12 Temmuz 2014

Zamanı Geldi


"Kimsin?" dedim. Ses vermedi. "Kim olduğumu biliyorsun" dercesine bakıyordu derince. Rahatlığı beni rahatsız ediyordu ama haykıramıyordum. Gitmesini istiyor ama git diyemiyordum. Yüzündeki tebessüme sevinmeli miydim acaba? Kızgın bakmıyordu en azından; ne kadar da kendinden emin. Nasıl olur da koşulsuz onla geleceğimden emin ki bu denli rahat davranıyor?

"Vakit var mı daha?" derken kendi sesimi ben zor duydum ama o cevabı sözüm biterken anında verdi keskince; "Yeterli vaktin oldu." Başka soru istemez bir ses tonu ile gelen bir cevaptı bu. Zaten bende de ne başka soru var ne de direnme çabası; sadece bir ürkeklik bilinmezliğe dair.

Ayaklarımdan kan yukarı çekiliyor sanki. Tüm benliğimi bir şırınga ile bir tüpten çekiyorlar gibi. Bedenim gitgide boşalıyor, hafifliyor. Arada direnir gibi olduğumda daha şiddetli çekiliyorum içimden içeri. Onu göremiyorum artık ama onun cebinde duran emanet gibi hissediyorum kendimi. Uzun bir koridorda diğer uca doğru hızlıca ilerliyoruz; bende geride bıraktığımız noktaya bakma çabaları ama nafile. Birileri bedenimin başında tanıdık ama eskisi kadar değil. Peki bedenim orada ise beni kim nasıl nereye götürüyor? Yoksa, yoksa o gün bugün mü. Allah'ım...

Yaradanın isimini söylediğim an sallandı sanki tüm evren. Hem güvendeyim duygusu hem de çocukça bir ürkeklik büyük bir hata yapmışcasına.

Ondan geldin ona döneceksin. Bunu biliyordun. Artık yok geri dönüşün. Şimdi bir umut bekliyorum hoş karşılarlar beni diye.Tüm hayatım bir satır kadar kısa ve ezberimde her nasılsa. Silmek istediğim dakikalar var ama onları anımsadıkça daha da belirgin ortaya çıkıyorlar. Görünmesinler diye utanarak anımsamamaya çalıştıkça daha da belirgin yüzümü kızartanlar. Utanıyorum; çok utanıyorum.

Nasıl? Tabi tabi, benim o. O yuvadan düşen güvercin yavrusunu alıp yuvasına koymak için onca çabalayan. On beş yaşımda mıyım? O kadar olmuş mu, dün gibi. Sanki başım okşanacakmış ve bir aferin gelecekmiş umuduna nasıl sarıldım o ana şimdi. En azından utancım azaldı biraz. 

Neden bir ömür ağaçların altından yürümedim ki? Neden bir ömür tüm yuvalarından düşen kuş yavrularını yuvalarına  tekrar bırakmak hayat gayem olmadı? Nasıl atladım bunu? Nasıl vazgeçmişim bu hazdan ve bu ödülden? Nasıl? Nasıl?


24 Haziran 2014

İroni


 


Güneş hayatın kaynağıdır. Toprak ve suya işlevini 
verendir. Dünyada tüm kaynaklar var iken, hayat kaynağının milyarlarca kilometre dışarıdan geliyor olması ne ironiktir. 

Tıpkı insanoğlunun, her şeye sahip olduğunda huzura da sahip olacağı yanılgısı gibi. 

"Güneşini bulamadıkça, toprağın da suyun da yaramaz sana."

Rüzgarın şiddetini ağaçlar yıkılınca algılarsak, öldürülen çocukların vahşetini de ancak dünya yıkıldığında algılayacağız.

Vahşet,katliam,infazlar...

Bu yakanın maddesel bağımlılığı o yakanın acı ve vahşet dolu ölümlerine neden oluyor. Ruhen körelen toplumlar, refahı, "sahip olmak"ta ararlarken, aciz masumların yok olmalarına neden oluyorlar.

