Neden
ettim? Esasında biliyorum neden kabul ettiğimi. Benzersiz bir metodum var diye
değil, ben en iyisiyim, onlar yapamaz ben başarırım, kariyerime de altın harflerle
yazarlar da değil. Para değil. Ün değil. O zaman neden kaybetmenin mutlak olduğu
bu savaşa girdim ki.
Çünkü gözleri yaşam doluydu. Hiç erken
sönecek fenerler gibi bakmıyordu. Işıl ışıl parlıyordu. Bukle bukle kumral
saçlarını parmağına dolayarak çekinerek sormuştu: “Herkesin korktuğu sonuçtan
ben korkmuyorum. Rica etsem siz de benim kadar cesur olur musunuz, lütfen?” Sessiz
kaldım, onlarca doktor gezmiş raporları masamın yanına bıraktım ve ayağa kaktım,
masanın önüne geçerek, onun karşısındaki sandalyeye oturmuştum. Gözlerimden gözlerini
hiç ayırmadan ellerini bana doğru uzattı. Koşulsuz uzattım bin bir ameliyata
binlerce neşter tutan ellerimi ona. Sımsıkı tuttu genç elleri ile. Sonra kendisini
sandalyenin biraz daha önüne getirerek bana daha yakından bakarak beni bugüne
getiren şu sözleri söyledi; “Doktor, hadi söyleyin, sizce mezar taşı yazımı mı
hazırlamalıyım yoksa gelecek bahara aşk dolu girebileceğimi mi hayal etmeliyim.
Bana ne tavsiye diyorsunuz, siz son durağımsınız, kaderim öyle fısıldıyor, ne
dersiniz?”
İstemsiz ellerimi çekmek istedim
geri ama bırakmadı, cevabı vermeden ellerini geri alamazsın gibi bakıyor,
dudaklarını sıkarak son sözümü söyledim, şimdi sen konuşacaksın diyordu sanki. Ama
bu haksızlık, neden benim sorumluluğumda, tıpın yetemeyeceği bir şey için neden
ben sorumlu olacağım ki. Ama benim kaçamak bakışlarıma o hala öyle sevgi ve
yaşam dolu bakıyordu ki dilim şişmişti sanki ne konuşabiliyor ne de rahat nefes
alabiliyordum. Farkındaymış gibi bir eli ile elimi bıraktı ve masanın üstünden
aldığı kâğıt mendil ile alnımda stresten biriken teri sildi. Gülümseyerek neşe
ile; “Sen bu tümörle boğuşurken silemem alnını bilgin olsun, malum öbür tarafın
kapısını bir çalıp geri geleceğim. Zile basıp kaçan mink haylazlar gibi. Yakalanmadan
geri geleceğim değil mi doktor?”
Ne oldu peki. Değişmezler değişmedi
tabi. İlk iki hamlede alt etmiştim o lanet tümörü ama sekiz kollu ahtapot gibi sarılmıştı
beyinciğe. Sadece tek ve en güçlü kolu kalmıştı yenmem gereken. Ona hamleyi
yapmak üzere neşteri yaklaştırırken, bukleli güzelimin o an kapının zillerini
basıyor olduğunu hayal ediyordum. Onu geri çağırmalıydım hemen, yakalanmadan
minik bir haylaz gibi. Daha neşteri değdirdim değdirmedim gözümü refleks olarak
kapatmak zorunda kaldım. Zira sicim gibi kan yüzüme doğru fışkırmaya başlamıştı.
“Daha dokunmadım ki” gibi bir şeyler mırıldanırken kanı durdurmak için tüm ekip
müdahaleye başladık ama yok, ısrarla fışkıran kan, “sen misin bana meydan
okuyan, hadi durdur, hadi durdur” seslenişi ile haddimi bildiriyordu adeta. “Hastayı
kaybediyoruz”. Acil servislerdeki müdahalelerde duyduğum bir cümle ama kendi
ameliyatlarımda ilk kez duyuyordum. Neden. Çünkü kime meydan okuduğumu fark
edemedim. Nabız işaretlerine baktığımda atan kalbi gördükçe onun gözlerinin gülerek
ekrandan bana yansıdığını görüyordum. Nabız düşmesine ve her tür müdahalemize
rağmen, ekrana baktığımda daha içten gülümsüyordu hayal de olsa. “Doktor, onu
kaybediyoruz…”
İşte yenik komutan olarak
kaçtığım an o an. Nabzın sıfır olduğu anda gülerek bakmayacaktı o ekran
yansımasında. Ekranda göreceğimden korkarak, onun ilk kez bana pişmanlıkla
bakacağını sanarak kaçtım.
