19 Temmuz 2020

sabah (6dk.)


Ne kadar sessiz bir sabah. Her şeyin sıfırlandığı bir gün mü yoksa? Daha dün gece ne kadar neşe dolu kahkahalar doluydu bu ev. Şimdi neden böyle gamlıyım?  Sanki bir anda silindi her şey. Tam da hatırlayamıyorum olanları. Zil çaldı. Kapıya gittim ama tereddütlerdeyim. Nedense bir ürperti var içimde. Açtım kapıyı kim o demeden. Bir teslimiyet var olacaklara her nedense. O yaşlı komşu kadın öfke ile baktı bana ve yüzüme tükürür gibi bağırdı. “O kadına neden eziyet ediyorsun? Yazık değil mi? Bırak o kadını. Seni polise şikâyet edicem.” Ben kime eziyet ettim ki? Bir kadın var hayatımda o da eşim ve ben ona asla zarar vermem. Ona şaşkınlıktan cevap veremezken ikimiz de yerlerin ıslaklığını fark ediyoruz. Banyodan gelen su evin her yerini kaplamış neredeyse. Kadın nedeni biliyormuşum gibi cevap ister şekilde bakıyor bana. Bense banyoda neler olmuş o kadar meraktayım ki.

tül (6dk.)


Tülden bir ruhu vardı aslında. Katı hiçbir şey göremezdin onda. Katı yağ ile yumurta  kırmadı. Asla bakkala gidip veresiye istemezdi. Sonra bakkal öldü. Cenazesine manav gelmedi. Salatalık çekti canım. Yeşil olsun ama içi gri olsun. Renkler ile kavgam var benim, siyahla savaşmam, siyah benim esasında. Acil servise getirdiler ve iğne yaptılar. Renkler yoktu orada. Kokular ve sesler vardı. Hemşirelerin burnu kanıyordu. Koku alamamaktan  kanıyordu. Bahar gelmişti ama onlar hala kıştaydılar. Kışın kaymak için kasırga beklerim ben. Kasırganın içinde kayarken çığlıklarımı kimse duymaz. Kaybolmaktan kokmam çünkü cipli saat aldım kendime. Her yerime cip taktırıcam. Ne yedim ne içtim tespit edildin. Analiz edilsin, keramet nededir bilinsin böylece. Sarıklı bir adam geldi akabinde. Cipi sarığında sanırım. İndirmiş tüm fıkıhları alim olmuş karşımızda. Sarığını aldım çöpe attım. Sistem çöktü bir anda. Tüm birikimi sarıktaymış meğerse. Ben de miferimin içindeki toprağı boşalttım. Çiçek ekerim diye koymuştum. Barış çiçeği olacaktı miferimde açacacak menekşeler. Ama kedi işemiş içine toprak çimento gibi olmuş. Kalan topraklarla beraber kafama yerleştirdim.

05 Temmuz 2020

LOSING IS WINNING



In fact, one should not feel too much pressure on themselves in case they are losing. There are cases when losses become necessary. That is because at the moment when you are losing, your loss may serve as a reward or a  blessing for somebody else somewhere else. It is a virtue to let others get their own share, and the reward will definitely come afterwards. 

You do not want to lose what you have, you keep on fighting for it, despite the awareness that what you have in your hand is sliding through your fingers. In fact, you should let things go, let them grow less, and wait for the rewards to come right afterwards. Feel the lightness of accepting this as it is. 

This is an ability only possessed by those who do not believe to have gained what they have through luck. Those are the ones who do not have fear losing because they know how to gain it once they lose it.   

However, if a person has gained something only through their fortune, s/he will burn with the fear and anxiety of losing it. This is a test they need to go through. And this is the reason why they have been granted that gift, under the title of good luck. 

Those who do not fear losing are the ones who mostly win. Some people take it as a bluff, but they are wrong. Those who know themselves are the ones who walk towards a gunshot, just like an immortal being would do. They know that even if they are killed, they will resurrect, and whomever kills them will commit suicide out of despair. They will only stare, while the killer, that ignorant fool who dared do this to them, kills himself. Only ignorance would be an explanation to such boldness, anyway. 

Burning in wild flames and dazing the onlooker is rather impressive, but the impression created by those who are born again after being burnt down, after turning into ashes is much more amazing and long-lasting. Therefore, I never fear being burnt down. On the contrary, the ability to create myself once more out of my ashes gives me the chance to live more than one life in a lifetime. 

