Hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

03 Nisan 2021

9 Numara

 


Sular kesik diye yıkanmıyorduk, doğru. Kokuyorduk ama birbirimizden tiksinecek kadar değil. Yemek için ne veriliyorsa ona razıydık. Hatta bazen sirke içip bal bile yiyorduk. Bu salgın öncesinde de aç insanlar değildik ama gözümüz asla doymamıştı. Onca felaketlere rağmen gereken dersleri alamadık ve nerdeyse yok olduk diyeceğimiz kadar bir avuç insan kaldık şu tarumar edilmiş dünyada. Bazılarımız yeniden bir medeniyet kurmaktan bahsediyor. Bazılarımızsa “Son demlerimiz, kıymetini bilelim dünya bitti” diyor. Ben mi ne diyorum? Ben yeri göğü duvarı beyaz olan bu küçük dünyamda mutluyum.

Şöyle açıklayayım; ben tüm sevdiklerimi kaybettim, kalanlarsa umurumda değil. Ailemi, eşimi, çocuklarımı, annemi babamı, kardeşlerimi, yeğenlerimi, kuzenlerimi, herkesi aldı götürdü bu salgın benden. Şimdi medeniyet yeniden kurulsa ne olacak?

İlk elli sene geçmişten ders almış nesil ve onların çocukları, sonraki elli sene ise “artık değişim zamanı geldi” diye bağıran genç sesler. Dolayısıyla farklı senaryo, farklı dekor, farklı zaman ama yine aynı son gerçekleşecek. Yok, yok buna izin veremem, ben bu sonun gelişini hızlandıracağım. Bir daha aynı şeyleri yaşayarak rezil edemeyecek insanoğlu kendini. Delice geliyor değil mi, ama gerçekten bunu durdurabilecek tek kişi benim. Çünkü deli değilim, ben bir dâhiyim.

Bu salgının virüsü defalarca mutasyona uğradı ve tam sekiz sene sonra ansızın kendi kendine yok oldu. Yıllarca bu virüsü alt edecek aşıyı ya da ilacı bulmak için çabaladım ama başarılı olamadım, yani kısmen başarılı olamadım. Sevdiklerimi teker teker aldıkça, onunla olan savaşım adım adım şekil değiştirdi. Tüm meslektaşlarım azala azala pes ettiler zaman geçtikçe. Hatta aralarında başarısızlıklarından suçluluk duyarak intihar edenler bile oldu. Bense konuyu bir intikam davasına çevirmiştim kendi zihnimde ve içimdeki öfke motivasyonu sayesinde asla vazgeçmedim çalışmaktan.

Yüzlerce cesetten aldığım antikor örneklerini binlerce kez türevleyerek onu tekrar canlandırıp bir cam tüpe hapsetmeyi başardım. Sanırım bunu yapmamın nedeni aciz ve mağlup olmuş bir insanın kendince teselli arayışıydı, çok emin değilim. Onu zamanında yenip, etkisiz hala getirememiştim ama onu hapsetmeyi başarmıştım. O benim tutsağımdı artık. Evet, bütün dünyanın katili, gelmiş geçmiş en büyük cani benim tutsağımdı. Her ne kadar burada ben de bir tutsak gibi görünsem de asıl gayem onu herkesten izole etmekti.

  Onu ufacık bir tüpte yaşatıyordum ve geceleri ışıklar söndüğünde tüpü cebimden usulca çıkarıp onunla konuşuyordum. Ben ona nefretimi kusarken o gayet sakin tüpün içinde dingin bir tebessümle beni dinliyor. Onun fısıltılarını duymamış gibi yapıyorum ve devam ediyorum gelmiş geçmiş en büyük caniye nefretimi kusmaya. O ise kendinden gayet emin, garip bir tebessümle beni dinliyor ve o alaycı gülüşü beni çok rahatsız ediyor. Er ya da geç onu bu ortak beyaz hücremizden dışarı kendi elimle salacağımdan o kadar emin ki. Zira çok da haksız değil. Ama bunu nasıl bu kadar kesin biliyor? Adeta profesyonel bir kiralık katil gibi soğukkanlı ve bizden geriye kalanları öldürmek için onu salmamı bekliyor.

“Çok beklersin sen, emeline ulaşamayacaksın.”

“Hadi sal beni, sal ki görevimi tamamlayayım, daha ne bekliyorsun?”

“Sus, sen tutsağımsın, senin efendinim ben.”

“Sen mi efendimsin, güldürme beni nerde olduğunun farkında değilsin sanırım. Madem efendimsin, özür dileyeyim hemen senden, sonuçta onca sevdiğini öldürdüm.”

“Sus, sus dedim. Yoksa…”

“Yoksa? Yoksa yine duvarlara tekmeler atıp kendini yerden yere mi atarsın? Senin için en zoru ufak kızındı sanırım. O bayağı direnmişti değil mi bana. Ne umutlanmıştın onu kurtaracaksın diye. Çünkü ciğerlerini sona bırakmıştım, diğer organlarını sarmıştım önce.  Sırf sana bir biraz umut olsun diye, hatırlasana.”

Hatırlasana mı? O anı unutabilmek için tüm benliğimi silmiştim zihnimden ben. Ama faydası olmamıştı. Acı yine acı. Geçmeyen, azalmayan, bitmeyen acı. 

“Baba…”

“Söyle minik aşkım.”

“Annemi ve kardeşlerimi görecek miyim orada.”

“İpek saçlım, öyle deme şimdi.”

“Baba, sen tek başına ne yapacaksın?”

“Minik aşkım, babanın ilacı seni kurtaracak, dayan biraz daha, lütfen, dayan.”

“Sen üzülme babacım. Annem beni kollar orada. Asıl seni düşünüyorum ben.”

O tutunduğum son dalımdı, minik aşkım, ipek saçlım. Nasıl da biliyor beni tam dibe vurduranı ve buralara sürükleyen o son olayı. Özellikle ondan bahsediyor onca sevdiğimi alıp götürmüş olmasına rağmen.

“Neden bunu yapıyorsun bana? Neden bana işkence yapmaya devam ediyorsun?”

“Çünkü bunu sen istedin. Hesaplaşmak istediğin bir hortlak gibi beni geri getirdin. Ne bekliyordun? Pişmanım deyip senden af dileyeceğimi mi? İlk anneni öldürmüştüm değil mi? Baban arkasından bir hafta dayanabilmişti.”

“Tamam, yeter, güçlü olan sensin. Kabul ediyorum. Seni salacağım. Kalan tüm insanları da öldür, rahatla. Bundan ne haz alıyorsan?”

“Haz mı? Zavallı insanoğlu, haz için öldürmek sizin gibi basit yaratıklar için geçerlidir. Ben ne için yaratılmışsam onu yerine getiririm.”

“Anlamıyorum, hala anlamıyorum, ders vermek mi amacın? Bizi cezalandırmak mı?”

“İnsanoğlu ders almaz, alsa da unutur. Biz görevlilere düşen zaman zaman onlara hatırlatmaktır.”

“Hatırlatmak mı? Milyonlarca insanı öldürerek kalanlara neyi hatırlatman gerekiyor?”

“Aciz olduklarını ve her zaman aciz kalacaklarını.”

Hem bilgece hem de zalimce sözleri nasıl çınlıyordu kafamın içinde. Her ne kadar doğru söylüyor olsa da daha fazla onu duymak istemiyordum.  

“Seni salacağım ama bana söz vermeni istiyorum?”

“Benim fıtratımda söz vermek yoktur, sadece öldürürüm ben.”

“Zaten benim istediğim de bu. Bir insanı bile canlı bırakmamanı istiyorum bu dünyada.”

“Maalesef bu mümkün değil?”

“Nasıl olur? Senin öldüremeyeceğin bir insan olamaz. Ne aşı bulundu ne de ilaç. Yanılıyor muyum, bulundu mu, yo bulunmadı tabi. Yoksa bulunmuş muydu ya? Uzun zaman oldu buraya geleli, bilemiyorum. Her neyse, salacağım seni ama herkesi öldüreceksin, o kadar.”

“Ben nedenini bilmem ama bir erkek ve bir kız çocuğu var ki onların bedenlerine ne yaptıysam nüfuz edemiyordum. Etraflarında görünmeyen bir koruyucu kalkan var.”

Bir erkek, bir kız, onlara nüfuz edemiyor, koruyucu kalkan var. İşte bu yıllardır duyduğum tek güzel haberdi. Hiç cevap vermeden mutluluk gözyaşlarıyla tüpü tekrar cebime koydum. Evet, bu bir yok ediliş değildi, bu yeni bir başlangıçtı. Nuh tufanı sonrasında da dünya bir çift insan ile yeniden kurulmamış mıydı? Şimdiyse bu tufanı tekrar başlatma anahtarı benim cebimde duruyordu. Bu kutsal görev bana verilmişti. Peki ya gemi. Gemi yapıldı mı, ben yapmış mıydım? Biri yaptı gemiyi değil mi? Yapmıştır canım.

“Nuh, yıllarını bu gemiyi yapmaya adadın. Ne deniz var yakınımızda ne de bir göl. Yıllardır kuraklık da var, yağmur bile göremez olduk. Neden bu gemi?”

“Çocuklarımın anası, bil ki gün gelecek bu gemiye herkes binmek isteyecek. Ancak kimlerin bu gemide olacağını kalpleri belirleyecek.”

“Senin tanrına inanmıyorlar, sana inanmıyorlar. Sense onları kurtarmak için gemi yapıyorsun. Hepsi uzaktan sana ve gemine alaylı alaylı bakarak gülüşüyorlar. Hatta …”

“Hatta çocuklarım da değil mi? Hatta sen de?”

“Nuh, ben senin kadınınım, sen nereye ben oraya, tabi çocuklarım da öyle.”

“Güzel söyledin ama bu gemiye kimlerin binebileceğini sadece kalpleri belirleyecek. Ne sen ne de ben.”

          Evet yıllarca bu virüs ile savaşmıştım ve tüm bildiklerimin onu yok etmek için bana verildiğini düşünüyordum. Meğerse dünyanın ikinci başlangıcını tamamlamak üzere görevliymişim ben. Görevim tufanı getirmek mi, gemiyi inşa etmek mi, anımsamıyorum. Her neyse, şimdi onun en hızlı yayılmasını sağlayacak yeri bulup onu bu tüpten dışarı salmam gerekiyor. Sanırım nasıl biliyorum ama önce bu beyaz odadan dışarı çıkmam lazım. Geliyorlar, çok kötü kokuyorum, nasıl çıkacağım ki?

 

“9 numarayı yine tazyikli suyla mı yıkayacağız?”