Bizler, sahip olmak kavgası içinde iken onları "var olmak"tan alıkoyuyoruz. Eğer bir kişi sahip olmak güdüsünden vazgeçerse, bimediği diyarlarda , tanımadığı masum ve kimsesiz bir çocuğa var olma ve var kalma  şansı vermiş olacaktır.

Hayat almak da, hayat vermek de bizim kararımız. Biz bizden vazgeçebilirsek, kulağımıza gelmese de  yüreğimize dokunan binlerce duaya ulaşabiliriz.

Gelin, masumların katili olmaktan vazgeçelim. Katil olacaksak, kendi egomuzun katili olalım.


13 Nisan 2014

Tek Yaşa; Tek Öl...



Mesleğini seçenlerden değilim. Ama mesleğimi iyi icra ederim. Çoğu kişi işimi meslek olarak görmeyecek olsa da, müşterilerim işimde uzman olduğumdan emindirler ve ben onları bulmam onlar beni bulurlar. Sanırım mesleğini bir marka melodisinde icra ediyor olmak buna deniyor.
Evet ben bireysel bir markayım. Asla kendi reklamını yapmamış ama müşteri memnuniyeti sayesinde en güçlü ve ücretsiz tanıtımı yapılan bir markayım. Sanırım gerçek marklar da böyle oluşuyor zaten.
Dediğim gibi ben ne ün sahibi ne de marka olmak istemedim ama işinizi icra edişinizde bir stiliniz var ise ve her zaman müşterinin istediğini beklediğinden de temiz ve kusursuz yerine getiriyorsanız, tüketici krallığının kapıları hatta tahtı size açılıyor kendiliğinden.
Bu mesleği bir okulu olsun da orda öğreneyim çok isterdim ama o zaman sanırım gizemli kimlikler fazla afişe olurdu, belki bir yer altı okulu olması lazım, ya da Tibet de Himalayaların yüksek ovalarından birinde bir eğitim kampı. Belki de vardır ama olsa idi beni öğretici olarak çoktan davet ederlerdi.
Çünkü dedim ya; ben işimde bir markayım. Ve her bitmiş işimin bana ait olduğunu imzam yada logom olan, üçleme ile kendimce tescillerim. Bunu esasında marka logosu olarak düşünmemiş idim başlarda.
Bu sadece işimi titiz ve temiz yerine getirmekte kullandığım bir tarz idi. Dedim ya her marka bireyin bir stili olması lazım. Benim en belirgin stilim de bu üçlemedir yani ilk iki atış kalbe, üçüncü ise yakından iki kaş arasına.
Benim, mesleğimi icra edişimde net övüneceğim bir husus var ki, asla bir işim hastaneye yani ameliyathaneye sarkmamıştır. Direk siyah ceset torbası ve sonrasında da ayak başparmağında isim etiketi ile morgda istirahat.
Her türlü işi almak da sanırım başarımın bir parçası. Asla iş seçmem. Yaşlı, genç, rahip yada serseri fark etmez. İş işdir. Önemli olan temiz sonuçlanmasıdır.
Sadece zaman kıstası kabul etmem. Yani işin gerçekleşmesi ile ilgili süre vermem. Sıfır şahit ve sıfır ipucu olacak ortam oluşuna dek bekler ve gözlemlerim. Zira şahit olursa onu da temizlemek gerekir ve bunun karşılığında da ücret alamazsınız. Boşa giden ceset torbası yani.
İşi aldığım andan itibaren hedef eceli ile ölse bile para hesabıma yatar. Yatmaz ise yatırmayan morg da onun yanında yatar. Basit kurallar, basit dengeler.
Özel tasarım taleplerini asla kabul etmem. Yakmak, bıçaklamak, terastan uçurmak gibi. Benim imzam bellidir. Kaza süsü bana amatör işi gibi gelir. Ben aksine o işin bana ait olduğunu özellikle bilinsin isterim. Şüpheli ölüm benim tarzım değildir.
Meslek hastalığı denen ilet ise bizim işte şudur; tek yaşarsın, tek ölürsün ve ölüm sonrasını asla düşünmezsin. Hele yeniden dirilecek ve hesap verecek olduğunu hiç düşünmezsin. 
Gerçi ola ki o gün imzalı işlerim tek tek bana sorulacak olursa, cevabım şu olacak; "Onların hiçbirinin ölmesini ben istemedim, ben olmasam da birisi onları öldürecekti. Ben sadece o işin temiz gerçekleşmesini sağladım. Kesin, acısız ve temiz." 
Günah mı sevap mı ? İşte o bana göre sadece bakış açısı. İyi yaptığımdan emin olduğum işimi çok seviyorum, her ne kadar arkalarından ağlayanlar bana şükran duymuyor olsalar bile.