Çökmüş onun zile basıp kaçarken
yakalanmış hayalini düşünüyordum ağlarken. Zihnim de o sahne aynen şöyle
canlandı. Bütün yolların bir büyük yola bağlandığı ve büyük yolun ufkunda da
yüksekliği belirsiz bir kapının bulunduğu bir yerde geziniyordu bizim bukleli
güzel. Gülüşerek koşuştururken kapının ihtişamlığına kapılarak durakaldı. Adım adım
sanki oraya çekiliyormuş gibi ilerliyordu. Kapının eşiğine geldiğinde zili
aramaya başladı. Ben çığlıklar atıyordum sessizce, “Basma o zile, geri dön…” Sanki
duymuş gibi irkildi ve geri dönüp beni görüyormuş gibi bakmaya başladı. Zihnimde
ki bu sahne öyle gerçekti ki, onu elinden tutup geri çekmek istiyordum; “çalma
kapıyı belki açmazlar ve seni almazlar içeri çalmazsan.” Koca doktordan çocuksu
bir istek hayatın gerçeğine karşı. Gözleri dolmuş ne kadar güzel gülümsüyordu. Bu
bir vedaydı. Bana üzülme der gibi, sonucunu biliyor olmasına rağmen zile bastı.
Daha çok ağlıyor ama daha çok da gülümsüyordu. Şimdi o kapı açılacak ve o geri
dönemeyeceği yere girecekti. Ama zil duyulmadı mı ne? O da şaşkın bir daha bastı
daha uzunca. Kapı olduğu yerden söküldü ve yükselip yok oldu. Kırlarda rengarenk
çiçeklerin arasında idi şimdi. Her yönü
aynı görünüyordu. Yemyeşil kırlarda rengarenk çiçekler. “Bak bahar geldi” diye
neşelendi çocukça. Baharı görmek istiyordu ve görmüştü işte. Ama nasıl olabilir
ki? Tanrım yoksa, yoksa? Elimi uzatsam tutabileceğim mesafe de yaklaştı bana
elinde kır çiçekleri; “gelip beni buradan almayacak mısın, bak sana bunları
topladım…” Delicesine koşuyordum hastaneye, sadece o çiçekler zihnimde,
koşuyordum.
09 Şubat 2018
Ben ve Amadeus
Evet sarayda nöbet bana kaldı. Amadeus
hasta. Yani esasında akşamdan kalma. Ayyaş herif. Notalarla dans ettiği kadar
kadınlarla dans etmeyi de becerebilse. Yine de tüm kadınlar ona hayran. Oysa o
bir deli. Notaları ancak gelecekte manasız müzik sevenlere keyif verebilecek. Ama
yine de yenilik arayanlara farklı geliyor.
Kralımız onu esasında ününe yakışır diye saraya aldı, o karmaşık notaları üst üste bindiriyor diye değil. Maymun yazması o basit notalar, birden devleşiyor sonra tekrar bitler pireler dansına dönüyor. Kasırgada yerinden kopan ağaçların gövdelerinin bir birine çarpıp parçalanışı gibi, obua ve viyolonseller yumruk yumruğa. Arada yan flütler yardım ister gibi düzenli girişler yapıp çekiliyor. Kemanlar zaten esip duran rüzgar, şiddetli yada hafif hep varlar.
Ya benim müziğim? Oysa benim bestelerim başlayınca sizi bir hikayeye götüren roman gibidir. Okudukça açılır müziğim, hikayenin mizacı neyse ona uyar tüm enstrümanlar. Ama Mozart, serseri adam. Benden yirmi yaş genç olmasına rağmen müziğime gereken saygıyı göstermiyor. Bir de sızıp kalıyor, kralın huzuruna ben çıkıp onu aklıyorum.
