Deneme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Deneme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Ağustos 2011

KADIN




Kadın renktir; bulunduğu yer renklenir. Kadın temizdir, saftır; yaşadığı evi, çocukları temizdir ve sağlıklıdır. Kadın eksiğimizdir; varlığı ile bizi tamamlar. Kadın erkeğin erkek olma amacıdır; varlığı erkeğin hayatına anlam ve sorumluluk katar.
Kadın erkeği bir rüzgâr bilendir. Hangi yönde eserse essin bir yelken gibi doldurur onunla kendi içini ve götürür yine kendi istediği yöne gönül teknesini.

Kadın zariftir, zarafeti erkeği taçlandırır. Taçsız krallara benzer gerçek bir kadını olmayıp çok kadınlı olan erkekler. Daha fazla güç isterler iç huzur için ama aynadaki taçsız görüntüleri yıkar onları, aynalardan korkar gezerler. Tahtları bile değersiz kılar kadın yokluğu ile.

Kadın aslandır pençelerini gerektiğinde tereddütsüz çıkaran. Blöf yapmaz erkek gibi karşısındaki caysın diye. Çıkmış ise pençeleri, görevini yapmadan geri girmez içeri. Kadın affetmez gururu incinmişse.
Kadın, kadın olmayı sevendir. Kadınlığından mutlu onu kullanmasını bilendir kadın. Erkeği rakip gören kadın, erkeği alt edebilirler elbette, ama bu kadınlığından vazgeçmesine neden olur.

Kadın istediğine erkek olmaya tenezzül etmeden, sadece kadınlığı ile sahip olabilendir.

Kadın doğuştur, başlangıçtır. Hayata hayatlar getirendir. Karşılıksız sütüyle yavrusunu besleyendir.

Hayata hayat getirdiğinde, kendi hayatını hiçe sayandır kadın. Yavrusu için hem kederde hem de sevinçte gözyaşı döker kadın. Kadın hayata gülümseme getirirken acı çeken ve ağlayandır.
Kadın hediyesidir Yaratanın erkeğe verdiği. Ona kadını verirken, erkekliğini de vermiştir aslında. Kadının varoşlu erkeği var eder koşulsuzca.

Kadını yok sayan erkekliğini yok sayar. Kadını yok sayan, kadının eteğini kendi giymiş erkektir artık.





30 Ocak 2011

Var mıyız, Yok muyuz?



Bir gözlük getirdiler. Dediler ki; ''Bu gözlüğü takıp nereye bakarsan bak, tüm dünya görüşün değişecek, sarsılacaksın''.

Dedim ki; ''Bir gözlük neyi görmemi sağlayacak ki, böyle etki yaratacak''.

Tereddütsüz aldım ve taktım. Ani bir refleksle hemen çıkardım. Saliseler bana yıl gibi geldi.

Gizem ve merak tekrar gözlüğü bana taktırttı. Ama bu kez sakin ve temkinli. İnanılmaz bir his. Gözlüğü takmadan varsın, gözlüğü taktıktan sonra sen dahil hiç bir şey yada hiçbir kimse yok. Yada şöyle söyleyeyim; esasında her şey yok ama sen bunu ancak bu gözlükle görebiliyorsun.

Dediler ki bu gözlüğün özel camları, elektron mikroskobunun mercekleri gücünde imiş ve nereye bakarsan sadece orada var olan  atomları görebiliyorsun.

O gözlüğü takınca anladım ki, madde diye bir şey yok. Canlı cansız diye bir şey de yok. Ya her şey madde ya da hiçbir şey madde değil. Ya her şey canlı ya da hiçbir şey canlı değil.

O gözlüğü taktığınızda duvarlar yok, denizler yok, yer yok, gök yok. Gece yok. Gündüz yok. Hepsi ordalar ama yoklar. Sadece birbirinden farklı ışık kümelerinin karışımları ve ahenkleri. Hiçbir şey yok olmuyor. Sadece dağılıyor, yada renk değiştiriyor. Ama yok olan hiçbir şey yok.

Bu eğlenceli deneyim dakikalar geçtikçe ürperten bir kabus olmaya başladı. Kucağındaki köpeği ile bankta oturan bir yaşlı kadına bakıyorsunuz ve ne köpeği ne kadını nede bankı ayırt edip seçemiyorsunuz.

Hatta arkadaki ağaçları ve bankın üstünde durduğu uzun çimleri ile toprağı. Hepsi bir bütün. Hiç biri diğerinden ayırt edilemiyor.

Bu ürperten tecrübe biraz daha vakit ve tefekkür sonrası şöyle bir algıya dönüştü. Aslında hepimiz ve her şey bir bütünüz.

Neye yer, neye gök, neye canlı, neye cansız, neye gezegen, neye galaksi diyor iseniz deyin ama aslında hepsi bir bütünün parçaları.

Çünkü o gözlükle bunlardan hangisine bakarsanız bakın hepsinin aslında ne kadar homojen olduğunu görüyorsunuz. Sonuçta bana ait bir hücre, benim varlığımın ne kadar farkında ise; maalesef bizler de, ait olduğumuz bütünün o kadar farkındayız.

Umarım zaten var olmayan bu gözlüğe ihtiyaç duymadan bütünü görebiliyorsunuzdur.


23 Ocak 2011

Zaman Makinesi



Sadece beklemek. Yaparken en çok yoran en zahmetsiz iş. Beklemek. Herkes bir şeyi yada bir şeyleri beklemektedir. Farkında yada değil.

Bazen neyi bekliyor olduğumuzu ona ulaştığımızda fark ederiz. Deriz ki;  ''Ben bunca zamandır meğerse bunu bekliyormuşum''.

Bazıları da vardır ki, beklemeye tahammül edemez ve ısrarla kovalarlar ve kovaladıkça da ondan uzaklaşır duruma düşerler.