26 Mart 2014

Israrın Zararı



Denenmişleri denemekten vazgeçemezsin bazı zamanlar. Tüm atasözlerini duymazdan gelir bir umutla tekrar denersin.
 
Değişmez yasaların senin için hususi değişeceğini umut ederek bir daha denersin. Şeytanın bacağını kıracağım diye betimleyerek bir daha denersin. 
 
Tüm dostların yeter artık dese de bir daha denersin. Göremediğini görenler çevrende çok olsa da onları duymazsın ve tükenene kadar umudun kendini azimli diye adlandırarak ısrarcı bir çocuk gibi yine denersin.
 
Oysa bu tekrar denemeler azimli olmandan değil çaresizliğindendir aslında. Alternatifini bulamadığın için elinde olana ısrarla sarılman ve ondan ayrılamaman. 
 
Ulaşamıyorsan istediğine, planlar doğru olsa da sonuçlar istediğin gibi değilse, vazgeçmeyi ve geri çekilmeyi bil. Geri çekilip kendini dinlemeyi ve izlemeyi bil.
 
O zaman göreceksin ki ya inandığın şey tam hazır değil, ya da sen onu gerçekleştirmek için henüz hazır değilsin. 
 
Geri çek kendini ve sessiz kal bir süre. Sadece su ve hava yeter bana bir süre de ve hafifle.
 
Bırak yeni kıvılcımlar canlansın beyninin kıvrımlarında. Yeni gelenin öncekinden çok daha büyük bir balık olduğunu göreceksin.
 
Ve ısrarla denediğin ve istediğinin aslında bu büyük balığı yakalamak için bir yem olduğunu farkedeceksin.
 
İşte o gün sihri çözeceksin. Böylece sükunetin, çığlıklara ve naralara karşı daha gösterişli ve etkileyici olacak. İnan.


