13 Ağustos 2011

Görünmüyorsa Yoktur




Sana zarar verenleri biliyor olmana rağmen, onlardan uzak kalamamanın hatta onlara yakın olmayı daha çok tercih ediyor olmanın açıklaması ne olabilir.

Bu tutumu insanoğlu, hem ruhsal olarak hem de bedensel olarak sergilemeye devam eder. Kendine zaman zaman sözler verse de, gün gelir aynı hataların içerisinde yine bulur kendini.  Hayır diyemiyor olmanın kızgınlığı daha da hatalara doğru iter insanoğlunu.
Kendisine zarar veren şahsiyetlere de ya da sağlıksız yaşamına dur diyemiyor olmak, bilinçaltında fark etmeden kendi özüne karşı bir öfke uyandırır. Çünkü her beden ve ruh, yaradılışında kendini korumak ve muhafaza etmek üzere şartlanmıştır.

Buna ayak uyduramayan iradeden dolayı, zekâ devreye girer ve savunma mekanizmaları oluşturarak, kişiyi işliyor olduğu suçtan dolayı rahatlatır ve mazeretler ya da haklı gerekçelerle kendine karşı duyduğu öfke izole edilir.

Ama izolasyon sadece saklar, ya da meydana çıkmasına engel olur. Maalesef yok etmez o derinleşmekte olan, kendine karşı duyduğunuz öfkeyi.

Sakladığımız şeyleri yok saymaktır esasen en büyük hatamız. Görünmüyorsa yoktur denklemi üzerine kurulmuş bir hayat ne kadar sahtedir düşünsenize. Kimsenin görmediğini bilseniz bile sizin bildiğiniz bir gerçeği ne kadar salkıyabilir siniz ki kendi benliğinizden?

Ne kadar derine iterseniz o kadar büyük bir basınçla taşacaktır zamanı geldiğinde o yanıltmalar. Aynı yıllarca sessiz kalmış bir volkan gibi.

Bunların hepsine rağmen, hatalar ve acılar olmalı tabi ki insanın hayatında. Acıları alış ve kabulleniş şeklimizdir bize şekil veren. Ama hatalarımızı görmezden gelip, acılarımızı yaşamak yerine saklamayı  tercih ettikçe, bir volkan gibi patlayacağımız günden korkmamız gerekir.

Zira o vakit, en yakınımızda olan,  en sevdiklerimiz zarar görecektir o kızgın lavlardan. Bunu hiçbirimiz ve hiçbir sevdiğimiz hak etmiyor öyle değil mi? Görünmüyorsa yoktur. İşte en tehlikeli düşünce şekli.

Hiçbir şeyi  saklamamalıyız ruhumuzun katmanlarında, bizden başka kimse henüz onun var olduğunun  farkında olmasa bile.

10 Ağustos 2011

KADIN




Kadın renktir; bulunduğu yer renklenir. Kadın temizdir, saftır; yaşadığı evi, çocukları temizdir ve sağlıklıdır. Kadın eksiğimizdir; varlığı ile bizi tamamlar. Kadın erkeğin erkek olma amacıdır; varlığı erkeğin hayatına anlam ve sorumluluk katar.
Kadın erkeği bir rüzgâr bilendir. Hangi yönde eserse essin bir yelken gibi doldurur onunla kendi içini ve götürür yine kendi istediği yöne gönül teknesini.

Kadın zariftir, zarafeti erkeği taçlandırır. Taçsız krallara benzer gerçek bir kadını olmayıp çok kadınlı olan erkekler. Daha fazla güç isterler iç huzur için ama aynadaki taçsız görüntüleri yıkar onları, aynalardan korkar gezerler. Tahtları bile değersiz kılar kadın yokluğu ile.

Kadın aslandır pençelerini gerektiğinde tereddütsüz çıkaran. Blöf yapmaz erkek gibi karşısındaki caysın diye. Çıkmış ise pençeleri, görevini yapmadan geri girmez içeri. Kadın affetmez gururu incinmişse.
Kadın, kadın olmayı sevendir. Kadınlığından mutlu onu kullanmasını bilendir kadın. Erkeği rakip gören kadın, erkeği alt edebilirler elbette, ama bu kadınlığından vazgeçmesine neden olur.