Şimdi nedir doğru olan; farkında değilmiş gibi umursamaz tavırla beklemek mi, yoksa beklediklerini yaşam nedenin olarak bilip realiteleri umursamadan ona doğru hareket etmek mi?

Bir ömür geçer. Çoluk çocuk koşuşturmalar. Bir yaş gelir ve hayatınıza dışarıdan bakabilme fırsatı bulursunuz. Ve derseniz ki o an; ''Benim yaşamdan beklentim bu değil idi''.

Bu, bir zaman makinesinin gerekliliğini kendi hayatınızda en derin hissettiğiniz anlardan biridir. Neyi bekliyor iseniz halen, ona ulaşmanızı bugünden sonra ki tercihleriniz belirler.

Şimdi düşünün ki, evinizde bir zaman makinesi var ve sadece bir seferlik kendi geçmiş hayatınızda bir yolculuk yapabilecek iseniz. Hangi ana ve olaya dönmeyi ve neyi değiştirmek isterdiniz. İşte sizin gelecekten beklediğiniz, geçmişinizde bu değiştirmek istediğiniz olay ile bağlantılıdır.

Geçmişler geleceğin enerjisidir. Yaşanmışlar, yaşanacakların nedeni ve aynı zamanda hammaddesidir.

Geçmişimizdeki değiştiremeyeceğimiz hatalarımızı telafi etmek adına gelecekten beklentiler ve umutlar oluştururuz.

Ruhumuzun geçmiş açlığını, gelecekten doyumsuz durarak kapatırız. O zaman makinesi ile hangi anınıza dönmek isterdiniz ve gelecekten beklentiniz bu anınızla örtüşüyor mu?

Eğer ki örtüşmüyorsa bilin ki, o beklentinize ulaşsanız bile, iç huzurunuz asla gelmeyecek ve yeni beklentiler tekrar benliğinizde oluşacaktır.

Şimdi o zaman makinesine binip, o anı yakalayın lütfen. O an, geçmişin size sunduğu, gelecekteki mutluluğunuzun anahtarıdır. İyi yolculuklar dilerim.

16 Ocak 2011

Doğuramayan Köleler



Kadın olmanın en büyük nimeti doğurganlık. Öyle ki, Yaratan tarafından kutsanmaları adına, onlara bahşedilmiş bir lütuf.

Erkeğin her yapabildiğine ya da becerdiğine, ben de varım diyen bir kadın olmasına karşın, kadının sadece yaradılışının lütfu ile sahip olduğu doğurganlığa, erkeğin sahip olabilmesi ne bugün nede gelecekte mümkün olamayacaktır.

Dolayısıyla şu kesin ki, erkek olarak,  her zaman bir farkla bu rekabeti yenik kapatacağımız,  tabiatımız itibari ile tescillenmiş durumdadır.

Düşünsenize bilinçaltında bu olgu,  biz erkeklerde nasıl bir etkileşim yapıyor acaba?

Bir yanda soyunu devam ettirme takıntılı egosu ve bir yanda da bunu başarabilmek için bir kadına muhtaç olması ve bunun asla değişmeyecek olması.

Öte yandan her başarılı erkeğin arkasındaki sessiz güçlü kadın realitesi var. Ya da yine fenomen olmuş başka bir başarılı yalnız erkeğin,  geçmişinde yaşadığı ilişkilerden birindeki derin yaralar açan kadından gelen acılar sayesinde elde ettiği başarı hikayesi.

Bir şekilde kadın, varlığı ya da yokluğu ile erkeği yüceltebiliyor. Bu nasıl bir güç ki hiçbir erkek asla sahip olamaz ve buna karşın hala biz erkekler kendimizi kadınlardan güçlü sanarız.

Akıllı erkek, her kadının ne derece güce sahip olduğunu çok iyi bilir ve asla küçümsemez.

Erkekler doğuramazlar ve asla doğuramayacaklar. Kadınlar şu güncel yaşamda çocuk sahibi olmayı bir engel ya da ağır yük gördükçe, sahip oldukları gerçek kozu kullanmaktan uzaklaşıyor ve daha güçsüz duruma düşüyorlar esasında.

Biz erkekler, asla bir kadın gibi böylesi kutsal bir görevi yerine getiremeyecek olmanın verdiği gizli kompleksle, kadınlardan üste görünme egosunun etkisinden kurtulamayacağız ama,  bizi, bizim silahlarımızla alt etmeye çalışan ve asıl sahip olduğu benzersiz kozlarından uzaklaşan kadınlar da ışığı görebilseler de güneşe asla dokunamayacaklardır.

Tıp amansız hastalıklara alternatif tedaviler bulmak üzere hep gelişsin ve yenilensin. Ama umarım asla erkelerin hamile kalıp doğurabilmesini sağlayacak duruma gelemesin.

Çünkü bu, tüm toplumsal yaşam içindeki,  erkek ego rekabetlerinin,  ve aynı zamanda  kadınların sahip olup da farkında olmadıkları gizli krallıklarının çöküşü olur.

Yaşasın kadınların gizli Krallığı. Yaşasın doğuramayan köle Erkekler !


12 Ocak 2011

Yoruldum Diyorsanız?



Yorgun olmak nedir kırklı yaşlara yaklaşırken anlıyorum. Ruhu yormadan yaşamak, çabası olmalı insanın.

Bedeni veya kafayı fazla yormadan yada gereksiz benlik kaygılarından dolayı yıpranmadan bir hayat yaşamalı aklıselim insan.