16 Mart 2014

İç Ses



Kendimi deli gibi koşarken buldum. Bilmediğim sokaklara dalmışım haberim yok. Kalbimin ritmi tavan yapmış ama yorulmuyor bedenim.
Üzüntü ve kızgınlık, kazana atılan kömür gibi kor yapmış tüm benliğimi. Burnumdan buhar çıkarır gibi öfke kusuyorum adeta.
Yüzümü gören sanki katilmişim gibi bakıyor bana yada birazdan katil olacakmışım gibi. 
İçimde çok sık duymadığım o ses bu kez nasıl çığlıklar atıyor. O bağırdıkça derinlerde, kalbim damarlarıma abanıyor tüm adalelerimi gererek.
Şimdi cinnet denen görünmez canavar ile tanışıyorum işte. Aklımın hükmünü yitirmeye başladığı anlar.
En imkansız ve vahşetin, en akıllıcaymış gibi gelmeye başladığı dakikalar. Ve sanki suçu üstüne alacakmış gibi sana destek çıkan o nadir duyduğun iç ses.
Şimdi koşan bedenim değil beynim uçtan uça. Kaldırımda oturuyor olsam da beynim ışın hızında her yerde.
Geri, ileri bir video oynatıcı gibi sarıyorum yaşanmışlarım ve yapmayı planladıklarımı. Artık hem senaristi hem yönetmeni hem de oyuncusu olmuş durumdayım bana ait bir sahnelik bu filmimin, yapımcısı ise o iç ses.
Nerede olduğumu bilmez iken nasıl oldu da evimin kapısına böylesine çabuk geri geldim. karar alınmış olunca nasıl da farklı çalışıyor beyin. Ve bedenim de nasıl uyuyor ona ahenk ile.
En korkutucu ve zalimce durumların oluşumunda ne kadar organize çalışıyor zaaflar ve korkular.
Hala evdedir umudu ile sessizce giriyorum kendi evime sanki bir yabancıymışım gibi. İç ses sanki evimde daha yankılı ve gürültülü. Bir kaç farklı ses gibi aynı şeyleri tekrarlıyorlar zihnimde.
İtiraf etti diye kabullenebileceği mi nasıl sanabilir böylesine ben onu sever iken. O refleks tokatlara rağmen hala evde mi acaba?
Evet orada. Şöminenin karşısında oturmuş. Hala ağlıyor, sızlanıyor. Acaba beni üzdüğü için mi yoksa sert tepkimin etkisinden mi diye düşünüyorum.
İç ses bağırıyor :" Ne fark eder ki, öldür onu."
Evet ben neden geri geldim ki zaten? Şimdi yukarı yatak odasına çıkacağım ve komodinden silahımı alacağım.
İç ses sanki kahkahalar atıyor, öfke duygusu heyecana dönüşüyor, garip bir titreme önemli bir sınav öncesi gibi.
Tam yukarıya çıkmaya yöneldiğimde, merdivenlerin başındaki yüksek sehpada aradığımı gördüm. Silah. Ama neden orada? Neden yukarıda komodin de değil, aşağıda girişte karşımda?
Sanki evren bana hizmet ediyor gibi geliyor bir an ve keyifli gülümsüyorum doğru yolda olduğumun teyidi gibi. 
Ama bu sefer o dış ses her şeyi alt üst eden: "Gitsem de beni bulacaksın. Salsan da dönüp geleceksin. Affetsen de kendini yiyeceksin. O zaman uzatma çek tetiği."
Sessizlik. Neredesin iç ses. Hadi bas tetiğe.
Bak üstüme geliyor korkmadan. Yere bakan silah tutan elimi tutuyor şefkatle ve kaldırıyor nazikçe namlu kendi alnına denk gelince kadar. 
O bu kuvveti bulurken kendinde, ben bir tetiğe dokunamıyorum. Hatta korkuyorum kaza ile dokunacağım diye. İç ses! Hani öldürecektik onu? Neredesin? 
"Bu değil mi istediğin, delicesine sevdiğini, kanlara boğmak, hadi bitir şu işi"
Yok. Olamaz. Şimdi de parmağını tetikteki parmağımın üstüne koydu. Korkuyorum. Beni bırakıp gidecek diye çok korkuyorum. Ne yapmalıyım.? Bu ne sessizlik? Ne çok cevapsız soru zihnimde bir kaç salise içinde. Bu nasıl bir panik? Nasıl bir kaos? 
Hayır, bastırma parmağıma. Elimi çekmek istiyorum silahtan ama kabusta bağırmak isteyip de bağıramamak gibi, sinirlerim iletmiyor beynimin komutlarını kollarıma.
Bütün iletişim karışmış hem ruhsal hem de bedensel. O parmağıma basarken göz bebeklerine kilitleniyorum. Nasıl derin ve dingin bir mavi.
Bir enerji geliyor o göz bebeklerinden tüm benliğime. Ve iç ses sanki tren kaçıyormuş gibi parlıyor yeniden kısa ve öz.
Tetiğe basılasıya kadar onu bir daha duyamam kaygısı ile dediğini yapıyorum koşulsuzca. Sert bir bilek hareketi ile namluyu çeviriyorum kendime ve beraberce basıyoruz tetiğe ve beraberce bitiriyoruz beraberliğimizi.
Evet. Kesinlikle böylesi daha iyi. Tamamen sustu iç ses. 