Kadın istediğine erkek olmaya tenezzül etmeden, sadece kadınlığı ile sahip olabilendir.

Kadın doğuştur, başlangıçtır. Hayata hayatlar getirendir. Karşılıksız sütüyle yavrusunu besleyendir.

Hayata hayat getirdiğinde, kendi hayatını hiçe sayandır kadın. Yavrusu için hem kederde hem de sevinçte gözyaşı döker kadın. Kadın hayata gülümseme getirirken acı çeken ve ağlayandır.
Kadın hediyesidir Yaratanın erkeğe verdiği. Ona kadını verirken, erkekliğini de vermiştir aslında. Kadının varoşlu erkeği var eder koşulsuzca.

Kadını yok sayan erkekliğini yok sayar. Kadını yok sayan, kadının eteğini kendi giymiş erkektir artık.





04 Ağustos 2011

Solma Ellerde




Onun doğumu ile gelen karanlıktan o suçlu değildi. O doğarken anasız kaldı, ben ise ruhumun eşini kaybettim. Seneler acımı yok etseydi doya doya sarılabilirdim ona. 
Oysa saçları, gözleri o kadar benziyordu ki annesine. Kızım gelinliğini giydiği gün, aşkım kanatlandı geldi sanki bir melek gibi ve kulağıma fısıldadı: '' Ben giyememiştim gelinliği ama kızımız kadar güzel olamazdım zaten. Sarıl ona ve onu sevdiğimi söyle.''
Ben titrerken diğer meleğim geldi beyazlarla, ne kadar güzeldi. İlk kez sarıldığımda ona tüm sevgimle, o şaşkın, ben pişmandım geçen senelere. ''Kızım annen seni çok seviyor'' dedim. Ağlarken gülümsedi ve dedi ki, ’’Bunu ben hep biliyordum baba. Onun canını taşıyorum ve ona hala aşık adamın kızıyım.’’
Onun, canımın bir parçası olması, o kadar güzel ki. Eşimi o doğduğunda kaybettim. Kendimi ise o başkasına giderken buldum. Güle güle gülüm, solma bensiz ellerde.

03 Ağustos 2011

Avcı Kadın



İdealleri olan bir kadındı. Güzel çekici ve en önemlisi hayranlık uyandıracak kadar zeki bir kadın. Farklı olmak onun için sıradandı ama bunu kullanmasını çok iyi biliyordu. 
Çevresindeki erkeklerin beğenisini büyük bir özgüvenle hoş karşılar, onların sergilediği hayranlıkları masum şekilde izler ama gönlüne girecek son vizeyi asla vermezdi. Aşkı seviyor ama aşka güvenmiyordu.
O adam ise içini görüyordu onun. Ama istediği maalesef gördüğü değildi. Kadın masum seyircilikten zeki avcılığa geçtiğinde zekâsı ve cazibesi tek bir güç oldu. Adam av olmaktan korktu. Ama av olmaktan kurtulamazdı ve koşulsuz yüreğini açıp dedi ki; 
"Cazibenin ve zekânın ağında sana av oldum. Ama bil ki, ağlarını gevşettiğin an, benim aşkım uçar ve yakalayamazsın."
Kadın istediğini hep almıştı zaten. Hırslı idi ve bu sefer aşk için hırs yaptı ve dedi ki;  
''Sen benimsin ve sen aşkımla yanarken, ben de bu alevi sevgimle körükleyeceğim. Ve sen benim hep sıcakta olmamı sağlayacaksın''.
Adam haykırdı kendi içinde şiddetli ses ile: '

'Aşk sana hazırım. Bedeli ne olacaksa olsun. Gel al benden ne alacaksan karşılıksız, yeter ki küçümseme bu kadının tenine ait olan,  benliğimin köleliğini''.