“Evet, hala direniyor “sular kesik yıkanamam ben” diye.”

“Sen anlayabildin mi bizi görünce sözde neyi saklamaya çalıştığını?”

“Malum salgında tüm ailesi ölünce kafası uçmuş bizimkinin. Doktor olduğu için muhtemelen elinde bulamadığı hayali aşı vardır.”

“Hakikaten ya, aşıyı kimim bulduğu asla öğrenilemedi değil mi? Üzerinde “Nuh’un Gemisi” yazması da cabası.”

“Boş ver…Ne kokuyor bu adam ya? Ben kapının gözünden hortumu içeri tutacağım, sen vanayı aç.”

Su, sadece su. Yer gök her yerden su. Ne ibret alıcı gündü o gün. Gök ne kadar su taşıyorsa bırakmıştı yeryüzüne. Yer de ne kadar su saklıyorsa derinlerinde salmıştı yukarı aynı anda. Kokuşmuş ruhlardan başka kirli kalan hiçbir şey yoktu artık. Peki ya gemidekiler?

28 Mart 2021

Minnettarım

 


-Çok güzeldi değil mi

-Ha? duymadım aşkım ne istedin?

-Çok Güzeldi değil mi dedim.

-Nedir güzelim güzeldi dediğin.

-Evliliğimiz, beraber hayatımız.

-Nihal lütfen…Yorma kendini böyle.

-Sence öyle değil miydi?

-Aşkım, güzel çiçeğim nasıl dersin öyle.

-Akif, çok üzgünüm. Affet beni.

-Neler diyorsun sen Nihal. Ne affetmesi.

-Seni yalnız bırakmak istemezdim. Ölmekten korkmuyorum fakat….

-Güzel çiçeğim lütfen, böyle yapma, söz vermiştin.

-Evet, savaşacağım diye söz verdim, savaştım da.

-Evet, savaşıp yeneceksin. Çocuklarımız bizi bekliyor.

-Burak daha çok küçük, bebek daha o.

-Nihal ağlama lütfen, bak ilaç etkisi azalıyor sonra. Canın yanacak.

-Nilüfer güçlüdür, sizi çekip çevirir. Ama Burak anne hasretini hep duyacak.

-Nilüfer de, Burak da annelerine kavuşacak.

-Akif, lütfen…

-İyileşeceksin, evimize gideceğiz, sonra çocuklarla…

-Akif, yapma, yeter artık.

-Evet, çocuklarla upuzun bir tatile çıkacağız…

-Akif dinle beni…

-Ne zaman dönmek istersek o zaman geri döneceğiz evimize…

-Akif yeter!.. Yeter!.. yeter!..

-Nasıl… Nihal sakin ol. Lütfen çiçeğim…

-Akif, ben artık senin çiçeğin değilim. Soldum, kurudum ben artık görmüyor musun?

-Nihal…bak…

-Sözümü kesme. Bunu inkâr edip, yok saymamız beni iyileştirmiyor, hatta beklenen zamanı da ileri atmıyor. Çocuklarımı getir bana Akif, vedalaşmak istiyorum.

-Veda mı, yoo veda meda yok.

-Akif...! çocuklarımı getir bana dedim.

-Ama onlara nasıl söylerim? Diyemem ben Nihal… diyemem.

-Sen sadece getir. Annelerin artık olmayacağını annelerinden duymalılar. Benim sesimle, benim kelimelerimle.

(Adam hastane odasından gözyaşlarını saklamaya çalışarak hızlıca çıkar. Kadın yatağında, sağında perdeleri açık olan büyük pencereden dışarıyı süzmek için başını sağa çevirir.)

-Seni görebiliyorum…

-Sanmıyorum. Sadece burada olduğumu hissediyorsun diyelim.

-Öyle olsun. Ama senden korkmuyorum.

-Öleceğini bilenler benden korkmaz ki zaten.

-Teşekkür ederim.

-Peki, ama ne için?

-Çocuklarımla vedalaşacak kadar zaman tanıdığın için.

-Öyle bir şey söylemedim.

-Ama, hayır lütfen, böyle olmaz, biraz daha zaman.

-Zaman bellidir, değişmez.

-Çok üzülürler, Akif hele perişan olur.

-Olması gereken ancak olacaktır. Sen onlar için neyin daha doğru olduğunu bilemezsin.

-Evet, böyle daha iyi olacak gibi.

-Olacak olan en doğru olandır. Rahat olmalısın.

-Rahatım, çok rahatım. Şimdi mi.

-Şimdi. Yastığına güzel yerleş. Saçlarını düzelt. Gözlerini kapa ve en mutlu anlarını anımsa. Evet, böyle, seni bu tebessümünle bulacaklar.

-Minnettarım…

 

13 Eylül 2020

zift ( 10dk. Serbest Yazış)

 


Aylar önce ormanda, dikenli sarmaşıklar arasında yitmiş siyah bir ağaca rastlamıştım. Ben ırkçı değilim esasında ağaçları siyah beyaz diye ayırmam ama bunun bakışları beni rahatsız etti.  Dik dik bakıyor diye aldım kireç kovasını başladım gövdesini beyaza boyamaya. Tüm bitkiler gülmeye başladı sözüm ona siyah olan bu ağaca. Çünkü boya sürdükçe dalları yaprakları dökülmeye başladı. Ben fırçayı sürdükçe, ağaç sanki gövdesinden testere ile dallarını kesiyormuşum gibi ağlıyordu. Kardeşim bir banyo yaparsın geçer, ben sadece sana bir ders vermek istedim. Kireç bu sonuçta. Bu kadar dertlenip kozalak dökecek ne var dedim.    Orman korucusu geldi yanıma.  Bu ağacı beyaza boyayamazsınız dedi.  Baktım korucu da zenci. Başladım onu da boyamaya. O kaçıyor ben ormanın için bir elimde kova bir elimde fırça korucuyu kovalıyorum.  Nefesi bitti göl kenarına vardığımızda. Diz çöktü ve yalvardı. Al şu göl kıyısından çamuru beni çamura bula. Ama lütfen beyaza boyama dedi. Nedir senin beyazla derdin dedim.  Mazimdeki acılarım, atalarımın dinmeyen gözyaşlarının nedeni hep beyaz olanlardır. Lütfen geçici bile olsa beni beyaza boyama. Bu benim geçmişime ihanet olur. Anladım böylece siyah ağacın debelenişini. Korucuyu saldım. Kendi başımdan aşağı zifti döktüm. Aynaya bakıyorum, siyahım ve vicdanım bir başka rahat.

telde yürüyüş (10 dk. Serbest Yazış)


 

Kendimi de sen sandım. Evet sen sandım. Yoksa buna nasıl cesaret edebilirdim ki? Sen kavga ettiğimizde alır başını gidersin. Günlerce haber vermeden yok olursun. Sonra bir şey olmamış gibi eve geri dönersin. Ben de bir kez sen olmak istedim. Ben de yapabilirim dedim. Giderim ve istediğimde geri gelirim. Ama öyle olmadı. Ben gidemediğim için sende kalıyormuşum. Bir kez gidince aldığım nefesin sayısı bile değişti. Geri dönmek istemedim sakinleşmiş olmama rağmen. Dengemi buldum, iki dağın zirvesine tel gerdim. Bir zirveden diğerine adım adım yürüyorum. İzleyen herkes hayretler içerisinde. Rüzgâr sağdan soldan beni destekliyor. Dengemi ben değil, evren sağlıyor. Doğal yaşamda dengede kalmaya çabalamak gerekmiyor. Benim asıl yapman gereken dengemi bozanları hayatımdan çıkarmak. O sensin. Dengemi bozan sensin. Seni anımsamak bile biran bu telde sendelememe neden oldu. İzleyenler çığlıklar attı. Sendelemek önemli değil. Onlar benim senden yaşadığım şiddeti görseler asıl ne çığlıklar atarlardı. Telde yürümeye devam ediyorum. Karşı zirveye çok az kaldı ama sis var karşıda. Bana uzana elleri görüyorum ama yüzlerini seçemiyorum. Tanımadan onlara güvenim var çünkü onlar da bu telden geçip o zirveye ulaştılar.

tarzan (15 dk. Serbest Yazış)

 


İşten ayrılıp ormana taşındım çünkü yapılabilecek tek akıllıca şey buydu. Ben zaten ormanda doğmuştum ve orda büyümüştüm. Şehir, kalabalık ve sahte medeniyet bana göre değildi. Özüme dönmeye karar verdim, gerçek yuvama. Tabi bu kısa zamanda basına yansıdı. Tüm paparazziler ormana akın etmeye başladılar. Beni ormanda bulmaları söz konusu değil ama rahatsızım çünkü benim yüzümden benim eski dostlarımı rahatsız etmeye başladılar. Onlarca çadır kurdurlar ve termal kameralarla ormanın her yerinde benim sarmaşıkla ağaçtan ağaca geçeceğim bir sahneyi yakalama derdindeler. Tamam kabul ediyorum Tarzan olarak şehre gidip Rockstar olmak iyi fikir değildi ama vazgeçtim artık, peşimi bırakın. Dertleşmek üzere baba goril Uganma’ya gittim. Mağarasının önünde iki fil nöbet tutuyordu. Hortumlarını karşılıklı çapraz yapmışlar mağaza girişini kapatmışlar. Tabi Tarzan’ı görünce hortumların aşağı indirdiler ve girişi açtılar. Ama biraz tereddütleri vardı. Neden olduğunu gözleriyle üzerimdeki şortu süzdüklerini fark edince anladım. Tabi ya, üzerimde pembe Dolce-Gabana deniz şortum vardı, palmiye desenli. Yeni Tarzan pek de gerçek Tarzan’a benzemiyordu. Evet o büyük şehir beni biraz yumuşattı, kabul ediyorum. Evet ben şehirde herkesin beklediği gibi Jayn’e âşık olmadım. Ben David’i seviyorum. Paparazzilerin de asıl merak ettiği David de arkamdan ormana gelecek mi gelmeyecek mi? David gelecek ama benim önce baba goril Uganma’dan onay almam lazım.

monalisa (15dk. Serbest Yazış)

 