15 Aralık 2013

Irreparable Ruins



A disaster is now taking place. Although the reasons why it is taking place are not related to any crime committed by humanity, although it might seem as a natural one, the worldly test we are going through in the aftermath of that disaster has made it possible for us to face some unexpected facts.

In fact, earthquakes are events that are as natural as the wind or the rain. However, what is left behind is not natural at all. A common emotional state is shared by those who have been there during that terrible event, and who have actually survived. And this emotional state leads to different reactions depending on how badly it hurt. 
        
Earthquake is a living thing. It may even be viewed as a creature. He is fast asleep under the depths of the earth, and if he ever decides to come onto the surface, he does that rather cruelly. He has neither mercy nor sensibility. He only destroys, oppresses, leaves you helpless, leaves you desperate, makes you await in darkness and thirst with little hope. And once you see the sunshine once more hours or maybe days later, he lets you face resurrection. 
       
The Earthquake does not permit those who are left behind to mourn for the lost ones right after. An injured man is not allowed to mourn for his lost wife, while waiting for his children to be saved from under the ruins. Either death or the breath: the man desires to find one. And once he finds it, he is either tied to his own life with tighter bonds, or is completely ruined.

As he tries hard to lift the bricks and stones with his fingers covered with blood, he has this one prayer echoing inside, repeatedly, even unconsciously: 'God, please bless my loved ones. Bless my loved ones, give them back to me. Give them back to me.”  Yes. A blessing.

What kind of crime has a man committed, to ask for a blessing at that very moment? Although the earthquake has never been a punishment given for a crime, it usually gives the survivors a bizarre feeling of guilt.

How dramatic are those first hours right after the disaster. As the hours go by, the tension rises more and more, making it unbearable to wait. As the hours pass, there comes a moment when the tension seems to lessen with a hand, a breath, rising from beneath the ruins. 

You are asleep. He is coming. First, you feel his breath, his inhaling and exhaling sound with cruelty and violence.  He is hungry, and he is coming. If he really is, there is no turning back. He would not give up. He comes to you like a nightmare in the middle of your sleep. You try to find consolation in waking up and finding that it has all ended, but your bed has begun to tremble.

Once your child in the next room cries out loud, asking for help, you realize this is not a nightmare. And that is the moment when your conscience fades out with extreme fear and panic.  

The building both trembles and bounces, with each coup coming from below. The earthquake seems to be talking to you in each and every hit; ''Haven’t you torn down yet? Haven’t you? Haven’t you? Fall apart! Tear down! Divide!”

Despair turns into surrender, and you end up expecting to confront your sound of destiny. In the meantime, you hear the sound of the buildings tearing and people screaming.

This long period of waiting, although lasting only a few seconds, will end up with the answer whether your life will be blessed or you will die like everybody else. Until that very moment, there is still hope; but once the collapse begins, the nightmare turns into doomsday.

This is the day, you begin to think. Anxieties appear on your mind, and sure of your own death, you fear what will come next. That anxiety shifts to one for your children, one for your wife, one for your parents in tiniest seconds. It even ends up in your thinking whether you will come across the formerly deceased once you die.

And once a person finds oneself stuck among concrete ruins, and once he/she begins to hear panic screams asking for help, this is the moment one realizes this is not the doomsday. This is a complete tragedy. Without the knowledge whether his/her family’s safe, one cannot find any relief, seeing that this is not the end of the world. He/she is about to say, “I wish it were the doomsday.” That is because right after the doomsday, there would be no pain, and no injuries at all. There would be no life. Now, however, the life that has been “blessed”, will live on with all the ruins that are irreparable. 

09 Mayıs 2013

IF YOU ARE ANGRY INSIDE



For one reason or another, in the aftermath of my angry moments, my body gets tired as much as my soul does. Getting tired or wearing itself out: name it as you like it. We need to wear ourselves out, let ourselves grow old, so that new ones come along.

How high is the number of living creatures in the form of humans, disguised as humans, who are eager to be in this spotlight. They are unaware of the fact that being on stage makes you lose your human virtues and turns you into a monkey existing solely to amuse humans. Still, all the creatures who have been unable to analyze their essential nature, are sacrificed under that very spotlight.