28 Haziran 2020

Zaafım

Beyaz Küller


Ne yapabildik ki?

Tekerrür


Siz de ilizyonist misiniz?


Günümüzde bir liderden beklentilerde büyük değişimler oluştu. Rekabet etmek için başvurulan temel güç artık bilgi veya tecrübe değil maalesef. İnsanları etkilemek ve arkandan koşturabilmek sadece bir algı oyunu olabiliyor artık. Olduğundan çok farklı algı oluşturmak için gereken tüm malzemeler teknolojinin yeni nimetleri olarak hayatımızın içinde. İş dünyası artık bir şov dünyasına dönüştü. Gerek liderlikte gerekse markalarda, şovunu en güzel ve farklı yapan kendini öne çıkartabiliyor.
Markalardan istenilen kalite ve özgün olmaktı. Bugün ise, şovu, duruşu ile tüketiciyi cezbedebilen bir marka, kaliteli hizmet ya da ürün faktörünü çok daha arka plana atabiliyor ve bunu hiçbir tüketici yadırgamıyor.
Gelecekte markaların gücü bu ilizyon sanatını icra edebilme yetenekleri ile paralel olacak maalesef. Evet, marka liderleri artık, toplumları radikallikleri ile arkalarından sürükleyen kişiler değiller. Onlar bugünün şov sanatını kullanarak, oluşturdukları algılarla tüketici hipnotize etmek derdindeler. Her yapılan hipnozun etkisinin azalmasına yakın daha güçlü bir ilizyon gösterisi ile tekrar sahneye çıkıyorlar.
Steve Jobs bir ilizyonist değildi. O bir sosyolog ve fütüristti. Hümanist ve radikal bakışı ile tüm dünyayı büyüledi ama bu büyü bir ilizyon değildi. Yaşamlara dokundu, kalplere dokundu, beyinlere dokundu ürettiği ürünlerle. Ama bugün tüm mobil telefon piyasası (Apple da dahil) onun arkasından sadece ilizyon numaraları ile tüketiciyi cezbetmeye çabalıyorlar; muhteşem lansmanlar, ünlü marka yüzleri, hayatımıza kolaylık katmayacak ek hizmetler, değişik reklam mecraları ile tüketicinin algısına hükmetmeye çalışıyorlar.
Eskiden bir marka, bir kategoride en iyi ve kaliteli ürünü yaptığı için marka olurdu. Pazar gücü ürün gücü ile orantılıydı. Bugünün liderlerinin aklına yeni bir ürün fikri geldiğinde, üretim aşamasından çok onu nasıl pazarlayıp patlatabileceklerine kafa yoruyorlar. Ne kadar kısa sürede ne kadar çok adet satabiliriz ona kafa yoruyorlar. Neden kısa zaman, çünkü ilizyon etkisi geçmeden arzu ettikleri rakamlara ulaşabilmek için.
Burada yanlış olan günümüzün pazarlama şartlarına uymak değil aslında. Şovsa şov, ilizyonsa ilizyon. Kar ve büyüme varsa devam diyeceksiniz, haklısınız. Ama burada atlanılan konu şu; bir şirket, tüm ticari akışını ilizyon üzerine kurmuşsa, kendi içindeki çalışanları ve yöneticileri de bireysel kariyer yollarında aynı tarzı benimsiyorlar ve şirketler bünyelerindeki en iyi ilizyonistleri, en başarılı liderler veya yöneticiler olarak algılıyor ve ödüllendiriyor. Rakamları olan ama bireysel olgunlukları olmayan yönetici sürüleri ile doluyor tüm pazar. Üretkenlik, orijinalite ölüyor zaman geçtikçe. Soru şu, siz de bu ilizyonistlerden misiniz yoksa onun takımı olan şov ekibinin istekli veya isteksiz üyesi misiniz?

27 Haziran 2020

Sus artık

   
Umutsuz insanlar da gereklidir hayatta. Herkesin her şeye olumlu baktığı bir toplumda kimler kimleri güdecek söyler misiniz? Köprüden atlama karanlığına ulaşacak kadar olmasa da, gölgeler içinde yaşayabilir bir insan. Hayat sadece kırlarda gezecek ve bulutları seyredecek aydınlık sahnelerden oluşmuyor ve oluşmamalı da zaten. 