Terkedilmek istemez kimse ama yaşar bodozlama. Acı soslu bir hayat her zaman lezzetli gelmez ama yine de sofrada hoş durur. Maymunlar zıplarken avizeden avizeye şarap olsa da yemekte tadını tam çıkaramazsın. Elinde silah bir yandan zıplayan maymunlara nişan alırsın bir yanda bilmem kaçıncı kadehte olduğun için ağzınla elin arasında bardağın yerini bulamazsın. Masada sırıtan suratlar içkiliyken azap vericidir. Ciddi olun ulan diye nara atarsın. Tırnak çakısı ile deşer adam seni. Maymunlar alkışlarlar tek bir avizede toplanarak. Ama tüm avizeler hala sallanıyordur sana güle güle dercesine.  Şarap rengi halılar döşemiştim ben de salona. Kokusu ise köri baharatını andırıyordu. Duydum ki ören Hintli üzerine çorba dökmüş halının. Kasaplar da halı örsün, işkembeden ve bağırsaktan dokusunlar halıyı.  Kokoreci yiyen halısını da koyar salonuna.  Sakatat sergisine gitmiştim. Baş eser olarak beyin salatasını koymuşlardı. Monalisa gibi korumalar vardı etrafında. Ressamı Monabrain koymuş adını. Beynini sergiye koymuş beyinsiz adam. Yedik salatayı beynimize beyin kattık, lezzetli de. Cama burnunu yaslamış aldığı verdiği nefes ile buhu yapmış evsizler ise polisler tarafında tartaklanıyorlardı dışarda. Çıktım ve kılıcımı çekerek durun diye bağırdım. Dilencilerden biri kola kutusu toplama arabasından paslanmış kalkanımı alıp getirdi. Sen evsizlerin kralısın dedi ve önümde eğildi. Eğilen kafasına vurdum kalkanı geri. Birilerini kral yapmaktan vazgeçin lan artık. Sadece kendiniz için yaşayın. Kralların taçlarını paralarını ödeyerek aldım ben. Hepsini potada erittim ve lazımlık yaptırdım. Malum tüm kralların kafasına sıçıyorum artık. Tuvalet kağıdını tutanlar ise kraliçeleri. Onlar da gizli bir keyif alıyorlar bundan. Gücün karısı olmak güçsüz olduğunda boşanmayı getirir. Senle evlenene kadına bak neyinle evleniyor diye. Gerçi baksan da bilemezsin. Şifreli yayın yapar tüm insanlar ve bazıları onları dekoder gibi çözdüğünü sanar. Çözülmek isteyeni çözersin. Olmak istediği kişiyi ona anlatırsın ve o da beni çözdün der. Yürü git ya. Sen kimsin seni çözmek ile uğraşacağım. Canım çekerse bulmaca kitabı alırım. Solda sağa, yukardan aşağı siyah beyaz kutular. Senin nerenden başlayacağım belli değil. Bir de sana sorarsak sen de tüm kutular beyaz zaten. İnsanların siyahları da güzel ses verir piyanodaki gibi. Parmaklarını nasıl ve ne sıklıkta ona basacağı önemlidir hoş sesi almak için. Senin beyazına da siyahına da basarım ne melodiler çıkar. Sen bile kendinden gelene şaşarsın, kendinle yabancılaşırsın. Aciz varlıklar cemiyetine başkan seçildim. Gerçi tek aday bendim. Ama adil bir seçim oldu. Sandıktan hiç iptal oy çıkmadı.

karga (15dk. Serbest Yazış)


 

Telefon kulübesi aradım kendime. Hani köpekler de kendine kulübe arar ya kalacak öyle işte. Havlamak istiyorum caddelerde. Çete kurarım belki diğer evsizlerle. Bira içenler bana laf atıyor. Cevap vermem gerekmiyor. Çünkü sarhoş değilim. Ama sessizlik gemisi limandan kalkalı beş dakika oldu. Yolcular parti yapıyor ama ses yok. Sessiz bir parti sanki siyasi. Gümrükten kaçak geçtim, gümrüğe ibraz edilecek bir şeyim yok ki. Zaten bir şeyim yok. Ben hiçim. Hiçlikte güneş doğar mı? Doğmaz ise hiçliği nasıl görebiliriz. Görmediğim şeyler yoktur dersem, körler için dünya yok olmuş olmaz mı. Kör olarak org çalıyorum kaldırımda, Ankaralı türküleri çalıyorum batman yöresinden ama. Halay çekenler ne salak. Gidin ya kardeş. Caddenin karşısında pastaneyi kesiyorum ben. Alman pastası yerim ama Polonyalı yapacak. Onlar anlar alman işi nedir. Yakılıp kül olan cesetlerin kokusu olmaz. Mazileri kokar sadece. Kalan çoraplar ve giysiler. Protez bacağını çıkarıp ateşe gittin mi hiç. Seke seke. Neden çıkarır o bacağı yanmaya giderken. Ateş değdiği yeri yakar ama seyredene zevk verir. Ateşler altında çarpışırken kurşunlar melodi çalar kulağının dibinde. Kafanı kaldır siperden de gör Azrail’in selamını. Ben komutanlarım istemeden öldüm. Öl dememişlerdi. Emir değildi ama öldüm işte. Acaba emire itaatsizlik olur mu. Savaşmak istiyorum oysa. Öleyim ama biraz daha öldürdükten sonra. Öldürdüğüm her adama mezar kazdırsaydılar sanırım bu kadar çok ceset olmazdı etrafımda. Boğaz kesmek kolay da mezarı kazmak işkence. Ben ölmeden önce öldürdüklerimin bazılarına kazdırdılar mezar. Kazmayı her vuruşumda pişman oldum can aldım diye. Çok terlerdim çünkü. Ellerim nasır tutuyordu ve gitar çalarken zorlanıyordum. Ölülere beste yaptım arkalarından. Ama akordu olmayan gitarı mezarlığa almıyor bekçi. Bekçiyi de gömdüm. Düdüğünü mezar taşı yaptım. Son nefesini verirken öttürüyordu hala düdüğü. Can verirken düdüğün sesinin azalışı ne komiktir. Boğazından boşalan kan düdüğün sesini kesiyordu. Kanlı düdük nasıl ses çıkarır bilirim ben. O sesi tanırım bin metreden. Mezar taşları yazılarının üzerine kalemle eklemeler yapıyorum bazen. Gelmeyen yakınlarına ders olsun diye. Yalnız garipler toprak altında, toprak üstü alın taşlarına yazılanlara çok üzülürler. Beklerler ki bir yakınları gelsin de o yazıyı düzeltsin diye. Asıl üzüldükleri boşa yaşadıklarını fark etmeleri o karanlık yalnızlıkta. Ben onlara değer verdiğimden taşlarına yazıyorum esasında. Kargalar yazdıklarımım okumak istercesine arkamdan o taşlara konarlar. Bazıları ekmek kırıntıları toplayıp bırakıyor o taşların önüne. Sanırım ağlayan ölülerin sesini bitek onlar duyabiliyor. Ölüleri dinleyen kargalar yazabilseydiler eğer, Nobel alan karga olur muydu sizce. Karga gözünü oyar, eğer onu beslemenin karşılığını istersen. Karga karşılıksız hizmet edeceksin, zira onlar ölülerin geçek bekçileridir.

vahşi (15 dk. Serbest Yazış)

 


Kırlangıç yuvası gördün mü sen hiç. Yuvadan düşmüş yavru gördün mü? Diyelim gördün, o yavruya yaklaştın almak için o sırada yavru bir kedi atladı üzerine kuşun ve öldürdü onu. Sevip kucağına alacağın o yavru kediyi yine alabilir misin kucağına tabiatı gereği o yavru kuşu öldürdü diye. İşte böyle sınavlar açar hayat sana. Fıtratı gereği sevmeyi öğrenmelisin herkesi. Timsah vahşi değildir. Sen timsah olmadığın için onu öyle nitelendirirsin. O vahşice hiçbir şey yapmıyordur. Onun yaşam şekli odur. Hayatta kalma şekli odur. Bence vahşi kelimesi hiçbir hayvan için kullanılamaz. Düşünün, sizce vahşi bir hayvan var mı? Söyleyeceğiniz her hayvan için vahşi olmadığına dair açıklamam var. Ama insan kılığında gezen gerçek hayvan bizler için aynı şey söz konusu değil. İnsan gerçek vahşidir. İnsan olmaktan utanacağın kadar vahşidir. Diğer tüm vahşi denen hayvanları azat ettirecek derecede vahşidir insan. Sen de vahşisin. Sen de acımasızsın. Sen aslında sandığın kadar masum değilsin. Sen de suçlusun. Sonuçta insansın ve sen de acımasız oldun birilerine karşı. Belki etini parçalamadın ama kalbini parçaladın, özgüvenini parçaladın, geleceğini parçaladın, hevesini parçaladın, hayallerini parçaladın birilerinin. İftira attın, yalan söyledin, arkasından konuşup yüzüne gülümsedin hatta sarıldın bile ona. Sen çok vahşisin. Çok acımasızsın. Onun da duyguları var. O da çocuktu, pamuk şekeri severdi. Lunaparkta sallanan sandalyelere binmek için babası ile kuyrukta beklerdi heyecanla. Ama sen onu vahşice parçaladın. Onun kim olduğunu biliyorsun. Kimi nasıl parçaladığını biliyorsun. Özür dileme dürtüleri geç, gereksiz ve etkisiz. Kırılan dal kırıldı bir kere. Sen vahşi dediğin her hayvanla karşılıklı bir teraziye koy artık kendini.  Saygı duyacaksın o hayvanların hepsine. Şimdi insan kılığında gezen gerçek vahşi hayvanlar olarak Mars’a gitmeliyiz. Acilen Mars’a gitmeliyiz. Bu maviş dünyanın griden tekrar maviye dönüşmesine izin vermeliyiz. Gerekirse Raptorlara, Trekslere bırakmalıyız bu dünyayı. Çünkü onlar bile varken bu dünya maviş dünya idi. Bizi ancak kırmızı kum kayalı, susuz buzsuz Mars paklar. Uzay çöpüyüz biz. Mars kabul etmezse boşlukta öyle süzülmeliyiz fezanın. Bir kara deliğe denk geliriz belki ve tüm vahşet boyut değiştirir böylece. Şimdi anlıyorum neden kara delikler var. Ruhen ulaşıyorum kara deliğe. İnsan olmama dair ne varsa üstümde oraya bırakıp maviş dünyama dönüp Raptor olmak istiyorum. En büyük ideali, bir gün bir Treks olabilmek olan bir Raptor olmak istiyorum, o kadar.

kamikaze (15 dk. Serbest Yazış)

 