Anger does not derive from our nature or existence, but from our eagerness to exist. What leads to anger is the deficiencies that result from the desire to realize oneself, being not happy with ones present existence. It is a feeling produced by those who have not yet reached themselves, or who felt scared when faced with the self they have reached. If you have anger inside, you have your reasons to let yourself go. But you should know that you cannot be the one who will let yourself go, not in this life, or in any life to come.

Through the layers of the soul, the path of discovery has no end. When your sins, which you have formerly considered to be saplings, appear on your path in the form of huge plane trees, you will see that not even a small ant may find space on their shade.

How painful it is, to face the smallness of the enormous.  Cruelty does not only address the others. In fact, we are the ones who become the greatest victims of our own cruelty. Could we have lied to a single other person in the universe, as much as we have lied to our own selves? 

06 Mayıs 2013

Writing means vomiting




In fact, I am not one of those who make great effort to sit down and write. The only thing is, maybe my perfectionism is what keeps me away from writing continuously. When the muses are finally here, they inspire a total of three or four statements to make.

Honestly speaking, I am one of those who regard writing as some sort of vomiting. One may need to vomit if and only if he/she has overeaten or in the case of actual physical sickness. If viewed as a form of spiritual vomiting, for one person to indulge in the act of writing in the actual sense of the term, that person needs to have had a higher level of experience than it is necessary or ordinary, or that very person needs to have some kind of emotional schizophrenia .

You must be leading the lives you are not actually leading, in order to let your pen pour them down on the paper.  You must be able to be in everyones shoes, take hold of everyones spirit, with a really fast pace, even crosswise.

Writing is the time of your life when you have the chance to come face to face with and talk to the other personalities inside you. These are the only real moments when you get rid of your masks. 

05 Mayıs 2013

WHOEVER YOU ARE



Pleasure and fear. These two emotions are the ones that trigger our decisions, which are either made deliberately or impulsively. This means that if you are about to take action concerning any issue, your action will eventually result in getting pleasure from what you are doing, or relieving the fear inside and getting rid of it at the end of it all. 

Therefore, in case someone around me treats me or another person in a way that I cannot figure out, I try to answer the question whether there is pleasure or fear underneath that sort of behavior. If that person exhibits such unfavorable behavior due to a certain fear, I give them a chance and may try to understand.  Sometimes my friends ask me how I can be so understanding despite the negative behavior I have encountered. They lack the ability to see that persons fears lying underneath. For me, it is unfavorable to punish a person who actually fears.

However, in case there exists a sort of pleasure underneath that sort of behavior, and in case some people are harmed by this, that person must be terminated immediately: you may leave them where they are and exclude them from your personal life. The wall they view as transparent turns into one that is solid concrete.

Do you know what really intrigues me? In primitive societies, people could easily treat others badly, or give them harm by oppressing them just for the sake of pleasure. However, in todays world, whoever oppresses others mostly do this due to their fears. Now, shall we feel happy because humankind have gotten rid of its sadistic tendencies or lament the fact that it has tumbled into a life led in herds, without any self confidence at all?

This issue is deeper than it seems, so I will be discussing it in more detail in the long run. Let us face our fears, for there is no one amongst us who does not have any. Whoever you are.  