Öfke, korku, hırs, şehvet, bunlar sizi yıpratır ama bitirmez. Ama yoruldum dediğinizde bitme noktasına çok yakınsınızdır ve bu bitişin dönüşü olmaz.
İlginç olan yorgunluğunuzun uzun zamandır sizi etkiliyor olmasına rağmen onun farkında olmadan kendinizi daha fazla yoran çırpınmalar içinde olmanızdır.

Ve bir an gelir ve tüm sözler tükenir ve sadece içinizde şu kelime yankılanır;

''Yoruldum''.

Artık dinlenmeye çekilme zamanıdır. Ruhunuzun enerjisinin tükenmiş hatta ekside olduğunu fark edersiniz. Şarj edecek bir tane bile priz bulamazsınız.

Yorgun ruhlar ,dingin ruhlar gibi sessiz ve derin değil , karmaşık ve pürüzlü bir hal sergilerler.

Yorgun bir ruh, daha fazla bilgi ile dinlenmez aksine daha da çöker. Yorgun ruh öğrenmek istemez bildiklerinden yakınıyor duruma geldiği için.

Kişinin ''çok yorgunum'' demesi ile ''artık yoruldum'' demesi ayrı manalardadır. Bazen yüzlerce kelimenin yerine geçer içten bir tonla söylenen ''yoruldum'' kelimesi.

Bu tonda birine yada kendinize ''artık yoruldum'' diyor iseniz , yürüdüğünüz yol bir çatala yaklaşıyor ve yakın zamanda sizi bir karar anı bekliyor demektir.

Öyle ki bu tercih sizi ya kazanan ya kayıp eden yapacaktır. Çatallı yollarda doğru kararlar dilerim.

05 Aralık 2010

Soru şu...

Soru şu? Neden çocuk sobanın sıcak olduğunu ve dokununca elinin yanacağını, kendisine önceden söylenmesine rağmen, dokunup tecrübe etmeden ve acısını yaşamadan kabullenmez?

Ya da başka bir soru. Acaba çocuğa dikkat soba sıcak denmese idi çocuk sobayı elleyecek miydi? Şimdi ikazlar bizleri olası kötülüklerden koruyor mu yoksa onların oluşumunu tetikliyor mu?

Bunun doğrusu yanlışı yok. Bu tamamen kişinin bunu değerlendirme açısıyla alakalıdır. İkaza rağmen hata yapan ve hem kendine hem de yakınlarına zarar veren, ikaz edeni, olayının gerçekleşmesinden sorumlu tutarak, haklı çıkmış olmasını bloke etmek ister.

Böylece asıl istediği gelecek haklı ikazların önünü keserek yapacağı hatalardan bir daha kendini ezik hissetmemektir.

Bilmek ve bildiğini sevdiklerine bildirememek, kişiyi en çok ve en hızlı yıpratandır. Şöyle düşünün, sevdiğiniz kişi hasta ve gün ve gün hastalığının derecesi ilerliyor. Sizde aşısı var ama zamanında iğneyi kabul etmemiş, ilacı var ama hasta değilim diye içmeyi kabul etmemiş. Siz hastalığın tüm evrelerini izleyip ilerlediğini görüyorsunuz ama ona yardım edemiyorsunuz.

Gün geliyor hastalık güncel yaşam verimliliğini bariz bozar duruma geliyor. İşte o zaman da en ağır gelecek şu sözleri duyuyorsunuz; ''Beni sen hasta ettin; sen hep böyle olacağımı söylediğin için böyle oldum.''

Tam kalbe saplanan hançer. Bilmek suç eğer bildiğini bildiremiyorsan. İnsanoğlu başına kötü bir şey gelecekse de bunu sevdiğinden ve yakınında olan birinden duymak istemiyor.

Çünkü onla her karşılaşmasında o suçluluk duygusuyla yüzleşiyor ister istemez. Ama bir falcının söylediği şansa çıksa, herkese o falcıyı metheder aynı insanoğlu.

Çelişkiler bileşkesi insanoğlu. Bizler korkularımızın yada zaaflarımızın köleleriyiz ve gerçek anlamda özgürlüğü bunların dışında maalesef aramaktayız.

Ne zulümdür bu kendimize yaptığımız. Yazık!



19 Kasım 2010

Yazdıklarımı Ben Yazmıyorum



Çoğu zaman böyle hissederim yazdıklarımı okurken. Bir yabancıyı keşif ediyorumdur içimde.

Hele bazen öyle ikilemde kalıyorum ki, defter benim, el yazısı benim olmasa ''galiba bunu ben yazmamışım'' diye inanabilirim.
Bunu sık yaşamak adına yazdığım kısa deneme yada şiirleri ikinci kez okumam uzun zaman geçmeden. Sonra zamanda yolculuk gibi dönerim neler yazmışım diye bu hızlı karalanmışlara. Ve yine kendimi inandırma çabaları ile baş başa kalırım ''tabi ki bunları sen yazdın'' diye.

Çok yazanlar bilir bu duyguyu ve daha iyi anlıyorlardır beni. Umarım yazmıyor olanlara da geçirebilirim bu duyguyu. Bir örnek vereyim bu olaya istinaden.
Bir radyoda bir şarkı dinlediniz ve bu şarkı sizi çok hüzünlendirdi yada çok coşturdu. Sizi hüzünlendiren yada coşturan radyo mudur yoksa o şarkı mıdır?

O şarkı radyonun bir eseri midir? O şarkının güftesini o radyo mu yazmıştır? O şarkının bestesini o radyo mu yazmıştır? Radyo sadece alıcı ve ileticidir. Ama bir verici sinyal dağıtmadıkça hiçbir radyo işlevde bulunamaz.
Verici sinyalleri her yerde gezer ama sadece alıcılar bunları iletebilir. Radyo çok bir çaba sarf etmez aslında sinyalleri bulmak için. Marifet sinyalleri bulmak da değil radyo olabilmektedir. 