Kamikaze olmak istedim. Gözlerin yeterince çekik değil dediler. Dedim ki kamikaze olmak yürekle alakalıdır, gözlerimle ne alakası var. Sen hiç Pearl Harbor’a gittin mi dediler. Dedim filmine mi, cevap bile vermediler, öyle kaldım uçan balonun sepetinde. İlk binişimdi balona. Gün doğumunu ilk kez görmüyordum ama o açıdan ilk kez görmüştüm. Ama nedense aşağı bakmak daha çok çekiyordu beni. O dik kayların üstüne bıraksam kendimi kaçıncı çarpışımda ölürüm acaba. İlkinde mi. İlkinden sekince eğer ölmediysem ikince çarpasıya o yirmi salisede bir pişmanlık olur mu acaba. Tek parça gömebilirler mi beni yoksa o yamaca inemeyecekleri için duron imam yollayıp kaldığım yere mi gömerler beni. Ben daha kararımı vermeden kader beni yakaladı. Balonda kocaman bir delik, hızla yükseklik kaybediyorduk. Gereksiz ağırlıklardan kurtulmak lazım, öyle kalmış aklımda. Üstümü yokladım neyimi atayım diye. Sepette bir tek ben vardım. Atacak karakter bile bulamadım biliyor musunuz? Kırmızı bir leylek sürüsü geçiyordu yanımdan. Gaga, bacaklar, tüyler her yerleri kırmızı leylekler. Dedim ki bunlar benim ruhumu teslim almaya gelmişler. Sepetin içine sırtüstü yattım. Balon yer gök yönünü kaybetmiş dönüp duruyor. Ben artık o sepetin hasır parçalarından birisiydim. O dönüşler ve düşüş beni rahatsız etmiyordu. Taşa sarılmış bir kağıt attılar sepetin içine.  Kâğıdı taştan sıyırdım okuyorum. “Ölme daha yaşayacaklarımız var. Hem daha tanışmadık bile. Duygu.” diye yazıyordu. Sıçradım yattığım yerden. Taşın nerden geldiğin anlamaya çalışıyordum çakılmadan üç beş saniye önce. Leylekler balonun etrafında dengesiz daireler çiziyorlardı ve hatta birbirlerine çarpıp yere çakılanları oluyordu. Ama kalanlar ısrarla balonun etrafında dönerek beni izlemeye çabalıyorlardı. Hayır, henüz çok erken diye haykırdım çakılmadan. Ensemden yukarı doğru çekilerek tekrar yükselmeye başlamıştım ve sepetin çakılışını parçalanışını izliyordum bir yandan. Sonradan kollarımdan ve belimden de tutulduğumu fark ettim. Kırmızı leyleklerden üç dört tanesi beni gagaları ile taşıyorlardı. Beni Duygu ya götürdüklerini düşünüyordum. Ölmediğime sevinmiyordum. Duygu’yu göreceğim diye sabırsızlanıyordum. Yoksa ölebilirdim yani, hiç sorun değildi. Yüksek bir dağın zirvesine beni bıraktılar. Orada leyleklerin tüylerinin mora döndüğünü fark ettim. Ayakları ve gagaları da altın sarısı parlıyordu. Sırtıma gaga ata ata beni dar bir patikaya sürdüler. Patikanın ucunda karanlık bir mağara görünüyordu. Duygu orda beni bekliyordu.  Koşarak mağaranın ağzına geldim ve istemsiz “Duygu, Duygu ben geldim” diye bağırıyordum. Mağaradan bir beyaz bir deve çıktı. Upuzun kirpikleri vardı. Boynun koca bir çan vardı ve her adımında ses çıkarıyordu. Yolum daha uzun buna binip sanırım Duygu’ya gideceğim diye düşündüm. Ama bana bira daha yaklaştığında çanın üzerinde bir isim yazdığını gördüm. Ve bu beni pek mutlu etmedi. Çan da büyük harflerle Duygu yazıyordu. Duygu isminde deve mi olur ya. Hem de uzun kirpikli. Deli gibi kaçmaya başladım oradan. Yamaç aşağı dalları kıra kıra iniyordum. Dallar ve tropikal bitkiler sıklaştıkça koşum yürümeye döndü ve yol açmak için belimdeki  palayı kullanmak zorunda kaldım. Palamın kabzasında inci taneleri ile işlemeler vardı. O incileri Bahrain’de bizzat dalıp kendim çıkarmıştım. Tek nefesle onki dakika denizin dibinde kalıyordum. Ağırlık oldun diye meydan larusse ansiklopedileri belime bağlamıştım. Kurşun ağırlıkları da denemiştim ama hiçbir şey bilginin verdiği ağırlığı vermiyor. Hayran kalırlardı çıkardığım incilere. Kardeşim boşuna biriktirmedik bizi bunları fasikül fasikül. Bir profesör vardı, daha derine daha çok kalmak üzere benle iddialaştı. Ben haddimi bilirim kardeşim. Adam profesör dalar da incinin kralın da çıkarır. “Üstat siz buyurun, ben ancak sizi seyrederim” dedim. Adam daldı vurgun yedi ama onu çıkardığımızda bir avucunu sımsıkı tutuyordu, öldükten sonra zorla açabildik avucunu. Kocaman siyah bir inci vardı. Siyah inci nadir olandır ve direnir istiridyesi kapağını açmamak için. Anacak ihtirası olan biri can pahasına mücadele eder ve ona ulaşabilir. Onca ilim bilim gitmişti bir siyah inci için. Siyah inciyi diğer beyaz incilerle sıra sıra bir gerdan için dizdiler. Siyah tek inciyi en ortaya koydular sıra inicilerin. Prenses Diana’ya hediye verilmek üzere Londra’ya yolladılar. Emanetçi olarak ben götürmeği kabul ettim. Diana’ya kolyeyi teslim ederken Kraliçe de ordaydı. Gerdanlığı taktığında prenses, kraliçe adeta bunalıma girdi. Kendi boynundaki sıra incileri tek seferde eliyle çekerek kopardı. Tüm inciler sarayın koridorlarına dağıldı. Kraliçeyi görmeye gelen Sir Churchill bu inilerden birine basarak merdivenlerden yuvarlandı ve ülke başbakansız kaldı. Şoförü yerde kalan silindir şapkasını aldı ve içinden yeşil bir tavşan çıkardı. Ama tek kulağı sarı idi. Sarı kulağından tuttu tavşanı ve daireler yaparak çevirdi kement atar gibi. Tavşan lunaparktaki çocuklar kadar mutlu idi. Taki sarı kulağı adamın elinde kalıp tek kulağı ile duvara yapışana kadar.

22 Mart 2020

PELÜŞ AYICIK





Yıkık binaların arasında yürüyordu. Temkinli ve sakindi. Önüne çıkan cesetleri yokluyor, inleyen birini fark ederse kafasına tabancası ile sıkıyor ve yoluna devam ediyordu. Hazırladığı bomba yeterince can almıştı. Fünyeyi uzaktan kumanda ile patlatırken bombanın sesini bir senfoni gibi dinlemişti ve tabi on saniye sonrasında arkasından gelen çığlıkları da. Birbirine karışan barut ve yanık et kokusu ona geçmişini anımsatan bir parfüm gibi geliyordu. O geride hiçbir canlı insan kalsın istemiyordu. Yüzlerce ceset parçasının arasında adım adım yürürken, ilgilendiği tek şey hala nefes alan biri var mı, varsa hemen kafasına sıkmaktı. İnsanımsı bir makina gibiydi. Sadece öldürmeye programlanmış bir makine. Tereddüt etmeden hareket edene sıkıyordu.
Asla doymuyordu öldürmeye. Ona verilen görev uyuşturucu tacirlerinin üretim ve dağıtım merkezi olan bu binaları bomba ile imha etmesiydi. Yerde inleyen her adamı gördüğünde, daha orta okul çağında iken bunlar gibi adamlar yüzünden zehirlenen kız kardeşinin ölümü aklına geliyordu. Çocukları ve gençleri zehirleyen bu hamam böceklerinden bu dünyayı temizlemeye yemin etmişti. Ama o sadece bir temizlikçi değildi. O bir yamyamdı. Bu işi görev olduğu için değil, öldürmeyi sevdiği için de yapıyordu.
Yüzüne sıçrayan kanları eliyle silerken bazen diline götürür ve tadına baktığı bile olurdu. Kanın tadını kendince kategorize eder ve kanın tadına göre “tam gebertmelikmiş” gibi yorumlar yapar, kendini kendince doğrulardı.
Orayı terk etmesi için yaklaşık dört dakikası daha vardı. Deneyimleri sonucunda dört dakikada sadece yaralılara sıkarak ölü sayısını üç katına çıkarabileceğini biliyordu. Zamana karşı oynayan lunaparktaki bir çocuk heyecanında sağa solu kollamaya ve ateş etmeye devam ediyordu.
Şarjör değiştirirken arkasından bir karaltının enkazdan enkaza geçtiğini hissetti. Nefesini duyabiliyordu. Yaralı değildi sık nefes alıyordu ve sekmeden yer değiştirmişti. Ve şimdi ya fark edilme korkusu ya da ona hamle yapmak için doğru zamanı kolluyor olmasından dolayı orada hareketsiz bekliyordu. Saatine bakıyormuş gibi yaparak saatinin camını ayna niyetinde kullandı. Yıkık kerpiç duvarlar o zavallıyı koruyamayacak kadar zayıftı. Yeter ki yerini doğru tespit etsin ve tek seferde onu vurabilsin.
Saatin camından nereye ateş edeceğine karar verdi. Yere düşen gölgeye göre saklanan kişi, çömelerek siper almış atış fırsatı bekliyordu. Çömelerek döndü ve önceden kestirdiği kerpiç duvara üç el ateş etti. Bir hıçkırık sesi duydu. Hıçkırıktan çok ciğerlerinden kurşunlanan birinin nefes alma çabasında çıkardığı böğürme gibiydi ama tiz ve zayıftı. Öldürürken duymaya çok alışık olmadığı bu sesin sahibini merak ederek yıkıldığı köşenin arkasına doğru yürüdü.
Önce elinden silahı düştü manzarayı gördüğünde. Sonra dizlerinin üstüne çöküp kaldı. Yerde yatan kız çocuğu elindeki pelüş ayıcığı sıkıyor ve bir yandan korku ile kanayan göğsüne bastırıyordu. Ona dokunmak istedi ama elini uzattığı anda kızın gözyaşlarını gördü. Gözleri birbirine kitlendi birkaç saniye. O kara masum gözlerde net bir ifade vardı; “Neden beni vurdun?”.
Çöktüğü yerden kızın başucuna yaklaştı ve onu sol kolunda yatacak şekilde kucakladı. Sağ eli ile de pelüş ayıcıkla yaralarına basıyor ve onu kurtaramayacağını bilmesine rağmen anlamsızca müdahaleler yapıyordu. Kız refleks olarak ellerini kendi karnına bağlamıştı. Küçücük bedeni ile onu kucağında kayboluyordu ama son nefesini verirken adeta bir ateş topu gibi bu köpek balığı avcıyı yakıp kül ediyordu. Kız böğürmeyle karışık derin bir nefes aldı ama ciğerlerinden ağzına gelen kanın etkisi ile öksürerek dışarı püskürttü ve bu verdiği son nefesti.
 Yüzüne sıçrayan kanın tadını bu kez istemeden alıyordu. Çocuk son nefesini verdiğinde kucağında kanlı bir pamuk balyasına dönüştü sanki. Yumuşacık, ama soğuk. Kollarından biri yana düştü öldüğünde, damarlarındaki delik morlukları gördü. Muhtemelen kaçırdıkları bu kız çocuğuna defalarca iğneyle zehir enjekte etmişlerdi. Teşhis için gittiği morgdaki kız kardeşinin kollarında olan şırınga morluklarını anımsadı.
Kız çocuğunun cansız bedeni yere bıraktı ve kanlı pelüş ayıcık elinde yürüdü. Yere düşürdüğü silahının yanına geldiğinde durakladı ve belinde ki diğer yedek silahını ve kasaturasını da çıkarıp yanına attı. Sırtında ki çelik yeleği hiç olmadığı kadar ağır geliyordu şimdi. Hafiflemek için onu da çıkarıp attı adım adım ilerlerken. Ama hala yükü çok ağırdı. O pelüş kanlı ayıcık, o kadar ağırdı ama onu atamıyordu, ısrarla taşıyordu.
Belki yıkarsam kanları giderse hafifler diye düşündü. Yıkık binaların arasından küçük bir meydanın ortasındaki çeşmeyi gördü. Orası siper almak için çok uygun bir alan değildi. Çevre binalarda olası keskin nişancılar için çok rahat hedef olabilirdi. Ama önemsemedi. Silahsız, zırhsız ve ruhsuz çeşmeye geldi.
Pelüşü yıkarken gülümseyerek ağlıyordu. Kanlar gittikçe ayıcığın gülümsediğini fark etti. Kendince o kız çocuğunun onun af ettiği manasına gelir diye yorumladı. Ama yıkanan kanlar azalmıyordu çeşmenin yalağında. Pelüş ayıcığı yalağa batırdıkça daha çok kanlanıyordu. Sonra birden dizlerinin gücü kesildi ve yalağın içine doğru yıkıldı. Suda ki kan tadını yine almıştı ama bu kez tat çok daha iğrençti. Bir gayretle kafasını yalaktan çıkarıp sırtını çeşmeye yaslayacak şekilde oturdu. Elindeki ayıcığı refleks olarak göğsüne basıyordu. Sırtından girip göğsünden çıkan kurşunun açtığı yaraya basıyordu. Sonra eliyle kendi kanını tekrar diline götürdü ve ekşiyen yüzüyle son kelimelerini söyledi; “Tam gebertmelikmiş”.