02 Ağustos 2011

Kapkara Kalem


Uykusuz geçen bir başka gece sonrası, isteksiz selamımı vererek güneşe uyandım. Esasında pek de uyumuş değildim. Uyku fazla lüks ve özlenen bir şey idi artık hayatımda. Uyku ve birçok şey.


Çok karamsar yaşayan biri düşüncesi belirmiştir şuan zihninizde. Haklısınız. Ama ben de haklıyım. Yaşamdan artık bu kadar zevk alamamakta ya da almayı tercih etmemekte.


Beni,  ben olmayan şeylere getiren olayları anlatarak zaman kaybına gerek yok. Ya çok sevdiğim terk etmiştir, ya da bir kazada ölmüştür, ya da tüm paramı batırmışımdır, ailem bana asla sahip çıkmamıştır ya da  hepsi birden. Ne fark eder ki?  Sonuçta yaşadıklarım sonrasında, ben acı çekmeyi tercih ettim. Yanlış anlamayın. Kimse bana acı çektirmedi. Ben acı çekmeyi tercih ettim. İhtiyacım varmış demek.


En ilginç olan ise;  kendimi,  kendime ait bir hasta gibi gözlemlemeye devam etmem. Yanlışları farkında yapıyor olmak, beklenen üzücü sonuçları da  ''nerede kaldın''  gibilerden karşılamak. Kime karşı bu öfke?  Kendime tabi.  Hayatımı dinleyen talihsiz diye nitelendiriyor ama bence,  ben hak ettiğimi ya da ihtiyacım olanları yaşıyorum.


Aylardır ne saç,  ne de sakal traşı olmadım. Aynaya bile bakmıyorum esasında. Kendimi bırakmak değil altındaki. Tanınmaktan korkmak bu rezil halimle eski yüzlerden. ‘’Sen ha? Bu hallerde? Nasıl olur? ‘’ polemiklerinden uzak kalmak. Tek bildiğim ve inandığım bir şey var;  en keskin yerinde virajın hız kesip kontrolü ele alacağım. Virajın neresindeyim acaba şuan?


Karakalem portrelerden doyuruyoruz ufalmış midemizi. Geçmişten kalan tek destek. Fındıklı parkında benden perişan bir ağaç gölgesindeki bankta açarım tezgahı.  Haftada birkaç gün, birkaç saat. Biraz ilerde de güzel sanatlar okulu. Sanat diye bildikleri şeyin ucuzluğunu göstermek istermiş gibi o üniversiteli idealistlere. Aralarında izleyip, sanatçıya saygı edasında yanaşıp diyalog kurmak isteyenleri oldu tabi. Ağzımı bıçak açmaz benim. Küskünüm dünyaya, dünyanın üzerindeki zerre kadar olan canlıya. Ne diyeyim ki?


‘’Benim de portremi çizer misiniz?’’ sesine başımı kaldırdığımda gördüm ilk kez yüzünü. Görmeden sanki sesinden görmüştüm zaten yüzünü. Omzunda çizimlerin konduğu çantalardan vardı. Ücreti gösteren el yazısı ufak tabelamı gösterdim bakışlarımla. ‘’Tamam sorun değil.’’deyip oturdu bankın köşesine. Yüzünü ezberlemiştim sanki o anda. Belki birkaç kaçamak bakışla çizdim. Onun haricinde çoktan zihnime işlenmişti zaten. Biten resme hayran bir edayla değil eleştirmen bir hoca gibi bakarak şunları söyledi; ''Anlatılanlara göre biraz hayal kırıklığı yaşadım doğrusu. Ama yine de teşekkürler.'' Parayı uzatırken sanki benden bir simit almıştı. Nedense yaptıklarıma hiç değer vermiyor görünmesine gücenmiştim ama bunu ifade etmeden parayı alıp portreyi verdim.


Eminönü’nde balık ekmek. Uygunsuz görüntü ve yaşamda ufak bir zevk. Ardından bir Marmara şarabı,  sonra ver elini Sarayburnu ve gece yarısı sonrası Ayyaşlar parkı. Mutlu muyum?  Hayır,  ama mutsuzluk kavramını da hissetmiyorum artık. Sallana sallana bul köhne baraka evi,  sız ayakkabıları bile çıkarmadan. İşte benim lüksüm. Kuralsızlık,  belki de gerçek özgürlük. Ben herkesin içinde olanı serbest bıraktım esasında. Bunun neresi garip?