Ve radyo olmak bir hediyedir yazarlık açısından, bu sinyalleri algılayıp iletebiliyor olduğunuz için. Bundan dolayıdır ki asla marifet görmem yazdıklarımı.

Ben sadece bana özel frekanslardan aldığım ses dalgalarını kaleme alan biriyim. Yani basit bir ileticiyim sadece.
Bu konuda bir sır vermek gerekirse de , yazdıklarını kendi marifeti sanıp kibirlenenlerin, algılayabildiği frekanslar azalır günden güne.

Çünkü kibir, size verilen hediyenin değerini bilmemeyi getirir ve o zaman başlarsınız parazit sesleriyle yayın yapmaya.


11 Ekim 2010

Ben bir profesyonelim!


Profesyonel olmak. Ben bir profesyonelim. En çok güldüğüm cümle veya kendini ifade ediş şeklidir bu; ben bir profesyonelim.

İş hayatında profesyonel olmanın gerçek açılımı nedir sizce?

Alacağınız kararlarda duygularınız etkisinde kalmadan sadece verilere ve durumlara göre değerlendirme yapabiliyor iseniz siz bir profesyonelsiniz.

Bu mudur?

O zaman Türkiye'de maalesef profesyonel bir işveren yada işalan yok ve olamazda.

Çünkü sahip olduğumuz genlerimiz gereğince, bizler asla duyguların dışında kararlar alamayız.

Ama duygusal aldığımız kararları gene genlerimizin bize verdiği rol yaparak rasyonelleştirme yeteneğimiz ile duygusal karar değilmiş gibi görünmesini sağlayabiliriz.



26 Eylül 2010

Aziz Bey'e Cevabım

Aziz bey ,sözüm sana. Allah seni rahmet eylesin. Seçimler sonrası yine gündeme oturdun. Türk milletinin yüzde 60'ı aptaldır demişsin ya. Referandum sözüm ona tescil etmiş oldu bu lafını. İyisin yine manşet oldun. Ne büyük tespitte bulunmuşsun yaa. Bu tespitini yüzyüze paylaşmak üzere senle beraber bir kişinin daha bugün hayatta olmasını isterdim. Mustafa Kemal Atatürk. Onun o mavi alev gözlerine bakarak bunu söylemeni çok isterdim. Ya gerçi o gözlere bakarak asla bu aciz tespitini dile getiremezdin ama ola ki böyle bir hatada bulunmuş olsan alacağın cevap sonrası acaba hala bu millet bu lafına ve sana değer veriyor olur muydu?

***

Aziz bey, Türk milleti adına sana geç de olsa cevap veriyorum; eğer senin bu dediğine inanacak olursak, senin bu lafını teyit etmiş oluruz.

***

Bugün Atatürkçü ve laik olduğunu söyleyip de senin bu aciz tespitine prim veren vatandaşları da kınıyorum. Türklüğünü yada herhangi bir Türk'ü aşağılayan aynı zamanda Atatürkçü ve ülkesini seven olamaz. Lütfen farkında olmadan vatan haini olmayın. Bir edebiyatçı olmuş diye sizde aldanıp vatan haini olmayın.

***

Aziz bey, size cevabımı, büyük Türk Mustafa Kemal 'in Türk olmak üzere söylediği güzel sözlerden bir kaçı ile bitiriyorum;

"Benim hayatta yegane fahrim, servetim Türklükten başka bir şey değildir."

"Türk kuvvet ve zekasının yenmediği ve yenemeyeceği güçlük yoktur."

"Türk’ün haysiyeti, onuru ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür."

"Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekidir.''

"Bizim başka milletlerden hiç bir eksiğimiz yok. Cesuruz, zekiyiz, çalışkanız, Yüksek amaçlar uğrunda ölmesini biliriz."

"Türk milletinin son yıllarda gösterdiği harikaların yaptığı siyasi ve sosyal inkılapların gerçek sahibi kendisidir. Milletimizde bu kabiliyet ve tekamül var olmasaydı, onu yaratmaya hiçbir kuvvet ve kudret yeterli olamazdı."

***

Herşeye rağmen, ben seni afediyorum Aziz bey. Umarım bu millet ve Atatürk de seni afeder.

***

04 Eylül 2010

Bilen konuşur mu?

Bilen konuşur mu yoksa susar mı?

Bilgiyi taşıyan, yani tefekkür ederek bilgiye ulaşan değil de, tefekkür etmiş kişilerin bilgi paylaşımlarından kopyala yapıştır yapan şahsiyetler konuşmayı sevenlerdir.

Bilgiyi kendi cevher madenlerini kazıp kürekleyerek çıkaran beyinler, her konuda söyleyecek şeyleri olsa da susmayı tercih edenlerdendir.

''Gerçek Bilen'' bildiğinin reklamını yapmaya çok meraklı değildir.

''Bildirileni Bilen'' ise, kendi biliyor edasını yaşatmak adına konuşur, konuşur.

Susmak lazım dinlemek için derler ama susmak dinlemek için değil ''Gerçek Bilen'' olmak için gereklidir.




01 Eylül 2010

Geleceği Okuyanlar


Gelecek sadece sıradan insanlar için vardır. Geleceği okuyabilen özel şahsiyetler için sadece süreçler vardır, gelecek yoktur.

Savaş anında en önemli silah sayılır istihbarat. Silahların düşmandan az olsa da istihbaratın çok kuvvetli ise sen kazanırsın er yada geç.

İş hayatındaki liderlerin de, en büyük silahını istihbarat olarak ele alırsak, buradaki istihbarat tabi ki rakip firmalara yada müşterilere casuslar yollamak yada dinleme böcekleri yerleştirmek olmayacaktır.

İş hayatında liderin gücü geleceği okuyabilmesidir.