17 Şubat 2018

Kanlı İkizler



Ormanın içinde kendini hiç de yabancı hissetmiyordu. Sadece ay ışığının aydınlattığı gecede, evindeymiş gibi rahat ve huzurlu idi. Yüzünde ve ellerinde kurumuş kan lekeleri, geçmişinin değil geleceğinin haritası gibiydi. 
Düzlük bir yer buldu ve elindeki kazmayı yumuşak toprağa saplamaya başladı. Çukur büyüdükçe hürriyetine yaklaşıyordu kendince. Onun için saray bu çukur olacaktı. İştahla kazıyordu çukuru. Dikenli telleri aşıp, özgürlüğüne koşan hükümlülerin adımları nasıl hızlanırsa tellerden uzaklaştıkça, o da çukur derinleştikçe daha şevkle kazıyordu. Bir an duraksadı. O kızların cesetleri aklına geldi. Kanları elinde ve yüzünde olan kızların. Toprakta böceklere yemek olmak için sabırsızlanıyordu. Ateş böceklerinin sesleri müzik oluyordu ölümle son dansına. Rütbesiz gidecekti öbür tarafa. Rütbeleri sökülmüş gidecekti. Gözyaşlarının tadının bu denli tuzlu olduğunu ilk kez fark ediyordu. Çünkü bu denli ilk kez ağlıyordu. Ağlamayı kesmeye çalıştı, ölmekten korkuyor gibi kendi  kendine bile görünmek istemiyordu. Bu tek kişilik bir cenaze töreni idi. 
Oysa bu bitmez gecenin geçmiş sabahı sıradan bir günün başlangıcı idi. Güneş henüz kendini yeni gösterme çabalarında iken çoktan uyanmış ve kasabanın en bakımsız denecek bahçesini kendince temizlemek üzere hazırlıklara başlamıştı. Zira çoğu komşusunda olduğu gibi bu evi ve bahçesini düzenleyecek, çekip çevirecek bir kadın yoktu. Onun bir kadını yoktu. Vardı aslında ama uzun yıllardır yoktu. Yas tutmuyor yası bir ömür yaşıyordu. Varlığında üç harfli olan aşk yokluğunda yine üç harfli yas olmuştu. Bitmeyen aşk ancak bitmeyen yasa dönüşür. Kadını yaşarken bahçesinde renk renk çiçekler vardı. Çoğu sabah ondan önce kalkar ve en sevdiği papatyalardan ona bir taç hazırlardı. O mutfakta yiyecek bire şeyler hazırlarken yanında diz çöker ve kraliçesinin sadık bir şövalyesi gibi tacı başını öne eğerek ona doğru uzatırdı. “Tüm dünya şahit olsun Kraliçem, size hala aşığım. Gönlümün tek kraliçesi olarak lütfen tacınızı kabul ediniz” gibi samimi ve romantik sözlerle ilanı aşk yapardı. Kadını her seferinde sanki ilk kez bu sözleri duyuyormuş gibi heyecanlanır ve boncuk mavi gözlerindeki boncuk sevgi damlacıklarını saklamaya çabalardı. Aşkını her seferinde bu gizleme çabası onu ona daha çok aşık ederdi. Bir keresinde “madem öyle siz de benim gönlümün tek sahibi ve koruyucusu şövalyemsiniz.” deyip tezgâhın üzerinde boş olan bir tencereyi onun kafasına bir miğfer gibi giydirmişti. Burun hizasına kadar inen tencereden önünü göremediğinden komik bir durumda ayağa kalkıp onu öpmeye çabaladı ama görmeden dudaklarını bulamıyor gibi yaparak yanaklarını, kulaklarını öpücüklere boğuyordu. Kadın gülmekten ona karşılık veremiyordu, sonra birden geri çekildi ve tek hamlede onun dudaklarını bularak tutkuyla öpüverdi. Kadın ilk kez öpülüyormuşçasına sarsılmış şekilde ona bakarken, tencere miğferini kafasından çıkarmıştı ve şöyle demişti “Kör olsam bile kokun yeter dudaklarına kavuşmam için.” 
Şimdi ise bu kara çukurun başında burnu hiçbir kokuyu almıyordu. Gece gündüz farkı yoktu artık onun için. Tüm dünya ona siyah beyaz görünüyordu. Sadece tek rengi seçebiliyordu gözleri. Kırmızı. Siyah beyaz dünyada sadece ellerindeki kırmızı kan kalıntılarını görüyordu. Beyninin bu oyunu esasında hoşuna gidiyordu. Neden sadece kan rengini görüyorum diye bir kaygısı yoktu. Bu tokadı her an hissetmeye şu an ihtiyacı vardı. Sarışın ikiz kızların ikili at kuyruğu saçlarındaki tokalar da kırmızı idi. Neden kırmızı ki, siyah beyaz hatırlamak istiyor o anı. Ama tokalar kıpkırmızı zihninde yanıp duruyor. Doğdukları günü anımsıyordu. Zira ikiz beklemedikleri için doğum esnasında fazlaca havlu gerekmişti yan komşusuna. Tek başına kendince yas yaşayan bir adam olduğu için pek sıcak bir ilişkileri yoktu yan komşu aile ile ama zaruret onları onun kapısına getirmişti. Adam karısının doğum heyecanı ile kasabanın tek yaşlı ebesi kadın ne görev veriyor panik içinde halletmeye çabalıyordu. Zira ilk kızını kucağına ebe verdiğinde bitti diye rahatlamışken “ bir tane daha geliyor , çabuk temiz havlu getir” komutu ile şaşkına dönmüş ifadesi hala onun kapısına geldiğinde yüzünde idi. O sırada bahçede odun kesiyordu ve baltasını omuzuna dayayıp gelen panik adamı süzdü. Adamcağız kendine çeki düzen verircesine isteğini biraz daha usturuplu yeniden söyledi; “İkizmiş, havlumuz kalmadı. Rica etsem…” Cevap vermeden baltayla evin kapasını işaret etti ve “yatak odasında dolapta. Gir istediğin kadar al, ne gerekiyorsa al.” Dedi ve tekrar odunları sert ve muntazam darbelerle kesmeye devam etti. Komşusu tereddüt ile kapıya doğru ilerlerken baltanın çarpma sesi ile irkildi ve önce ondan kaçarcasına, sonra doğuma geç kalmama paniği ile eve dalıp havluları alıp çıkıverdi. 
Bir süre sonra kestiği odunları üş üste istiflemeye çalışırken komşusunu evin verandasının merdivenlerinde iki kolunda kanlı havlulara sarılı bebeklerle otururken gördü. Başını yere doğru iki kundağın arasına sokmuştu ve onun yanına geldiğini fark etmemişti. Kundaktaki bebeklerin yüzlerinde annelerinin kanı tam temizlenmemişti ve eksik başladıkları hayata merhaba der gibi değil de ne yapacaz biz der gibi ağlıyorlardı. Belli ki babalarının da durumu aynı idi. Adam komşusunun kafasının alnından tutarak yukarı kaldırdı. Bebeklerden yüzüne bulaşan kanlar gözyaşları ile karıştığından kan ağlıyor bakışları ile şöyle sayıkladı; “yetmedi, havlular yetmedi, çok kan vardı. Havlular yetmedi. Ben yetmedim…” 
Adam yaslı hayatında şaşırmayı bırakalı çok olmuştu ama buz kalpli biri de değildi. Her ne kadar buna çabalıyor olsa da, her ne kadar yüreğini yangınını buz kalıpları ile kapatmaya çabalıyor olsa da, buz kalpli biri değildi. Arkada kapıya yaslanarak adama ve bebeklerine bakarak ağlayan yaşlı ebeyi fark etti. Adam bir açıklama beklercesine ona bakınca “Tüm kasabanın havluları burada olsa sonuç değişmezdi maalesef. Çok kanaması vardı daha ilk bebekte. Kendini feda edercesine zorladı ikincisi için, zira o da ölmesin diye.” 
Cenaze törenin de kasabanın tanınmış simasının çoğu orada idi. O pek herkes ile bir arada olmaktan haz etmediği için uzaktan töreni izliyordu. Bebekler halalarının kucağında idi. Bu sefer temiz kundaklanmış görünüyorlardı ama kundakları siyah tüllerle sarmışlardı. Tören düzenine uysun diye ne ucuz bir görüntüydü bu. Mezar kapatıldıktan sonra komşusu tepelenmiş toprağın dibine çömeldi ve hafif yağan yağmurun yumuşattığı toprağa ellerini daldırdı ve öyle kaldı. Kollarından tutup onu da alıp götürmeyi denediler ama toprak pranga gibi bileklerine geçmiş onu bırakmıyordu sanki. Israr etmeden bir süreliğine onu orada bırakıp gittiler. 
Mezar başında elleri ile toprağa saplanmış adama yaklaştı. Kendi geçmiş halini izler gibi şaşkındı. Tepelenen toprağın diğer tarafında komşusun tam karşısında o da çömeldi. O da ellerini toprağa gömdü. Ellerini aşağıdan tutup çeken biri vardı sanki. Komşusuna bakmıyordu. Yağmur gözyaşlarını saklasa da göstermemek için hala çabalıyordu buz adam. Komşusu onun inlemelerini fark etti ve ona şöyle seslendi; 
“Sen mi yoksa ben mi daha çok acı çekicem. O kızlara nasıl sarılacam? Senin kadınını bir duman aldı götürdü. Ben kadınımı götüren evlatlarımla nasıl yaşıycam?” 
Adam duyduğu sözlerle toprağın altında ellerini tutan ellerin geri çekildiğini fark etti ve misyonu varmışçasına kendini toparladı. Ayağa kalkıp adamı iki yakasında çekerek topraktan söktü. Köksüz bir ağaç gibi ellerinde sallanan adamı daha da hırpalar şekilde sallamaya başladı. Adam kendini bırakmış başı düşük bir buğday dalı gibi sallanıyordu. Bunun yeterli olmayacağını anladı ve bir elini yakasından çekerek adama sağlam bir tokat oturttu. Öyle vurmuştu ki komşusuna, diğer yakası da elinden kurtuldu ve adam cansız bir kütük gibi yere yığıldı. Onu iki yakasında tutup tekrar kaldırdı ve burnunu burnuna kadar getirerek gözlerine gözleri ile haykırdı. 
“Sen kızlarında her gün onu göreceksin ve onun saçlarını okşayabileceksin. Ben ancak toprak beni çağırdığında ona kavuşabileceğim.” 
Komşusu daha inlemeli ağlıyordu ama tokatın acısı ile değil, gerçeği kabullenemediği için. “Hayır, hayır” diye geveledi. Adam bunun üzerine bir tokat daha yerleştirdi bunu adeta arzu eden komşusuna. Yere yığılan komşu ağzı kan içinde yerden adama doğru haykırdı bu kez. 
“Ben o bebeklere dokunamam. Onlara masallar okuyamam. Saçlarını tarayamam. Ben bittim. Ben yokum ki.” 
Adam çömeldi ve daha duygusal bir sesle komşuna konuştu. 
“Sen kadının seni hoş karşılasın diye, o bebeklere bakacaksın. Onları seveceksin. Sonra onlar büyüdükçe senin yaralarını saracak. Sonra onları, onlar seni seviyor diye seveceksin. Ama şimdi kadının ödediği bedelinin hakkını vereceksin. Erkek olacaksın ve bu bedelin altında kalmayacaksın.” 
Her kelimesi nedense zihnine kazındı zavallı babanın. Donup kalmış bir ifade vardı yüzünde. Biri onu almasa öyle kalacaktı sanki oralarda yıllarca. Adam sözlerin yerine ulaştığını fark edercesine gülümsedi ve ayağa kalkıp komşusuna elini uzattı. Komşusu ona elini uzatacak gücü bile bulamıyordu kendinde ama toprakta onu itiyordu sanki adama doğru. Çamurlu elleri öyle kuvvetlice birbirini tuttu ki komşusu tarifsiz bir güven içinde kendini hissetmeye başlamıştı. Sanki ölmüş babası yanındaydı. 
Şimdi ormanda kara bir puma gibi çukurun başında çökmüş bekliyordu. Ay ışığı sadece yeşil gözlerini parlattığı için kara bir puma görüntüsünde elleri ve dizleri üzerinde çökmüş duruyordu. Bir pumayı ancak açlık avlanmaya, öldürmeye yöneltir. Ama o hiç de aç değildi can alırken. O zevk için de öldürmemişti, intikam için de değildi. O mecburdu. Hayatını önemsediği için mecbur değildi. Sadece mecburdu. Tüm kasabanın gizemli kendi halinde bir adam olarak bildiği bu huysuz ve hırçın adam, şimdi bir puma edasında pençelerinde kan izlerine bakıyordu. Ama puma gibi yalanarak onları temizleyemeyecekti. Gerekte yoktu aslında.  