Herkes birilerine pembe dünyalar vaat ediyor ve “gerçekten isteyin yeter” klişesiyle de kaşeliyorlar sözüm ona bu olumlamalarını. Bu tarz insanlar zifiri karanlığın içine düşmemişler henüz. O karanlığa düşün, zifte bulanmış olarak bakın bakalım güneşe ne göreceksiniz. O karanlığa düşenler o karanlıkta kalırlar ve o renksiz gri dünyada usulen nefes alıp verirler. 

Olumlama yapanlara soracaksın; ne derece karanlığa düşmüş daha öncesinde. Gri hayat sahnesi bile çıkmaz anlattıklarından emin olun. Zira gerçek karanlığa düşmüş kişinin, kimseye olumlama meramı da olmaz. 

Ucuz bilge adam görüntülerini bırakın artık. Eskiden bilgi kitaplardaydı, kitaplar da kütüphanelerde. Şimdi insanlar, hafızalarına bilgi yüklemeyi hamallık görüyor doğru veya yanlış. Zira istediği her bilgiye saniyeler içerisinde ulaşabiliyor. Yani sizin bilgeliğinize kimsenin ihtiyacı yok. On sene önce, best seller olmuş birkaç marketing veya kişisel gelişim kitabı okumuş olmak size uzman görüntüsü verirdi. Artık vermez, üzgünüm. 

Söylenmemiş söyleyecek bir şeyin var mı Arkadaş? Süz bakalım kendini var mı? Yoksa, sus artık. Sus ve haddini bil. 