En uzak mesafeyi okuyan en güçlüdür. Eğer bu silaha sahip bir liderin şirketinde çalışıyor iseniz ve onu doğru okuyabiliyorsanız öyle manevralara şahit olursunuz ki her biri adeta ünlü bir ressamın tuvaldeki fırça darbelerini andırır.

Resim sonuçlanmadan o her bir fırça hareketinin mahiyetini ve resme ne katacağını izleyici olarak kestirmeniz çok zordur. Ama resim bittiğinde hayranlıkla değerlersiniz her bir fırça darbesini.

''Geleceği Okuyan'' iş dünyasının liderleri esasında ''Geleceği Yazanlardır'' aynı zamanda.

21 Haziran 2010

Kuyumculuk Buzul Çağda

''Değişmeyen tek değişim''. Klişe bir özdeyiş ama asla önemini ve güncelliğini kayıp etmiyor.

Kuyumculuk sektöründe şu son 3 yıllık dönemi, dünyanın buzul çağına geçişi ve dinozorların yok olma dönemine benzetebiliriz.

Evet dinozorlar ölecek. Açlık ve susuzluktan birbirlerini avlayarak, yiyerek kendilerini tüketecekler.
Ons'un enternasyonal değerinin bu denli artması ve aynı zamanda dünyanın bir çok ülkesi gibi ülkemizde de yaşanan ekonomik buhranlar buzul çağını getirmiştir.

Tüm kuyumculuk piyasası buz tutmuştur. İklim bu denli değiştiği bir dönemde, yaşayan canlı türlerinin çeşitliliğinde azalış olması ve hayatta kalan canlıların da ancak evrim geçirerek bunu başaracak olması kuyumcular ve onlarının tedarikçi yada üretici firmaları için de geçerlidir.

Kimler gidecek, kimler kalacak?
''Yokluk yiğitliği bozar'' demiş atalar. Bir kere gelenek görenek diye düğünlerde şartlar ne olursa olsun altın alınacaktır ve takılacaktır düşüncesini savunanlara cevap vereyim; çok beklersiniz.

Ons şuan ki değerinden 500 ila 600 USD'lik değerlere inmedikçe ne gelenek, ne de görenek, hatta zor görür damat ile gelin kendilerine takılan ''çeyrek''.

Altın artık altın olmuştur. Gümüş takıda markalaşma gelişecek ama bu sürece dek amatör bir çok küçük büyük gümüş mağazaları açılacaktır.

Kuyumculardan evrim geçirenler iki ana tür de yaşama devam edeceklerdir. Sarraflar; sadece çeyrek, yarım, ata denen ziynetleri satan ve alanlar ve Mücevheratçılar; değerli ve yarı değerli taşlar ile altını işleyerek butik mağazalarda satanlar.

Bu iki gruba şu an var olan her 10 kuyumcudan sadece 3 tanesi maalesef ulaşabilecektir. Diğer 7 tanesi evrim geçiremeyerek diğerlerine yem olacaktır.

Evrim geçirenlerden de ancak 1 tanesi Mücevheratçı olabilecektir. Diğer 2 si ise Sarraf olarak ticari yaşamına devam edebilecektir.

Oranlar bu olduğunda görünen net bir sonuç var ki evrim sonuçlandığında ,adet bazında kuyumcu sayısı % 70 azalmış olacaktır (bu azalma 2007 sonundan itibaren başlamış ve hızlanan bir ivmeye sahiptir) ama ciro bazında iddia ederim ki az kanal ama yüklü rakamlar oluşacaktır.

Günümüzün Marka Takı tedarikçi yada üreticileri içinse evrim farklı işlemeyecektir. Vitrinlerindeki yüklü stoklardan yada bayilerinde yüklü has alacaklarından en hızlı kurtulan evrime en çabuk adapte olabilen olacaktır.

Bu tarz markaların asla sarraf grubuna hizmet etmesi söz konusu olmadığı için, Mücevherat dalında gelişmeli ve kusursuza yakın performanslar sergileyecek vizyon ve yaratıcılığa dönük ekiplerini oluşturmalıdırlar.

Aynı oran hazırda olan marka bayileri için de geçerlidir. Her 10 bayiden 7 si kapanacak , 3 ü devam edebilecek ama ancak 1 tanesi gerçek Mücevher satıcısı olmayı başaracaktır.

Mücevheratcılıkta başarı ''tasarım gücü'' ile olacaktır. Tasarım da güç de ancak Mühendislik, Yazılım ve Hayal Gücünün sinerjisi ile elde edilebilecektir.
Son olarak şunu sormak isterim ; çevremizdeki her bir insanın üzerinde yada evinde (alyans dahil) altın takı yok ama her biri ayakkabı giyiyorlar.

O zaman neden her semtte hala ayakkabıcıdan çok kuyumcu var?

Kuyumcular için evrim zamanı; ya ölün ya da değişin.

08 Haziran 2010

Altın Gerçek Güçtür

Ne olacak bu altın fiyatları?

Herkesin aklında aynı soru bu aralar. Geleceği okumaya çalışan ekonomistler; bir çok haklı gerekçeler ama ne olacağına istinaden değil tabi. Olduktan sonrasına, neden sonuç ilişkisi açıklamaları yapılabiliyor ancak.

Söz konusu altın ise, geleceğe değil tarihe bakmak lazım.

Altın'ın tüm sabıka kayıtlarını incelemek lazım. Nice medeniyetlerin varoluş nedeni ve aynı zamanda da nice medeniyetlerin yok olma nedenidir Altın.

Eğer Altın çok kıymetleniyorsa, çok arzu ediliyor ya da tercih ediliyor demektir. Ama tüketici tarafından değil, malum düzen kurucuları tarafından. 