11 Şubat 2018

Kır Çiçekleri



Ameliyathaneden kaçtım. Sıvıştım değil, resmen kaçtım. Herkesin şaşkın bakışları içinde sessizce çıktım. Geri döneceğimi mola verdiğimi sanmışlardır ilk otuz saniye ama ben oradan çıktıktan sonra hızlanan adımlarla koşarak uzaklaştım. Hastanenin lobisine geldiğimde üzerimdeki ameliyat giysileri fazla dikkat çekiyor olacaktı ki tüm gözleri üstümde hissettim. Henüz yeni elimden çıkarmayı akıl ettiğim kanlı eldivenleri lobideki çöpe atarak hızlı adımlarla uzaklaşma çabalarıma devam ettim.
Nereye kadar kaçabilecem ki diye düşündüm bir an, sonra önemsiz, olduğu yere kadar dedim. Savaşın ortasında, askerleri göğüs göğse çarpışan bir ordunun generali misali, komutanlarım ile cepheyi o yüksek tepeden izlerken, birden onların o şaşkın bakışları altında bindim atıma ve kaçıyorum. Kaçış ölümden mi, değil tabi ki. Ölüm kurtuluş bizim gibi yaşamı koca kayba dönüşenlere.
Hastanenin otoparkındayım, üstüm ince üşüyorum, arabamın nerde olduğunu hatırlamıyorum, zaten anahtarı da yanımda değil ki. Bir an kaçış yersiz, kaçamıycan zaten diye iç sesimi duyuyor ve onu dinleyerek olduğum yerde kaldırıma çökerek oturdum. Çok emindim oysa. Onu kurtarabileceğimden çok emindim. Evet tümör beyinde çok sinsi bir yere yerleşmişti. Vatan edinmişti orayı, bayrağını çekmiş, hakimiyetini kurmuştu. Yaklaşanı yakarım, hatta kendimi de yakarım burayı da yakarım tarzı vardı. Filmlerini onca gören meslektaşım çok geç, risk büyük, başarı çok düşük gibi açıklamalarla tedavi etme teşebbüsüne girişmemişlerdi. Bana geldiğinde ise ben neden kabul ettim. Neden ettim? Esasında biliyorum neden kabul ettiğimi. Benzersiz bir metodum var diye değil, ben en iyisiyim, onlar yapamaz ben başarırım, kariyerime de altın harflerle yazarlar da değil. Para değil. Ün değil. O zaman neden kaybetmenin mutlak olduğu bu savaşa girdim ki.
Çünkü gözleri yaşam doluydu. Hiç erken sönecek fenerler gibi bakmıyordu. Işıl ışıl parlıyordu. Bukle bukle kumral saçlarını parmağına dolayarak çekinerek sormuştu: “Herkesin korktuğu sonuçtan ben korkmuyorum. Rica etsem siz de benim kadar cesur olur musunuz, lütfen?” Sessiz kaldım, onlarca doktor gezmiş raporları masamın yanına bıraktım ve ayağa kaktım, masanın önüne geçerek, onun karşısındaki sandalyeye oturmuştum. Gözlerimden gözlerini hiç ayırmadan ellerini bana doğru uzattı. Koşulsuz uzattım bin bir ameliyata binlerce neşter tutan ellerimi ona. Sımsıkı tuttu genç elleri ile. Sonra kendisini sandalyenin biraz daha önüne getirerek bana daha yakından bakarak beni bugüne getiren şu sözleri söyledi; “Doktor, hadi söyleyin, sizce mezar taşı yazımı mı hazırlamalıyım yoksa gelecek bahara aşk dolu girebileceğimi mi hayal etmeliyim. Bana ne tavsiye diyorsunuz, siz son durağımsınız, kaderim öyle fısıldıyor, ne dersiniz?”
İstemsiz ellerimi çekmek istedim geri ama bırakmadı, cevabı vermeden ellerini geri alamazsın gibi bakıyor, dudaklarını sıkarak son sözümü söyledim, şimdi sen konuşacaksın diyordu sanki. Ama bu haksızlık, neden benim sorumluluğumda, tıpın yetemeyeceği bir şey için neden ben sorumlu olacağım ki. Ama benim kaçamak bakışlarıma o hala öyle sevgi ve yaşam dolu bakıyordu ki dilim şişmişti sanki ne konuşabiliyor ne de rahat nefes alabiliyordum. Farkındaymış gibi bir eli ile elimi bıraktı ve masanın üstünden aldığı kâğıt mendil ile alnımda stresten biriken teri sildi. Gülümseyerek neşe ile; “Sen bu tümörle boğuşurken silemem alnını bilgin olsun, malum öbür tarafın kapısını bir çalıp geri geleceğim. Zile basıp kaçan mink haylazlar gibi. Yakalanmadan geri geleceğim değil mi doktor?”
Ne oldu peki. Değişmezler değişmedi tabi. İlk iki hamlede alt etmiştim o lanet tümörü ama sekiz kollu ahtapot gibi sarılmıştı beyinciğe. Sadece tek ve en güçlü kolu kalmıştı yenmem gereken. Ona hamleyi yapmak üzere neşteri yaklaştırırken, bukleli güzelimin o an kapının zillerini basıyor olduğunu hayal ediyordum. Onu geri çağırmalıydım hemen, yakalanmadan minik bir haylaz gibi. Daha neşteri değdirdim değdirmedim gözümü refleks olarak kapatmak zorunda kaldım. Zira sicim gibi kan yüzüme doğru fışkırmaya başlamıştı. “Daha dokunmadım ki” gibi bir şeyler mırıldanırken kanı durdurmak için tüm ekip müdahaleye başladık ama yok, ısrarla fışkıran kan, “sen misin bana meydan okuyan, hadi durdur, hadi durdur” seslenişi ile haddimi bildiriyordu adeta. “Hastayı kaybediyoruz”. Acil servislerdeki müdahalelerde duyduğum bir cümle ama kendi ameliyatlarımda ilk kez duyuyordum. Neden. Çünkü kime meydan okuduğumu fark edemedim. Nabız işaretlerine baktığımda atan kalbi gördükçe onun gözlerinin gülerek ekrandan bana yansıdığını görüyordum. Nabız düşmesine ve her tür müdahalemize rağmen, ekrana baktığımda daha içten gülümsüyordu hayal de olsa. “Doktor, onu kaybediyoruz…”
İşte yenik komutan olarak kaçtığım an o an. Nabzın sıfır olduğu anda gülerek bakmayacaktı o ekran yansımasında. Ekranda göreceğimden korkarak, onun ilk kez bana pişmanlıkla bakacağını sanarak kaçtım.