Kralımız onu esasında ününe yakışır diye saraya aldı, o karmaşık notaları üst üste bindiriyor diye değil. Maymun yazması o basit notalar, birden devleşiyor sonra tekrar bitler pireler dansına dönüyor. Kasırgada yerinden kopan ağaçların gövdelerinin bir birine çarpıp parçalanışı gibi, obua ve viyolonseller yumruk yumruğa. Arada yan flütler yardım ister gibi düzenli girişler yapıp çekiliyor. Kemanlar zaten esip duran rüzgar, şiddetli yada hafif hep varlar.
Ya benim müziğim? Oysa benim bestelerim başlayınca sizi bir hikayeye götüren roman gibidir. Okudukça açılır müziğim, hikayenin mizacı neyse ona uyar tüm enstrümanlar. Ama Mozart, serseri adam. Benden yirmi yaş genç olmasına rağmen müziğime gereken saygıyı göstermiyor. Bir de sızıp kalıyor, kralın huzuruna ben çıkıp onu aklıyorum.
Bir keresinde “Genç Mozart,
korkarım unutulmak gibi bir endişen yok, neden sanatsal eserler yapmıyorsun?”
dedim. Küstah densiz şöyle cevap verdi; “Benim beynimde portreler yazılı, ben
sadece onları görüp kağıda döküyorum. Lütfen eleştirinizi beynime yazana
yapınız.”
Küstah. Densiz. Sapık. Nefret
ediyorum ondan. Kıskanmak mı. Hayır nefret. Ama o notaları o ufak beyne yazana
da isyanım oluyor bazen. Amadeus, yıllar senin ne kadar fiyasko bir adam
olduğunu gösterecek. Karmaşık notaların, kulakları tırmalar gibi gelecek insanlara,
nasıl dinlenmiş bu müzikler diyecekler. Kimse seni hatırlamayacak.
Ah, bak sen… Beyninde gördüğü portrelerden son yazdığı notaları yine boş şarap şişelerinin yanında unutmuş. Kağıdın
üzerinde salyası ya da şarap izleri. İğrenç. Dur bir bakalım, nota pazarında
neleri satışa çıkarmış kargaşa ile.
Evet, flüt yalnız geziyor, ürkek, kaybolmuş, sanki ailesini arıyor, diğer flütler bizi bul dercesine girip çıkıyorlar, viyolonsel kalın baslarla “asla, asla” diyor, flüt panikte, kemanlar sesleniyor yumuşakça, biz gelicez, yardım edicez bekle, viyolonseller yine engel olacakmış gibi giriyor, o sırada obualar önemli konuğu haber veriyor ve piyano ile giriyor prens beyaz atıyla. Flüt piyanoya yetişmek istiyor sesini yükselterek kendini göstermek için ama obualar muhafızı gibi onu engelliyor. Kemanlar viyolonsellerle çatışmaya giriyor. Bize katılın ona destek olalım. Piyano karmaşayı fark edip ne oluyor orda der gibi kemanlara dönüyor. Obualar suç işlemişçesine sessizleşiyor yavaş yavaş. Piyano "çekilin geriye" diyor. Flütün sesi açığa çıkıyor özgürce, kuşlar gibi kanatlanıyor flüt, kemanlar rüzgar gibi kanadını dolduruyor flütün. Viyolonseller ince kalın kendi aralarında kargaşadalar. Piyano hepsine kendisini dinletiyor. "Flütü bırakın, bana gelsin" der gibi. Tanrım bu nasıl temiz, nasıl gerçek… okurken notaları gözlerim doluyor nefret ettiğim adam yüzünden. O serseri bir flütle arıyor iç huzuru…hiç düzeltme yok yazdığı notalarda.
Bu nasıl bir yansımadır. Doğru dediği belli ki. O sadece yazan gördüğünü. Görmek lazım Mozart olabilmek için. Notaları iyi duyuyorum, ama göremiyorum. Ona kıyasla ben bir körüm. Körlerin arasında, tek gören olarak, bir serseri de olsa o, tek görebilen o diye özel oluyor işte. Müziğe küssem mi şimdi, yoksa onu öldürsem mi?
Bu nasıl bir çatışma, insan hayran olduğu bir adamdan nasıl bu derece nefret de edebilir ki. Hiç nota yazamayan bir dinleyici olarak gelmek isterdim bu dünyaya. Sadece bu küstah serseriyi dinleyen bir hayranı olmak isterdim. Kaderim beni cezalandırıyor. Bu ne büyük bir ceza, çok canım yanıyor, çok...