Bu da bize bugünün şartlarına göre ''Yeni  Medeniyetin'' geldiğinin işaretidir ve tabi ki ''Eski Medeniyetin'' de yok olmaya gittiğinin.

Bayraklar ve milletler diye bakmamalı bu söylediklerime. Medeniyet gayet doğru dolduruyor vermek istediğim manayı.

İklimler değişti, iletişim değişti, alışveriş değişti, ilişkiler değişti, çocuklar değişti, sınırlar değişti. ''Yeni  Medeniyet'' var etmeye çalışıyor kendini son on yıldır. Hem de ''Eski Medeniyeti'' tüketip ezerek.

Küreselleşme, kapitalizim gibi terimlere gerek yok. Yüzleşelim gelen ''Yeni Medeniyet'' ile. Yeni medeniyet aç ve doyumsuz. Gücü seviyor ve gerçek güç de Altın'dır diyor.

Eski medeniyetin gücü Silah idi. Sadece ilkel toplumlara karşı kullanılabilen bir güç. Yeni medeniyet güç Para'dır diyor, Para da Altın'dır diyor.

Altın daha da yükselecek. Ne zaman ki ''Eski Medeniyeti'' tamamen ortadan kaldıracak o zaman sakinleşecek Bay Altın.

Zaman malum düzen kurucular tarafından, tüm memleketlerdeki altınları (yastık altı veya üstü )vakumlama zamanıdır.

Gerçek şu ki, yeni neye sahip oluyorsan ol, elindeki Altın gitmişse yok olan ''Eski Medeniyetin'' bir üyesisin. Ve sesizce yeni efendini ve onun kurallarını bekleyeceksin.

Yazık. Çok yazık.

06 Haziran 2010

Kaybetmek Kazanmaktır



Esasında kendini çok kasmamak lazım eğer kaybediyorsan. Kaybetmek gereklidir bazen.
Senin kaybın başkasına ödül ya da nimet oluyordur aynı anda. Başkalarının da nasiplenmesine fırsat vermek büyüklüktür ve karşılığı sonradan mutlaka gelir.
Bırakmak istemezsin elindekini, mücadele edersin her ne kadar elindekinin kayıp gittiğini görsen bile.
Oysa bırak eksilsin bir şeyler sahip olduklarından ve bekle bunu kabul ediyor olmanın hafifliğini ve ödüllerini.
Ancak şansa kazanmış olduğuna inanmayanların yapabileceği bir şeydir bu. Çünkü o,  yeniden sahip olabilme konusunda endişe duymamaktadır zira nasıl tekrar kazanabileceğini biliyordur.
Ama kişi kısmetli olduğu için sahip ise bir şeye, ya onu kaybederse diye yanar tutuşur. Buda onun sınavıdır ve onun için kısmet ismi altında ona sunulmuştur zaten.
Kaybetmekten korkmayanlar kazanmaktadır daha çok. Kimisi blöf zanneder çok yanılır. Kurşunun üzerine giden ölümsüz adam gibidir kendini bilenler. Öldürülse de dirileceğini bilir ve onu öldüren kendini öldürür acizliği ile. O sadece seyreder acıyarak kendisine bunu yapmak cüretinde bulunmuş cahil katili. Ancak cehalet zaten bu tarz cesaretin kaynağı olabilir.
Alev alev parlamak ve göz almak çok etkileyicidir izleyenler için ama küllerinden yeniden alevlenenlerin yarattığı etki daha muazzam ve kalıcı olur. Dolayısıyla yanmaktan hatta kül olmaktan asla korkmam. Zira küllerimden kendimi yeniden var etmek,  bir ömürde bir kaç hayat yaşayabilme imkanını getirir bana.


Sıfır Ego Yoktur

Oldum olası sevmem ''güzel bir sabah idi'' diye başlayan cümleleri ve paragrafları. Pek samimi gelmez bana. Gecenin karanlığından güneşe kavuşan her gün ve sabah güzeldir görebilene.


Buna benzer bir durumda ''çok dürüst bir adamdı'' cümlesinde var. Adam dürüst hem de çok dürüst. Birisi bana dürüstlüğün azı nasıl oluyor açıklayabilir mi acaba? 

Bir adam ya dürüsttür ya da değil. Azı çoğu olmaz. Bunun gibi birçok anlam karmaşalarıyla iç içe yaşıyoruz. Yaşamak zorundayız.

Herkesin su gibi berrak ve duru olduğunu, bir filozof edasıyla yaşama baktığını düşünsenize. Ve ya bir ormanda her canlının aslan, ya da her canlının bir antilop olduğunu düşünsenize. Sanırım hiç belgesel film çekilmez idi.

Hepimiz aynı kişiye usanmadan, ya da farkında olmadan, ya da istemeden hep yalan söyleriz. Birçok kişiden, onlara yalan söylemekten çekinmemize rağmen, o kişiden hiçbirimiz çekinmeyiz. O kişi kendimiz iz, maalesef. Bize en çok zarar veren yine biziz.


Dünyanın dönmesini sağlayan kuvvettin kaynağını açıklamak hala çok zor ama insanlığın teknoloji ve bilimsel olarak gelişirken, insani olarak ilkelleşiyor olmasının kaynağını ‘Ego’ olarak tanımlayabiliriz sanırım.

Peki ideal yaşam ortamı, hiçbir insanın egosunun kontrolünde olmadığı bir toplum mudur?


Zihnimde bile canlandıramıyorum; egosuz bir toplum?

Böyle bir toplum ki tüm dünya genelinde olsa, sanırım yaşantımızdan direk eksilecek ve yaşam standartlarımızı direk değiştirecek başlıca kavramlar, sanat ve bilim olacaktır.


Daha birçok kavramın eksileceği kurgusunu artık siz oluşturabilirsiniz. Ama sadece sanat ve bilim yokluğu var sayıldığında esasında egonun gerekliliğini algılamış oluyoruz.

