16 Mayıs 2010

Kaldırılamaz Enkaz

Bir felaket yaşandı. Yaşanıyor olmasının nedenleri pek insanlığın suçu değil, sadece doğal bir felaket olarak gözükse de, o felaket sonrası insanlığın yaşadığı dünyasal sınav bizi beklemediğimiz gerçeklerle yüzleştirdi.
Esasında rüzgârın esmesi ya da yağmurun yağması kadar doğal bir olay deprem olayı. Fakat gerisinde bıraktıkları hiç öyle olmuyor. Şiddetli bir depremi yaşamış ve bir şekilde sağ kalmış kimselerin ortak bir hissiyatı vardır ve bu his onlarda kendilerini acıtma derecesine göre farklı geri dönüşlere neden olur.

Deprem canlı bir varlıktır. Hatta bir yaratıktır. Yerin altında çok derinlerde uykuda yaşar ve eğer yüzeye çıkmak isterse acımasızca yukarı çıkar. Ne insafı ne de duygusallığı vardır. O sadece yıkar, ezer, rehin alır, aciz bırakır, muhtaç bırakır, karanlıkta ve susuzlukta umutla beklettirir ve saatler sonra bir gün ışığı görüldüğünde yeniden doğmayı yaşattırır deprem.

Deprem geride kalanlara yas tutturmaz hemen. Karısının öldüğüne yas tutamaz yaralı adam, çocuklarının enkaz altından bulunmasını beklerken. Ama cesetlerini ama nefeslerini; sadece bulmak ister onu tamamen yıkacak ya da tekrar yaşama bağlayabilecek yaşamından kalan nefesleri.

Taşları kan içinde kalmış parmakları ile tek tek kaldırırken gücü yettiğince,  içinde hep şu dua yankılanır şuursuzca ve tekrarlarca; ''Allah'ım, bana onları bağışla. Allah'ım bana onları bağışla. Allah’ım bana onları bağışla.'' Evet bağışlamak. Her ne kadar bir suça karşılık ceza olarak yaşanmamış olsa da deprem, nedense geride kalanlara cezalandırılmış olma hissiyatı verir genellikle.

O ilk saatler ne benzersiz bir dramdır. Saatler geçtikçe dram kimi göçükler kalktıkça tahammülü zorlayacak derecede artar. Aynı gerilim, saat saat birikiminin artmasına rağmen, binlerce ceset sonrasında bulunan birkaç el bekleyen nefes ile bir an dağılır gibi olur.

Uykudasınız. Geliyor. Önce yerin dibinden onun nefesini hissedersiniz, o şiddetli ve acımasız solumasının sesini. Açtır ve geliyordur. Vazgeçmez ve geri dönmez eğer geliyorsa. Uykuda bir kâbus gibi gelir size. ''Uyanınca geçecek'' tesellisi vardır içinizde her ne kadar yatağınız sallanmaya başlamış olsada. İçerden çocuğunuzun korkulu uyanışı ve size seslenmesi ile sadece sizin gördüğünüz bir kâbus olmadığını fark edersiniz. Ve o andan sonrası bilinç kendini kaybeder panikleme ile.

Bina hem sallanır hem de zıplar arada dipten gelen darbe ile. Deprem konuşur adeta sizinle her darbede; ''Daha yıkılmadın mı? Daha yıkılmadın mı? Yıkıl! Yıkıl! Yıkıl!''.  Acizlik teslimiyete döner ve kaderinizle yüzleşmeyi bekler olursunuz sizin binanızdan önce yıkılan binaların ve çığlıkların seslerini duyar iken.

Saniyeler süren bu uzun bekleme, hayatımız bize bağışlanacak mı yoksa herkes gibi bizde mi öleceğiz sorusunun yanıtını verecektir. O ana kadar hala bir umut vardır. Ama çöküş olduğunda, artık bu kâbus değil kıyamet günüdür sizin için.

O gün bugünmüş meğer endişeleri ile öleceğinizden emin sonraki safhada sizi ne bekliyor kaygıları görünür zihninizde. Sonra o kaygı çocuklarınız için, sonra eşiniz için, sonra ana babanız için sıçramalı yer değiştirir ve önceden ölmüş tanıdıklarınızla karşılaşacak mıyım acabalara kadar gider.
Ve beton yığını altında sıkışmış bulursa kişi kendini, yardım çığlıkları ya da inlemeler duyuyorsa etrafında o an anlar ki, bu kıyamet değil bir felakettir. Sevinemez kıyamet olmadığına ailesinin durumunu bilmez iken.

Keşki kıyamet olsaydı diyesi gelir. Çünkü kıyamet sonrası ne yaralı kalacak, ne acılı kalacak. Hayat kalmayacak. Ama şimdi onlardan alınmamış hayatı, kurtarılabildiği takdirde içlerindeki kaldırılamaz enkaz ile yaşayacaktır.