O yüz yine yakınlarımda bu sabah. Hissediyorum. Karşılaşmayı umut etmeden bekliyorum. Çünkü biliyorum. Planlanmış bilinçsiz davranışların başlangıcıydı o porte talebi. Virajın neresindeyim acaba şu an?


Geldi tabi. Daha güzel bir portresini çizmemi istemeyecek zekilikte geldi bu sefer. Zaten o tarz bir şey olsa çok şaşırırdım. O planlanmış bilinçsiz davranışlarının bana ne etkiler vereceğini biliyordum ama sadece nasıl olacağını bilmiyordum. Merak ediyordum. Uzun zamandır ilk kez merak ediyordum bir şeyi. Ona aşık olamayacağımı bilme rahatlığıyla merak etmekten de rahatsız olmuyordum.


Karşımdaki bankta oturdu, dosyasından çıkardığı tertemiz geleceği başladı karalamaya. Beni çiziyordu. Rahatsızdım ama, ancak ona doğru bakmamakla tepki verebiliyordum. Çünkü tepkisizlik bir alışkanlıktı düzensiz lüks yaşantımda. Bir an evvel bitirsin de, ukalalıkla yeteneği bana gösterirken, asıl sıradanlığını göreyim istiyordum. Ama bir anda gelen o samimi rica tonlu sözlerle tuş oldum; ''Bankın sağına kayabilirsiniz acaba?  Arkanızdaki ağacın gövdesini tam göremiyorum da.''
Tabi ya . Aynen böyle olmalı idi. Benim virajımdaki rolü o kadar basit olamazdı. Sığıntı gibi kaydım dediği tarafa. Gülümseme ile teşekkür etti ve zevk de aldı belirsiz sandığım şaşkınlığımdan.
Hayatı öğrendiğim için hayata o kadar olumlu bakmıyorum sanıyordum ama sanırım sadece dalgalı denizlerin asla durulmayacağını düşündüğüm için bakışım böyleydi. Oysa bir deniz fırtınasının ihtişamı ve gücü ne kadar etkileyicidir? Neden kendi hayatımızdaki fırtınalara aynı gözle bakamıyoruz? O da ayrı bir soru.


 Biraz fazla yüklendim bu aralar aciz zihnime. Sadece nefes almaya devam etmeliyim oysa. Kendi kendime bunu değiştiremeyeceğim için,  o şımarık zeki kız sadece bir renk idi bugüne kadar bakmadığım gökkuşağında. Virajın neresindeyim acaba şuan?


23 Temmuz 2011

Zoraki Katil

Her yer bulanık idi, muazzam bir baş ağrısı, hatta derin bir sızlama ense kökümde. Bulanık görmemi düzeltmek ve neler olduğunu idrak etmek istercesine kafamı salladım ama nafile. Yatağımda olduğumu seçebildim ama giysilerim üzerimde ve hafif ıslak, üşüyordum. Doğrulmaya çalıştım ama başım bir ton sanki.

Anlamaya çalışıyordum durumumu. İçeride mutfaktan gelen sesleri duyuyordum. Zorlanarak dikildim en azından kolumla destek alarak yatakta oturacak kadar ve o an gördüm odamın girişinde kapının eşiğinde çökmüş gibi duran hareketsiz adamın bedenini ve ölü bakan gözlerini.

Elim enseme gitti gayri ihtiyari ve yastığıma bulaşan kanın bana ait olduğunu ve ölü bakan adamın yanında duran kısa siyah copu fark ettim. Bana kim ne zaman ve neden vurdu? Eğer bana vuran bu adam ise içerideki ya da içerdekiler kim? Hemen komedin çekmecemdeki silahım aklıma geldi.