Büyük fetihlerin, büyük buluşların, büyük bestelerin ve büyük edebi eserlerin kaynağı egodur.


Kendi egosunu, kendi kölesi yapıp yok etmiş, büyük filozoflardan Mevlana’nın, Mesnevi’sinde bile gizli bir ego vardır.

Yaratana yaratılmışın aşkını sunuşunda bile kısmen ego vardır. Zira o aşkı sunuşun ucunda, Yaratılan tarafından daha çok sevilebilmek arzusu vardır.

Sevmek bile karşıdan sevilmek beklentisini getiren bir egodur. Varın siz düşünün, sıfır ego ile yaşayan biri var olabilir mi?



27 Mayıs 2010

Bilmek Suçtur

Karşı cins tarafından asla yaşamak istemediğimiz duygu çökmesinin, kendimizi aşağılanmış hissetmekten başka bir tetikçisi var mı?

Bazı duygular olgunluk dereceniz ne olursa olsun sizi alaşağı edebilir. Bir yarasa iseniz gündüz avlanamazsınız. Bilirsiniz ki gece sizin için gündüzdür.
Kendi sıfatını çözememiş bir şahıs, gece mi gündüz mü av zamanı onun için nasıl bilsin? Takım elbise ile sahilden denize girmeye çalışan bir adamı gören herkes, '' Sanırım intihar edecek.''  diye yorumlar.

İşte böyle gülünç durumlara düşürüyoruz birlikteliklerimizde kendimizi. Yarasa olduğumuzdan habersiz gündüz av ararken, ya da takım elbise ile sahilde suyun soğukluğuna alışmaya çalışırken.

Komik ve tezat olanların çoğunlukta olduğu bir sürü yaşamında, sadece tek kişinin farkındalığı ne kadar etkin olabilir? Tabi kendi benliğinin gelişimini sağlamanın dışında.

Bilmek suçtur; illa öğretmek takıntın yada egon varsa. Ama kuyu görürsen kendini, bilgini de içindeki su;  birileri ipinin uzunluğu ve kendi iç susuzluğu kararınca nasiplenecektir o kuyudan.

 

16 Mayıs 2010

Kaldırılamaz Enkaz

Bir felaket yaşandı. Yaşanıyor olmasının nedenleri pek insanlığın suçu değil, sadece doğal bir felaket olarak gözükse de, o felaket sonrası insanlığın yaşadığı dünyasal sınav bizi beklemediğimiz gerçeklerle yüzleştirdi.
Esasında rüzgârın esmesi ya da yağmurun yağması kadar doğal bir olay deprem olayı. Fakat gerisinde bıraktıkları hiç öyle olmuyor. Şiddetli bir depremi yaşamış ve bir şekilde sağ kalmış kimselerin ortak bir hissiyatı vardır ve bu his onlarda kendilerini acıtma derecesine göre farklı geri dönüşlere neden olur.

Deprem canlı bir varlıktır. Hatta bir yaratıktır. Yerin altında çok derinlerde uykuda yaşar ve eğer yüzeye çıkmak isterse acımasızca yukarı çıkar. Ne insafı ne de duygusallığı vardır. O sadece yıkar, ezer, rehin alır, aciz bırakır, muhtaç bırakır, karanlıkta ve susuzlukta umutla beklettirir ve saatler sonra bir gün ışığı görüldüğünde yeniden doğmayı yaşattırır deprem.

Deprem geride kalanlara yas tutturmaz hemen. Karısının öldüğüne yas tutamaz yaralı adam, çocuklarının enkaz altından bulunmasını beklerken. Ama cesetlerini ama nefeslerini; sadece bulmak ister onu tamamen yıkacak ya da tekrar yaşama bağlayabilecek yaşamından kalan nefesleri.

Taşları kan içinde kalmış parmakları ile tek tek kaldırırken gücü yettiğince,  içinde hep şu dua yankılanır şuursuzca ve tekrarlarca; ''Allah'ım, bana onları bağışla. Allah'ım bana onları bağışla. Allah’ım bana onları bağışla.'' Evet bağışlamak. Her ne kadar bir suça karşılık ceza olarak yaşanmamış olsa da deprem, nedense geride kalanlara cezalandırılmış olma hissiyatı verir genellikle.

O ilk saatler ne benzersiz bir dramdır. Saatler geçtikçe dram kimi göçükler kalktıkça tahammülü zorlayacak derecede artar. Aynı gerilim, saat saat birikiminin artmasına rağmen, binlerce ceset sonrasında bulunan birkaç el bekleyen nefes ile bir an dağılır gibi olur.

Uykudasınız. Geliyor. Önce yerin dibinden onun nefesini hissedersiniz, o şiddetli ve acımasız solumasının sesini. Açtır ve geliyordur. Vazgeçmez ve geri dönmez eğer geliyorsa. Uykuda bir kâbus gibi gelir size. ''Uyanınca geçecek'' tesellisi vardır içinizde her ne kadar yatağınız sallanmaya başlamış olsada. İçerden çocuğunuzun korkulu uyanışı ve size seslenmesi ile sadece sizin gördüğünüz bir kâbus olmadığını fark edersiniz. Ve o andan sonrası bilinç kendini kaybeder panikleme ile.

Bina hem sallanır hem de zıplar arada dipten gelen darbe ile. Deprem konuşur adeta sizinle her darbede; ''Daha yıkılmadın mı? Daha yıkılmadın mı? Yıkıl! Yıkıl! Yıkıl!''.  Acizlik teslimiyete döner ve kaderinizle yüzleşmeyi bekler olursunuz sizin binanızdan önce yıkılan binaların ve çığlıkların seslerini duyar iken.