Çökmüş onun zile basıp kaçarken yakalanmış hayalini düşünüyordum ağlarken. Zihnim de o sahne aynen şöyle canlandı. Bütün yolların bir büyük yola bağlandığı ve büyük yolun ufkunda da yüksekliği belirsiz bir kapının bulunduğu bir yerde geziniyordu bizim bukleli güzel. Gülüşerek koşuştururken kapının ihtişamlığına kapılarak durakaldı. Adım adım sanki oraya çekiliyormuş gibi ilerliyordu. Kapının eşiğine geldiğinde zili aramaya başladı. Ben çığlıklar atıyordum sessizce, “Basma o zile, geri dön…” Sanki duymuş gibi irkildi ve geri dönüp beni görüyormuş gibi bakmaya başladı. Zihnimde ki bu sahne öyle gerçekti ki, onu elinden tutup geri çekmek istiyordum; “çalma kapıyı belki açmazlar ve seni almazlar içeri çalmazsan.” Koca doktordan çocuksu bir istek hayatın gerçeğine karşı. Gözleri dolmuş ne kadar güzel gülümsüyordu. Bu bir vedaydı. Bana üzülme der gibi, sonucunu biliyor olmasına rağmen zile bastı. Daha çok ağlıyor ama daha çok da gülümsüyordu. Şimdi o kapı açılacak ve o geri dönemeyeceği yere girecekti. Ama zil duyulmadı mı ne? O da şaşkın bir daha bastı daha uzunca. Kapı olduğu yerden söküldü ve yükselip yok oldu. Kırlarda rengarenk çiçeklerin arasında idi şimdi.  Her yönü aynı görünüyordu. Yemyeşil kırlarda rengarenk çiçekler. “Bak bahar geldi” diye neşelendi çocukça. Baharı görmek istiyordu ve görmüştü işte. Ama nasıl olabilir ki? Tanrım yoksa, yoksa? Elimi uzatsam tutabileceğim mesafe de yaklaştı bana elinde kır çiçekleri; “gelip beni buradan almayacak mısın, bak sana bunları topladım…” Delicesine koşuyordum hastaneye, sadece o çiçekler zihnimde, koşuyordum.   

09 Şubat 2018

Ben ve Amadeus

Evet sarayda nöbet bana kaldı. Amadeus hasta. Yani esasında akşamdan kalma. Ayyaş herif. Notalarla dans ettiği kadar kadınlarla dans etmeyi de becerebilse. Yine de tüm kadınlar ona hayran. Oysa o bir deli. Notaları ancak gelecekte manasız müzik sevenlere keyif verebilecek. Ama yine de yenilik arayanlara farklı geliyor. 
Kralımız onu esasında ününe yakışır diye saraya aldı, o karmaşık notaları üst üste bindiriyor diye değil. Maymun yazması o basit notalar, birden devleşiyor sonra tekrar bitler pireler dansına dönüyor. Kasırgada yerinden kopan ağaçların gövdelerinin bir birine çarpıp parçalanışı gibi, obua ve viyolonseller  yumruk yumruğa. Arada yan flütler yardım ister gibi düzenli girişler yapıp çekiliyor. Kemanlar zaten esip duran rüzgar, şiddetli yada hafif hep varlar. 
Ya benim müziğim? Oysa benim bestelerim başlayınca sizi bir hikayeye götüren roman gibidir. Okudukça açılır müziğim, hikayenin mizacı neyse ona uyar tüm enstrümanlar. Ama Mozart, serseri adam. Benden yirmi yaş genç olmasına rağmen müziğime gereken saygıyı göstermiyor. Bir de sızıp kalıyor, kralın huzuruna ben çıkıp onu aklıyorum.
Bir keresinde “Genç Mozart, korkarım unutulmak gibi bir endişen yok, neden sanatsal eserler yapmıyorsun?” dedim. Küstah densiz şöyle cevap verdi; “Benim beynimde portreler yazılı, ben sadece onları görüp kağıda döküyorum. Lütfen eleştirinizi beynime yazana yapınız.”
Küstah. Densiz. Sapık. Nefret ediyorum ondan. Kıskanmak mı. Hayır nefret. Ama o notaları o ufak beyne yazana da isyanım oluyor bazen. Amadeus, yıllar senin ne kadar fiyasko bir adam olduğunu gösterecek. Karmaşık notaların, kulakları tırmalar  gibi gelecek insanlara, nasıl dinlenmiş bu müzikler diyecekler. Kimse seni hatırlamayacak.

Ah, bak sen… Beyninde gördüğü portrelerden son yazdığı notaları yine boş şarap şişelerinin yanında unutmuş. Kağıdın üzerinde salyası ya da şarap izleri. İğrenç. Dur bir bakalım, nota pazarında neleri satışa çıkarmış kargaşa ile. 
Evet, flüt yalnız geziyor, ürkek, kaybolmuş, sanki ailesini arıyor, diğer flütler bizi bul dercesine girip çıkıyorlar, viyolonsel kalın baslarla “asla, asla” diyor, flüt panikte, kemanlar sesleniyor yumuşakça, biz gelicez, yardım edicez bekle, viyolonseller yine engel olacakmış gibi giriyor, o sırada obualar önemli konuğu haber veriyor ve piyano ile giriyor prens beyaz atıyla. Flüt piyanoya yetişmek istiyor sesini yükselterek kendini göstermek için ama obualar muhafızı gibi onu engelliyor. Kemanlar viyolonsellerle çatışmaya giriyor. Bize katılın ona destek olalım. Piyano karmaşayı fark edip ne oluyor orda der gibi kemanlara dönüyor. Obualar suç işlemişçesine sessizleşiyor yavaş yavaş. Piyano "çekilin geriye" diyor. Flütün sesi açığa çıkıyor özgürce, kuşlar gibi kanatlanıyor flüt, kemanlar rüzgar gibi kanadını dolduruyor flütün. Viyolonseller ince kalın kendi aralarında kargaşadalar. Piyano hepsine kendisini dinletiyor. "Flütü bırakın, bana gelsin" der gibi. Tanrım bu nasıl temiz, nasıl gerçek… okurken notaları gözlerim doluyor nefret ettiğim adam yüzünden. O serseri bir flütle arıyor iç huzuru…hiç düzeltme yok yazdığı notalarda. 
Bu nasıl bir yansımadır. Doğru dediği belli ki. O sadece yazan gördüğünü. Görmek lazım Mozart olabilmek için. Notaları iyi duyuyorum, ama göremiyorum. Ona kıyasla ben bir körüm. Körlerin arasında, tek gören olarak, bir serseri de olsa o, tek görebilen o diye özel oluyor işte. Müziğe küssem mi şimdi, yoksa onu öldürsem mi? 
Bu nasıl bir çatışma, insan hayran olduğu bir adamdan nasıl bu derece nefret de edebilir ki. Hiç nota yazamayan bir dinleyici olarak gelmek isterdim bu dünyaya. Sadece bu küstah serseriyi dinleyen bir hayranı olmak isterdim. Kaderim beni cezalandırıyor. Bu ne büyük bir ceza, çok canım yanıyor, çok...

25 Ocak 2018

Evimdeki Ceset



Her yer bulanık idi, muazzam bir baş ağrısı, hatta derin bir sızlama ense kökümde. Bulanık görmemi düzeltmek ve neler olduğunu idrak etmek istercesine kafamı salladım ama nafile. Yatağımda olduğumu seçebildim ama giysilerim üzerimde ve hafif ıslak, üşüyordum. Doğrulmaya çalıştım ama başım bir ton sanki. Anlamaya çalışıyordum durumumu. İçeride mutfaktan gelen sesleri duyuyordum. Zorlanarak dikildim en azından kolumla destek alarak yatakta oturacak kadar ve o an gördüm odamın girişinde kapının eşiğinde çökmüş gibi duran hareketsiz adamın bedenini ve ölü bakan gözlerini. Elim enseme gitti gayri ihtiyari ve yastığıma bulaşan kanın bana ait olduğunu ve ölü bakan adamın yanında duran kısa siyah copu fark ettim. Bana kim ne zaman ve neden vurdu? Eğer bana vuran bu adam ise içerideki ya da içeridekiler kim? Hemen komidin çekmecemdeki silahım aklıma geldi. Odanın en diğer ucunda olmasına ve tam net görememe rağmen beş çekmeceli komedinin orta çekmecesinde olduğundan emin olduğum silahımı almak için yarı kör bir şekilde ve büyük ense ve baş ağrısıyla oraya doğru yöneldim. Ses çıkarmamak için kendimi kontrol edebildiğim kadarıyla ilerliyordum. Ama daha odanın öbür ucuna gelmeden orta çekmecenin açılmış ve içindekilerin dışarı dağılmış olduğunu seçebildim. Neden sadece o çekmece? Neden diğerleri açık değil? Hemen yerdeki copu almak için tanımadığım cesede yanaştım ve eğildiğimde fark ettim ki göğsünde iki kurşun deliği var. Odamın kapısının kirişine yaslanarak oturur kalmış bu tanımadığım cesedin sol eli bacaklarının üstüne düşmüş ve parmakları sıkıca kanlı bir havlu tutuyor tabi büyük bir olasılıkla bana ait bir havluyu. Yani bu adam kanamasını durdurmak için orada öyle havlu ile yarasına basarken ben baygın bu yatakta yatıyor muydum? Yine de nabzına baktım içeride ki seslerin devam ediyor olmasına güvenerek. Ama ölü bakan gerçekten ölmüş idi. Sonra yerde duran sağ elinin ucunda, parkeye kanıyla yazdığı, beni asıl sarsan o harfleri gördüm...