22 Mart 2020

PELÜŞ AYICIK





Yıkık binaların arasında yürüyordu. Temkinli ve sakindi. Önüne çıkan cesetleri yokluyor, inleyen birini fark ederse kafasına tabancası ile sıkıyor ve yoluna devam ediyordu. Hazırladığı bomba yeterince can almıştı. Fünyeyi uzaktan kumanda ile patlatırken bombanın sesini bir senfoni gibi dinlemişti ve tabi on saniye sonrasında arkasından gelen çığlıkları da. Birbirine karışan barut ve yanık et kokusu ona geçmişini anımsatan bir parfüm gibi geliyordu. O geride hiçbir canlı insan kalsın istemiyordu. Yüzlerce ceset parçasının arasında adım adım yürürken, ilgilendiği tek şey hala nefes alan biri var mı, varsa hemen kafasına sıkmaktı. İnsanımsı bir makina gibiydi. Sadece öldürmeye programlanmış bir makine. Tereddüt etmeden hareket edene sıkıyordu.
Asla doymuyordu öldürmeye. Ona verilen görev uyuşturucu tacirlerinin üretim ve dağıtım merkezi olan bu binaları bomba ile imha etmesiydi. Yerde inleyen her adamı gördüğünde, daha orta okul çağında iken bunlar gibi adamlar yüzünden zehirlenen kız kardeşinin ölümü aklına geliyordu. Çocukları ve gençleri zehirleyen bu hamam böceklerinden bu dünyayı temizlemeye yemin etmişti. Ama o sadece bir temizlikçi değildi. O bir yamyamdı. Bu işi görev olduğu için değil, öldürmeyi sevdiği için de yapıyordu.
Yüzüne sıçrayan kanları eliyle silerken bazen diline götürür ve tadına baktığı bile olurdu. Kanın tadını kendince kategorize eder ve kanın tadına göre “tam gebertmelikmiş” gibi yorumlar yapar, kendini kendince doğrulardı.
Orayı terk etmesi için yaklaşık dört dakikası daha vardı. Deneyimleri sonucunda dört dakikada sadece yaralılara sıkarak ölü sayısını üç katına çıkarabileceğini biliyordu. Zamana karşı oynayan lunaparktaki bir çocuk heyecanında sağa solu kollamaya ve ateş etmeye devam ediyordu.
Şarjör değiştirirken arkasından bir karaltının enkazdan enkaza geçtiğini hissetti. Nefesini duyabiliyordu. Yaralı değildi sık nefes alıyordu ve sekmeden yer değiştirmişti. Ve şimdi ya fark edilme korkusu ya da ona hamle yapmak için doğru zamanı kolluyor olmasından dolayı orada hareketsiz bekliyordu. Saatine bakıyormuş gibi yaparak saatinin camını ayna niyetinde kullandı. Yıkık kerpiç duvarlar o zavallıyı koruyamayacak kadar zayıftı. Yeter ki yerini doğru tespit etsin ve tek seferde onu vurabilsin.
Saatin camından nereye ateş edeceğine karar verdi. Yere düşen gölgeye göre saklanan kişi, çömelerek siper almış atış fırsatı bekliyordu. Çömelerek döndü ve önceden kestirdiği kerpiç duvara üç el ateş etti. Bir hıçkırık sesi duydu. Hıçkırıktan çok ciğerlerinden kurşunlanan birinin nefes alma çabasında çıkardığı böğürme gibiydi ama tiz ve zayıftı. Öldürürken duymaya çok alışık olmadığı bu sesin sahibini merak ederek yıkıldığı köşenin arkasına doğru yürüdü.
Önce elinden silahı düştü manzarayı gördüğünde. Sonra dizlerinin üstüne çöküp kaldı. Yerde yatan kız çocuğu elindeki pelüş ayıcığı sıkıyor ve bir yandan korku ile kanayan göğsüne bastırıyordu. Ona dokunmak istedi ama elini uzattığı anda kızın gözyaşlarını gördü. Gözleri birbirine kitlendi birkaç saniye. O kara masum gözlerde net bir ifade vardı; “Neden beni vurdun?”.
Çöktüğü yerden kızın başucuna yaklaştı ve onu sol kolunda yatacak şekilde kucakladı. Sağ eli ile de pelüş ayıcıkla yaralarına basıyor ve onu kurtaramayacağını bilmesine rağmen anlamsızca müdahaleler yapıyordu. Kız refleks olarak ellerini kendi karnına bağlamıştı. Küçücük bedeni ile onu kucağında kayboluyordu ama son nefesini verirken adeta bir ateş topu gibi bu köpek balığı avcıyı yakıp kül ediyordu. Kız böğürmeyle karışık derin bir nefes aldı ama ciğerlerinden ağzına gelen kanın etkisi ile öksürerek dışarı püskürttü ve bu verdiği son nefesti.
 Yüzüne sıçrayan kanın tadını bu kez istemeden alıyordu. Çocuk son nefesini verdiğinde kucağında kanlı bir pamuk balyasına dönüştü sanki. Yumuşacık, ama soğuk. Kollarından biri yana düştü öldüğünde, damarlarındaki delik morlukları gördü. Muhtemelen kaçırdıkları bu kız çocuğuna defalarca iğneyle zehir enjekte etmişlerdi. Teşhis için gittiği morgdaki kız kardeşinin kollarında olan şırınga morluklarını anımsadı.
Kız çocuğunun cansız bedeni yere bıraktı ve kanlı pelüş ayıcık elinde yürüdü. Yere düşürdüğü silahının yanına geldiğinde durakladı ve belinde ki diğer yedek silahını ve kasaturasını da çıkarıp yanına attı. Sırtında ki çelik yeleği hiç olmadığı kadar ağır geliyordu şimdi. Hafiflemek için onu da çıkarıp attı adım adım ilerlerken. Ama hala yükü çok ağırdı. O pelüş kanlı ayıcık, o kadar ağırdı ama onu atamıyordu, ısrarla taşıyordu.
Belki yıkarsam kanları giderse hafifler diye düşündü. Yıkık binaların arasından küçük bir meydanın ortasındaki çeşmeyi gördü. Orası siper almak için çok uygun bir alan değildi. Çevre binalarda olası keskin nişancılar için çok rahat hedef olabilirdi. Ama önemsemedi. Silahsız, zırhsız ve ruhsuz çeşmeye geldi.
Pelüşü yıkarken gülümseyerek ağlıyordu. Kanlar gittikçe ayıcığın gülümsediğini fark etti. Kendince o kız çocuğunun onun af ettiği manasına gelir diye yorumladı. Ama yıkanan kanlar azalmıyordu çeşmenin yalağında. Pelüş ayıcığı yalağa batırdıkça daha çok kanlanıyordu. Sonra birden dizlerinin gücü kesildi ve yalağın içine doğru yıkıldı. Suda ki kan tadını yine almıştı ama bu kez tat çok daha iğrençti. Bir gayretle kafasını yalaktan çıkarıp sırtını çeşmeye yaslayacak şekilde oturdu. Elindeki ayıcığı refleks olarak göğsüne basıyordu. Sırtından girip göğsünden çıkan kurşunun açtığı yaraya basıyordu. Sonra eliyle kendi kanını tekrar diline götürdü ve ekşiyen yüzüyle son kelimelerini söyledi; “Tam gebertmelikmiş”.