Evet, flüt yalnız geziyor, ürkek, kaybolmuş, sanki ailesini arıyor, diğer flütler bizi bul dercesine girip çıkıyorlar, viyolonsel kalın baslarla “asla, asla” diyor, flüt panikte, kemanlar sesleniyor yumuşakça, biz gelicez, yardım edicez bekle, viyolonseller yine engel olacakmış gibi giriyor, o sırada obualar önemli konuğu haber veriyor ve piyano ile giriyor prens beyaz atıyla. Flüt piyanoya yetişmek istiyor sesini yükselterek kendini göstermek için ama obualar muhafızı gibi onu engelliyor. Kemanlar viyolonsellerle çatışmaya giriyor. Bize katılın ona destek olalım. Piyano karmaşayı fark edip ne oluyor orda der gibi kemanlara dönüyor. Obualar suç işlemişçesine sessizleşiyor yavaş yavaş. Piyano "çekilin geriye" diyor. Flütün sesi açığa çıkıyor özgürce, kuşlar gibi kanatlanıyor flüt, kemanlar rüzgar gibi kanadını dolduruyor flütün. Viyolonseller ince kalın kendi aralarında kargaşadalar. Piyano hepsine kendisini dinletiyor. "Flütü bırakın, bana gelsin" der gibi. Tanrım bu nasıl temiz, nasıl gerçek… okurken notaları gözlerim doluyor nefret ettiğim adam yüzünden. O serseri bir flütle arıyor iç huzuru…hiç düzeltme yok yazdığı notalarda.
Bu nasıl bir yansımadır. Doğru dediği belli ki. O sadece yazan gördüğünü. Görmek lazım Mozart olabilmek için. Notaları iyi duyuyorum, ama göremiyorum. Ona kıyasla ben bir körüm. Körlerin arasında, tek gören olarak, bir serseri de olsa o, tek görebilen o diye özel oluyor işte. Müziğe küssem mi şimdi, yoksa onu öldürsem mi?
Bu nasıl bir çatışma, insan hayran olduğu bir adamdan nasıl bu derece nefret de edebilir ki. Hiç nota yazamayan bir dinleyici olarak gelmek isterdim bu dünyaya. Sadece bu küstah serseriyi dinleyen bir hayranı olmak isterdim. Kaderim beni cezalandırıyor. Bu ne büyük bir ceza, çok canım yanıyor, çok...
04 Şubat 2018
Güç(6dk.)
Güç nereden gelir biliyor musun. Güç
çok derinlerinden gelir. Öyle bir gelir ki yerin dibinden gelen volkan gibi. Önüne
çıkan engelleri yaka yaka yüzeye çıkar. Sen de içindeki güçle tanışmak istiyorsan
öncelikle gelecek yakıcı gücün önüne geçmek isteyecek her türlü kişi ve duyguyu
yakıp eriteceğinden emin olman lazım. Buna hazır mısın. Güç güzeldir. Çok derinden
gelir. Öyle bir gelir ki, seni de yakar ve arındırır, yeniden doğarsın, zirveler
senin yatağındır artık. Bulutlar üzerine yorgan olur. Göç eden kuş sürüleri
sana selam vererek yoluna devam eder. Başka bir boyutunda yaşarsın dünyanın. Tekil
bir yaşamdır bu. Alışmak güçtür. Bazıları gücü ister bedelini ödmeye hazır
değilken. Yanıp kül olurlar. Göçmen kuşlara selam vermek yerine onları sanki akbabalarmış gibi görürler. Onlar
kendi katillerini kendileri iç dünyalarından çıkarırlar. Güç iki tarafı keskin
bir bıçak gibidir. Seni de keser, düşmanına da keser. As olan kimseyi düşman
görmemektir. Güç istemek bir zaaftır aslında. Güçsüz olduğunu düşünen hep gücü
arzu eder. Oysa her dağın derinliğinde olduğu gibi, her insanın da derinliğinde
o lavlar vardır. Ama sadece yüzeye derinliği her kişide farklıdır. Korkuların
mı var. Neden. Hadi atla o lavların içine. Kulaç at herkesin şaşkın bakışları altında.
Lavlardan dalgalarda yunuslar gibi yüz. Hem yüz, hem yol al, hem de arın. Bir süre
sonra, arınacaksın ve lavlar üstünden yağ gibi kayıyor ve seni artık hiç
yakmıyor olacak.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)