11 Aralık 2016

Mecburi Veda



Oysa ne kadar sırandan bir gündü. Doğru dürüst vedalaşamamıştım bile evden çıkarken akşam geri geleceğimden eminmişim gibi. Bilseydim gün kararmadan birkaç dakika izlerdim bulutları, gün batımını ve denize düşen o kızıl yakamozu. Kısa bir mesaj atardım bilseydim eşime; “Gelemiycem sanırım, ama nedeni ben değilim, sen de değilsin. Nedeni boş, bom boş. Öğreneceksin zaten, üzül ama yıkılma, yıkılma çocuklarımız için…” diye yazardım. Esasında daha çok yazacaklarım var diye düşünürdüm böyle bir durumda ama nedense bu kadar daha yeterli gibi. Ama bilemedim, bu kadarını bile ona iletemedim.
İkinci oğlum daha bebek, bir buçuk yaşında. Onun nasıl büyüyüp serpildiğini göremiycem maalesef. İkisinin de mürüvvetinde gelinlerimi benim adıma kim isteyecek acaba. Neleri merak ediyor insan ölümüne belki dakikalar kalmışken. Bir dolu çuval gibi yığıldığım yerde, her ne kadar hareket etmek istesem sadece gözlerimi oynatabildiğimin farkındayım. Dışardan nasıl göründüğümü merak ediyorum esasında, zira yıkarlarken bedenimi kimseye zorluk çıkarmak istemiyorum, öyle paramparça ve biraz da eksik. Özür dilerim şimdiden tüm sevenlerimden, inanın benim hatam değildi. Elimde olsa sizi en az üzecek şekilde gitmek isterdim bu dünyadan. Ama bilemezdim. O dakika, orada olacağını bu olayın bilemezdim.
Sadece gözlerimi oynatabiliyor olmam hala bir lütuf sanki. Ama bir yandan da kulağımdaki çınlama azalıyor ve inleme çığlıkları duymaya başlıyorum. Duymasam, duymasam, duymadan o inlemeleri kayıp gitsem. Geride bırakacaklarıma rağmen sonumu sabırsızlıkla bekler durumdayım. Çünkü zor, çok zor. Duymak ve yanına gidip kulağına fısıldayamamak diğer eksik kaderdaşımın, “ Bitti, gidiyoruz, rahat ol. Yalnız değilsin, beraber gidiyoruz. Bizim suçumuz değil, üzülme, sadece sonu başlangıç gör, ve başlangıcına merhaba de.” diye.
Sonra gözümün seçebildiği en uzak noktaya odaklanıyorum, yana yığılmış, yere paralel. Bir kol ve bileğindeki camı kırılmış saate takılıyor gözüm. Saat kaç acaba şu an. Sanki çok önemliymiş gibi o dakikalarının adını koymam lazım zihnimde. Sanki günlüğüme not alacağım şu gün şu saatte oldu olanlar diye. Ama daha ürpertici olan ise, o saati tanıyorum ben. Evet o saat eşimin son evlilik yıldönümünde hediye verdiği saat. Birden kolum neden o kadar uzakta diye endişeleniyorum. Kaybolmasın, eksik kalmayayım. Nasıl bir endişe bu. Sanki tüm bedenim bana zimmetli bir emanet ve onu tam olarak geri teslim edebilmek dürtüsü. Ne garip, ne olağan dışı. Kolumu kendime çekmek için son bir gayret ama ancak yaşayınca insanın idrak edebileceği bir durum; kolumu çekip alabileceğim kolum zaten orda. Ama bunu ancak onu almaya teşebbüs ettiğinde fark ediyor insan böyle bir durumda olduğunu.
Siren sesleri, yanıp sönen mavi kırmızı ışıklar. Oysa ben henüz geçiş yapmadım. Diğerlerine benden önce gitseler bari. Benim biraz daha zamanım var galiba. Lütfen yalnızken gitmek istiyorum, ne o ambulansta acınası gözlerle yapılan müdahaleler sırasında ne de hastanede bir umutla bekleyen sevenlerimin acılarına şahit olarak. Belki bencilce, ama bu kadarını çok görmeyin bana. Benim yaşayamayacaklarımın bir kefaleti olarak görün bunu.
Annem, en çok da senin yüreğin bunu nasıl kaldıracak düşüncesi beni ürpertiyor. Yok ürperme değil, üşüyorum, titriyorum. Boynumdan beni hafif gıdıklayarak göğsüme dağılan sıcaklığın kanım olduğunu şimdi fark ediyorum titrerken. Sanırım kanım beni daha fazla taşıyamayacak ve ısıtamayacak kadar azaldı. Nabzımı geri sayan, sayarken seyrekleşen ve yavaşlayan bir gong gibi zihnimde duyuyorum. Annem, bunları yaşamak için doğurmadın sen bu evladı. Haklısın, çok haklısın, ama bilemezdim annem. Çocuklarımın büyüdüğünü görebilmek için değil, eşime bir kez daha doyasıya sarılabilmek için değil, sırf sen evlat acısı yaşama diye bunlar yaşanmasın isterdim Annem.
Ama benim elimde değildi. Ben sadece oradan geçiyordum Annem, yanlış hiçbir şey yoktu gerçekten. Yine de sana karşı kendimi suçlu hissediyorum. Bugün içinde arasaydım seni, annemsin ya derdin ki sezerek, bugün oradan gitme oğlum, başka yerden git derdin. Biliyorum, sen sezer ve derdin. Seni bugün aramadım annem. Beni affet, seni, ailemi, herkesi üzdüm bilemeden. Ama böyle olsun istemezdim Annem, böyle olacağını bilemezdim.
Sıradan bir gündü. Ne rüzgâr farklı esiyordu, ne de güneş farklı kızarmıştı batarken. İçtiğim kahvenin tadı da aynıydı bu sabah, altı değişirken huysuzluk yapan minik oğlumun çıkardığı mızmızlanma sesleri de. Bir ipucu olsaydı, hepinizi nasıl öper koklardım evden çıkmadan. Tüm gün o kokuyu içimde tutardım bir nefes gibi.  Ama… Ama... Sanırım vakit geldi. Son nefesi çekiyorum yanık ve barut kokusuna rağmen. Koşarak gelen sedyelileri seçiyor gözüm. Gülümsüyorum, acaba fark edebiliyorlar mı giderken gülümsediğimi. İnşallah fark ederler ve eşime iletirler; “ Gülümsüyordu”.

10 Aralık 2016’da Dolmabahçe ve Maçka Patlamasında Kaybettiklerimizin Anısına. Mekanları Cennet Olsun.
Erdem Kıralı - 11 Aralık 2016 14:41


13 Nisan 2014

Tek Yaşa; Tek Öl...



Mesleğini seçenlerden değilim. Ama mesleğimi iyi icra ederim. Çoğu kişi işimi meslek olarak görmeyecek olsa da, müşterilerim işimde uzman olduğumdan emindirler ve ben onları bulmam onlar beni bulurlar. Sanırım mesleğini bir marka melodisinde icra ediyor olmak buna deniyor.
Evet ben bireysel bir markayım. Asla kendi reklamını yapmamış ama müşteri memnuniyeti sayesinde en güçlü ve ücretsiz tanıtımı yapılan bir markayım. Sanırım gerçek marklar da böyle oluşuyor zaten.
Dediğim gibi ben ne ün sahibi ne de marka olmak istemedim ama işinizi icra edişinizde bir stiliniz var ise ve her zaman müşterinin istediğini beklediğinden de temiz ve kusursuz yerine getiriyorsanız, tüketici krallığının kapıları hatta tahtı size açılıyor kendiliğinden.
Bu mesleği bir okulu olsun da orda öğreneyim çok isterdim ama o zaman sanırım gizemli kimlikler fazla afişe olurdu, belki bir yer altı okulu olması lazım, ya da Tibet de Himalayaların yüksek ovalarından birinde bir eğitim kampı. Belki de vardır ama olsa idi beni öğretici olarak çoktan davet ederlerdi.
Çünkü dedim ya; ben işimde bir markayım. Ve her bitmiş işimin bana ait olduğunu imzam yada logom olan, üçleme ile kendimce tescillerim. Bunu esasında marka logosu olarak düşünmemiş idim başlarda.
Bu sadece işimi titiz ve temiz yerine getirmekte kullandığım bir tarz idi. Dedim ya her marka bireyin bir stili olması lazım. Benim en belirgin stilim de bu üçlemedir yani ilk iki atış kalbe, üçüncü ise yakından iki kaş arasına.
Benim, mesleğimi icra edişimde net övüneceğim bir husus var ki, asla bir işim hastaneye yani ameliyathaneye sarkmamıştır. Direk siyah ceset torbası ve sonrasında da ayak başparmağında isim etiketi ile morgda istirahat.
Her türlü işi almak da sanırım başarımın bir parçası. Asla iş seçmem. Yaşlı, genç, rahip yada serseri fark etmez. İş işdir. Önemli olan temiz sonuçlanmasıdır.
Sadece zaman kıstası kabul etmem. Yani işin gerçekleşmesi ile ilgili süre vermem. Sıfır şahit ve sıfır ipucu olacak ortam oluşuna dek bekler ve gözlemlerim. Zira şahit olursa onu da temizlemek gerekir ve bunun karşılığında da ücret alamazsınız. Boşa giden ceset torbası yani.
İşi aldığım andan itibaren hedef eceli ile ölse bile para hesabıma yatar. Yatmaz ise yatırmayan morg da onun yanında yatar. Basit kurallar, basit dengeler.
Özel tasarım taleplerini asla kabul etmem. Yakmak, bıçaklamak, terastan uçurmak gibi. Benim imzam bellidir. Kaza süsü bana amatör işi gibi gelir. Ben aksine o işin bana ait olduğunu özellikle bilinsin isterim. Şüpheli ölüm benim tarzım değildir.
Meslek hastalığı denen ilet ise bizim işte şudur; tek yaşarsın, tek ölürsün ve ölüm sonrasını asla düşünmezsin. Hele yeniden dirilecek ve hesap verecek olduğunu hiç düşünmezsin. 
Gerçi ola ki o gün imzalı işlerim tek tek bana sorulacak olursa, cevabım şu olacak; "Onların hiçbirinin ölmesini ben istemedim, ben olmasam da birisi onları öldürecekti. Ben sadece o işin temiz gerçekleşmesini sağladım. Kesin, acısız ve temiz." 
Günah mı sevap mı ? İşte o bana göre sadece bakış açısı. İyi yaptığımdan emin olduğum işimi çok seviyorum, her ne kadar arkalarından ağlayanlar bana şükran duymuyor olsalar bile.