Odanın en diğer ucunda olmasına ve tam net görememe rağmen beş çekmeceli komedinin orta çekmecesinde olduğundan emin olduğum silahımı almak için yarı kör bir şekilde ve büyük ense ve baş ağrısıyla oraya doğru yöneldim. Ses çıkarmamak için kendimi kontrol edebildiğim kadarıyla ilerliyordum. Ama daha odanın öbür ucuna gelmeden orta çekmecenin açılmış ve içindekilerin dışarı dağılmış olduğunu seçebildim. Neden sadece o çekmece? Neden diğerleri açık değil?

 Hemen yerdeki copu almak için tanımadığım cesede yanaştım ve eğildiğimde fark ettim ki göğsünde iki kurşun deliği var. Odamın kapısının kirişine yaslanarak oturur kalmış bu tanımadığım cesedin sol eli bacaklarının üstüne düşmüş ve parmakları sıkıca kanlı bir havlu tutuyor tabi büyük bir olasılıkla bana ait bir havluyu. Yani bu adam kanamasını durdurmak için orada öyle havlu ile yarasına basarken ben baygın bu yatakta yatıyor muydum?

Yine de nabzına baktım içerdeki seslerin devam ediyor olmasına güvenerek. Ama ölü bakan gerçekten ölmüş idi. Sonra yerde duran sağ elinin ucunda,  parkeye kanıyla yazdığı,  beni asıl sarsan o harfleri gördüm ; ...




30 Ocak 2011

Var mıyız, Yok muyuz?



Bir gözlük getirdiler. Dediler ki; ''Bu gözlüğü takıp nereye bakarsan bak, tüm dünya görüşün değişecek, sarsılacaksın''.

Dedim ki; ''Bir gözlük neyi görmemi sağlayacak ki, böyle etki yaratacak''.

Tereddütsüz aldım ve taktım. Ani bir refleksle hemen çıkardım. Saliseler bana yıl gibi geldi.

Gizem ve merak tekrar gözlüğü bana taktırttı. Ama bu kez sakin ve temkinli. İnanılmaz bir his. Gözlüğü takmadan varsın, gözlüğü taktıktan sonra sen dahil hiç bir şey yada hiçbir kimse yok. Yada şöyle söyleyeyim; esasında her şey yok ama sen bunu ancak bu gözlükle görebiliyorsun.

Dediler ki bu gözlüğün özel camları, elektron mikroskobunun mercekleri gücünde imiş ve nereye bakarsan sadece orada var olan  atomları görebiliyorsun.

O gözlüğü takınca anladım ki, madde diye bir şey yok. Canlı cansız diye bir şey de yok. Ya her şey madde ya da hiçbir şey madde değil. Ya her şey canlı ya da hiçbir şey canlı değil.

O gözlüğü taktığınızda duvarlar yok, denizler yok, yer yok, gök yok. Gece yok. Gündüz yok. Hepsi ordalar ama yoklar. Sadece birbirinden farklı ışık kümelerinin karışımları ve ahenkleri. Hiçbir şey yok olmuyor. Sadece dağılıyor, yada renk değiştiriyor. Ama yok olan hiçbir şey yok.

Bu eğlenceli deneyim dakikalar geçtikçe ürperten bir kabus olmaya başladı. Kucağındaki köpeği ile bankta oturan bir yaşlı kadına bakıyorsunuz ve ne köpeği ne kadını nede bankı ayırt edip seçemiyorsunuz.

Hatta arkadaki ağaçları ve bankın üstünde durduğu uzun çimleri ile toprağı. Hepsi bir bütün. Hiç biri diğerinden ayırt edilemiyor.

Bu ürperten tecrübe biraz daha vakit ve tefekkür sonrası şöyle bir algıya dönüştü. Aslında hepimiz ve her şey bir bütünüz.

Neye yer, neye gök, neye canlı, neye cansız, neye gezegen, neye galaksi diyor iseniz deyin ama aslında hepsi bir bütünün parçaları.