Saniyeler süren bu uzun bekleme, hayatımız bize bağışlanacak mı yoksa herkes gibi bizde mi öleceğiz sorusunun yanıtını verecektir. O ana kadar hala bir umut vardır. Ama çöküş olduğunda, artık bu kâbus değil kıyamet günüdür sizin için.

O gün bugünmüş meğer endişeleri ile öleceğinizden emin sonraki safhada sizi ne bekliyor kaygıları görünür zihninizde. Sonra o kaygı çocuklarınız için, sonra eşiniz için, sonra ana babanız için sıçramalı yer değiştirir ve önceden ölmüş tanıdıklarınızla karşılaşacak mıyım acabalara kadar gider.
Ve beton yığını altında sıkışmış bulursa kişi kendini, yardım çığlıkları ya da inlemeler duyuyorsa etrafında o an anlar ki, bu kıyamet değil bir felakettir. Sevinemez kıyamet olmadığına ailesinin durumunu bilmez iken.

Keşki kıyamet olsaydı diyesi gelir. Çünkü kıyamet sonrası ne yaralı kalacak, ne acılı kalacak. Hayat kalmayacak. Ama şimdi onlardan alınmamış hayatı, kurtarılabildiği takdirde içlerindeki kaldırılamaz enkaz ile yaşayacaktır.

15 Mayıs 2010

Öfken Var ise...

Nedense öfkeli anlarımdan sonra çok yorulmuştur bedenim en az ruhum kadar. Yorulmak yada yıpranmak; adını siz koyun. Kendi kendimizi eskitmek zorundayız yenilerimiz arkamızdan yer alsın diye.

Bu sahnede olmaya sevdalı amma çok insan suretinde canlılar var. Bilmiyorlar ki, sahnede olmak zamanla insan olmaktan, insanların eğlencesi bir maymun olmaya götürebilir sizi.  Ama yine de fıtratlarını keşfedememiş canlıların,  kurban olduğu bir meydandır burası.

Öfkenin kaynağı var oluşta değil var olma isteğindedir aslında. Var oluşuyla yetinmeyip kendini kendince var etme arzusundaki sekmelerden kaynaklanır öfkeler.

Kendine ulaşamamış yada ulaştığı kendinden ürküp uzaklaşmak isteyen şahsiyetlerin ürünüdür öfke. Öfken var ise, nedenlerin vardır kendince seni azat ettiren. Fakat bilmelisin ki,  seni azat edecek,  sen olamazsın bu hayatta ve sonrasında.

Keşif bitmez kendi ruh katmanlarında. Fidan sandığın günahların, koca bir çınar halinde yoluna çıktığında, görürsün ki o koca çınarın gölgesine bir karınca bile sığamaz.

Büyüklüğün küçüklüğüyle tanışmış olmak ne acı vericidir.

Zalim olmak sadece karşınızdaki insana hitaben olmaz.

Kendi zalimliğimizin en büyük kurbanı kendimizizdir aslında.

Kendimize söylediğimiz yalanların sayısı kadar, başka hangi tek şahsa yalan söylemiş olabiliriz ki?

Yazmak Kusmaktır

Yazmak için çok çaba sarf edenlerden değilim esasında. Sadece mükemmeliyetçiliğim belki uzak tutuyor beni sürekli yazmaktan. Ancak esecek ilham rüzgarı da böyle,  hadi yazayım diyeceğim üç beş kelam.
Açıkçası yazmayı kusmak olarak görenlerdenim ben. İnsan ancak rahatsız olacak derecede fazla yediğinde yada fiziksel olarak bir hastalık durumunda kusmak zorunda kalır.

Yazmayı ruhsal bir kusma olarak ele alacak olursak, insanın gerçek anlamda yazabilmesi için ya gereğinden ya da alışılandan çok yaşamışlığı, yada ruhsal olarak biraz şizofrenlik bir durumu olması gerekmektedir.

Yaşamadığınız hayatları yaşamalısınız ki onları kaleminizle yaşatabilin. Cinsiyet farkı olmaksızın her bedene ve ruha girebilmeniz gerekir hızlıca ve çaprazlamalarla.

Kendi içinizdeki diğer kişiliklerle yüzleşme ve sohbet etme vaktinizdir yazmak. Maskelerinizden kurtulduğunuz tek gerçek anlardır o anlar.

Liderlik Nedir?

Mesela; ''Liderlik üzerine söylenmişlerin hepsini siliyorum. Kimse kusura bakmasın. Tüm yorumlarınız silindi. Tüm öngörüleriniz silindi. Tüm lider tanılarınız silindi.

Ben söyleyeceğim lider nedir ve herkes bundan sonra bu dediklerimi liderlik tanısı olarak kabul edecek. Kimse ısrar etmesin lütfen. Kimse de zekamla zekasını yarıştırma cürretinde sakın bulunmasın. Kimseyi herkesin önünde küçük düşürmek istemem.

İtaat etmeniz daha huzur verici olacaktır sizin için. Benim koyduğum tanı hepinizi ikna etmeyebilir ama hepinizden de üstün kavrama yetisi bekleyemem zaten. Kavrayamayanlar çoğunluğa uymalıdırlar genel huzur için.
Ama dikkat çekmek adına muhalefet yapabilirler tabii. Fakat zaaflarını ortaya çıkarıp mahcup duruma düşürebilirim o kişiyi. Bilsin ki neye cürret ediyor, dindirsin ego yüklü dürtülerini.

Korkularınızı keşif etmek ve onları bildiğimi hissettirmek itaat etmenizi sağlayacak yargılarıma ve kararlarıma.

Şimdi söylemek gerekirse liderlik nedir, söyledim ya derim bu yazdıklarımla.'' diye bir tanımlama, güçlü kolorik bir kişilikten gelebilirdi.