Çünkü o gözlükle bunlardan hangisine bakarsanız bakın hepsinin aslında ne kadar homojen olduğunu görüyorsunuz. Sonuçta bana ait bir hücre, benim varlığımın ne kadar farkında ise; maalesef bizler de, ait olduğumuz bütünün o kadar farkındayız.

Umarım zaten var olmayan bu gözlüğe ihtiyaç duymadan bütünü görebiliyorsunuzdur.


23 Ocak 2011

Zaman Makinesi



Sadece beklemek. Yaparken en çok yoran en zahmetsiz iş. Beklemek. Herkes bir şeyi yada bir şeyleri beklemektedir. Farkında yada değil.

Bazen neyi bekliyor olduğumuzu ona ulaştığımızda fark ederiz. Deriz ki;  ''Ben bunca zamandır meğerse bunu bekliyormuşum''.

Bazıları da vardır ki, beklemeye tahammül edemez ve ısrarla kovalarlar ve kovaladıkça da ondan uzaklaşır duruma düşerler.

Şimdi nedir doğru olan; farkında değilmiş gibi umursamaz tavırla beklemek mi, yoksa beklediklerini yaşam nedenin olarak bilip realiteleri umursamadan ona doğru hareket etmek mi?

Bir ömür geçer. Çoluk çocuk koşuşturmalar. Bir yaş gelir ve hayatınıza dışarıdan bakabilme fırsatı bulursunuz. Ve derseniz ki o an; ''Benim yaşamdan beklentim bu değil idi''.

Bu, bir zaman makinesinin gerekliliğini kendi hayatınızda en derin hissettiğiniz anlardan biridir. Neyi bekliyor iseniz halen, ona ulaşmanızı bugünden sonra ki tercihleriniz belirler.

Şimdi düşünün ki, evinizde bir zaman makinesi var ve sadece bir seferlik kendi geçmiş hayatınızda bir yolculuk yapabilecek iseniz. Hangi ana ve olaya dönmeyi ve neyi değiştirmek isterdiniz. İşte sizin gelecekten beklediğiniz, geçmişinizde bu değiştirmek istediğiniz olay ile bağlantılıdır.

Geçmişler geleceğin enerjisidir. Yaşanmışlar, yaşanacakların nedeni ve aynı zamanda hammaddesidir.

Geçmişimizdeki değiştiremeyeceğimiz hatalarımızı telafi etmek adına gelecekten beklentiler ve umutlar oluştururuz.

Ruhumuzun geçmiş açlığını, gelecekten doyumsuz durarak kapatırız. O zaman makinesi ile hangi anınıza dönmek isterdiniz ve gelecekten beklentiniz bu anınızla örtüşüyor mu?

Eğer ki örtüşmüyorsa bilin ki, o beklentinize ulaşsanız bile, iç huzurunuz asla gelmeyecek ve yeni beklentiler tekrar benliğinizde oluşacaktır.

Şimdi o zaman makinesine binip, o anı yakalayın lütfen. O an, geçmişin size sunduğu, gelecekteki mutluluğunuzun anahtarıdır. İyi yolculuklar dilerim.

16 Ocak 2011

Doğuramayan Köleler



Kadın olmanın en büyük nimeti doğurganlık. Öyle ki, Yaratan tarafından kutsanmaları adına, onlara bahşedilmiş bir lütuf.

Erkeğin her yapabildiğine ya da becerdiğine, ben de varım diyen bir kadın olmasına karşın, kadının sadece yaradılışının lütfu ile sahip olduğu doğurganlığa, erkeğin sahip olabilmesi ne bugün nede gelecekte mümkün olamayacaktır.

Dolayısıyla şu kesin ki, erkek olarak,  her zaman bir farkla bu rekabeti yenik kapatacağımız,  tabiatımız itibari ile tescillenmiş durumdadır.

Düşünsenize bilinçaltında bu olgu,  biz erkeklerde nasıl bir etkileşim yapıyor acaba?

Bir yanda soyunu devam ettirme takıntılı egosu ve bir yanda da bunu başarabilmek için bir kadına muhtaç olması ve bunun asla değişmeyecek olması.

Öte yandan her başarılı erkeğin arkasındaki sessiz güçlü kadın realitesi var. Ya da yine fenomen olmuş başka bir başarılı yalnız erkeğin,  geçmişinde yaşadığı ilişkilerden birindeki derin yaralar açan kadından gelen acılar sayesinde elde ettiği başarı hikayesi.

Bir şekilde kadın, varlığı ya da yokluğu ile erkeği yüceltebiliyor. Bu nasıl bir güç ki hiçbir erkek asla sahip olamaz ve buna karşın hala biz erkekler kendimizi kadınlardan güçlü sanarız.

Akıllı erkek, her kadının ne derece güce sahip olduğunu çok iyi bilir ve asla küçümsemez.

Erkekler doğuramazlar ve asla doğuramayacaklar. Kadınlar şu güncel yaşamda çocuk sahibi olmayı bir engel ya da ağır yük gördükçe, sahip oldukları gerçek kozu kullanmaktan uzaklaşıyor ve daha güçsüz duruma düşüyorlar esasında.

Biz erkekler, asla bir kadın gibi böylesi kutsal bir görevi yerine getiremeyecek olmanın verdiği gizli kompleksle, kadınlardan üste görünme egosunun etkisinden kurtulamayacağız ama,  bizi, bizim silahlarımızla alt etmeye çalışan ve asıl sahip olduğu benzersiz kozlarından uzaklaşan kadınlar da ışığı görebilseler de güneşe asla dokunamayacaklardır.

Tıp amansız hastalıklara alternatif tedaviler bulmak üzere hep gelişsin ve yenilensin. Ama umarım asla erkelerin hamile kalıp doğurabilmesini sağlayacak duruma gelemesin.

Çünkü bu, tüm toplumsal yaşam içindeki,  erkek ego rekabetlerinin,  ve aynı zamanda  kadınların sahip olup da farkında olmadıkları gizli krallıklarının çöküşü olur.

Yaşasın kadınların gizli Krallığı. Yaşasın doğuramayan köle Erkekler !


12 Ocak 2011

Yoruldum Diyorsanız?



Yorgun olmak nedir kırklı yaşlara yaklaşırken anlıyorum. Ruhu yormadan yaşamak, çabası olmalı insanın.

Bedeni veya kafayı fazla yormadan yada gereksiz benlik kaygılarından dolayı yıpranmadan bir hayat yaşamalı aklıselim insan.

Öfke, korku, hırs, şehvet, bunlar sizi yıpratır ama bitirmez. Ama yoruldum dediğinizde bitme noktasına çok yakınsınızdır ve bu bitişin dönüşü olmaz.
İlginç olan yorgunluğunuzun uzun zamandır sizi etkiliyor olmasına rağmen onun farkında olmadan kendinizi daha fazla yoran çırpınmalar içinde olmanızdır.

Ve bir an gelir ve tüm sözler tükenir ve sadece içinizde şu kelime yankılanır;

''Yoruldum''.

Artık dinlenmeye çekilme zamanıdır. Ruhunuzun enerjisinin tükenmiş hatta ekside olduğunu fark edersiniz. Şarj edecek bir tane bile priz bulamazsınız.

Yorgun ruhlar ,dingin ruhlar gibi sessiz ve derin değil , karmaşık ve pürüzlü bir hal sergilerler.

Yorgun bir ruh, daha fazla bilgi ile dinlenmez aksine daha da çöker. Yorgun ruh öğrenmek istemez bildiklerinden yakınıyor duruma geldiği için.

Kişinin ''çok yorgunum'' demesi ile ''artık yoruldum'' demesi ayrı manalardadır. Bazen yüzlerce kelimenin yerine geçer içten bir tonla söylenen ''yoruldum'' kelimesi.

Bu tonda birine yada kendinize ''artık yoruldum'' diyor iseniz , yürüdüğünüz yol bir çatala yaklaşıyor ve yakın zamanda sizi bir karar anı bekliyor demektir.

Öyle ki bu tercih sizi ya kazanan ya kayıp eden yapacaktır. Çatallı yollarda doğru kararlar dilerim.