07 Nisan 2013

Dünyalarımız Farklı Artık




Gelsen de çok geç artık. Ben o gün bıraktığın yerde değilim ki. Ne kadar kısa zamanda ne kadar çok yol aldım. Bir kasırga içine düşmüş gibi hissederken, bir başka dünyaya rüzgârlar alıp getirmiş beni, şimdi fark ediyorum. Bu geldiğim yeni dünyada, yaşam çok farklı öncekinden. 
Burada mutlu olmak umuduyla, acıyı ve suiistimali kana kana yaşayanlar yok maalesef. Bu dünyada el âlem ne der diye düşünerek karar almaya çabalayan ahmaklar da yok. Burada sadece kendi mutluluğunu düşünen ve kendine saygısıyla kendini mutlu edebilenler var.
Senin beni bıraktığın yerde değilim artık. Müteşekkirim aslında sana ama sen bu dünyadan değilsin ki, beni anlayabilesin. 
En güzeli de, bildiğimi artık asla bilmiyor gibi yaşayamayacağım. Artık biliyorum. Yüzleşiyorum. Kabul ediyorum. Ve kendimi seviyorum. Seviliyor olmak için seni sevmekten vazgeçiyorum. Çünkü ben, benim tarafımdan artık seviliyorum.
Gözyaşlarım sadece yüreğimin nemini dışarı veriyor. Kendime çektirdiğim acılar, nedeni değil artık gözyaşlarımın. Yetim ve öksüz kalmış bir çocuğun yalnızlığı yakıyor beni, ama sensizlik yakamıyor. 
Ben senin dünyanda değilim artık. Soluduğumuz hava aynı  olsa da, aynı güneş bizi ısıtıyor olsa da  ve aynı ayın yakamozunda, o geceyi ikimiz de anımsayacak olsak bile, aynı dünyada değiliz artık.
Ne ilginç ki, belki beni acı çekiyor görseydin, daha mutlu hissedecektin kendini hala seviliyorsun diye. Ama üzgünüm. Beni güçlü görmek seni yıktı. 
Bir düşün istersen; beni kaybetmiş olmak mı yıkan seni, yoksa seni tacı başında bir kral gibi karşılamamam mı? Kendinden şüpheye düştün değil mi? 
Başla o zaman muhasebeye kendinle. Vur dibe vurabilirsen. Umarım vurursun ki yukarı çıkabilesin ve umarım yaşayabilirsin  sen de yeni bir hayatta başlama heyecanını.

22 Eylül 2012

SERÇEM



Çökmüşsün yolun ortasında. Ay dolunay değil, ışığı yetersiz. Uzaktaki sokak lambası yanar söner selam vermekte. Bir kuş sesi bile duyulmaz vakitlerdesin. Yüreğin ağlar ama gözlerinden akmaz o yaşlar. Hiç küskün olmadığın kadar küsmüşsün geleceğine.  Şu yolun ucundan hızlıca sana doğru  gelen koca iki far bekliyorsun adeta. Ne yalnızlık, ne çaresizlik.
Oysa bir el uzansa gel diye, nereye götüreceğini bilmeden tutup gideceksin onunla. Bir el, bir ses, hadi diye. Ama yok, yok, yok. Dışında bulamadığını içinde aramalısın böyle zamanlarda. Zaten içindekini bilmediğinden kalmışsın böyle çaresiz. Mutluluğu dışındakilere bağlamışsın tereddütsüz, ısrarla ve onlar da sana sırtını dönmüş teker teker. O el her an uzanıyor kalbinden sana. Dinle! Dinle! Dinle! Tut sımsıkı bir kez, sen bıraksan o seni bırakmaz bir daha. Yalnız kalmak ancak kendini duyamayanlara mahsus. Duy! Duy! Duy!..
Bir serçe kondu dizinden biraz öteye yolun ortasına. O iki minik göz sana bakarak kafasını bir sağa yasladı bir sola. Ne yaparsın burada der gibi bir eda var parmağın kadar olan bu canda. Sıçraya sıçraya yanaştı dizine doğru. Cüssesi olsa sanki itecek seni gagası ile yolun kenarına. Hadi git yaşa diyecek dili olsa konuşabilse. Belirsiz bir tebessüm oluştu yüzünde. Bilsen ki korkup kaçmayacak alıp eline sarılacaksın o minicik cana doyasıya. Nasıl verebildi o minik can sana bu sevinci?
Gagasını sürttü sağlı sollu yere ve baktı minik gözleri ile. Sıçradı bir adım daha ve yine gagasını sürttü kendini hırpalar gibi. O sırada gözünü kamaştıran o koca farlar belirdi yolun diğer ucunda. Umutla beklediğin o farlar gözünü öyle aldık ki serçeyi seçemez oldun ve o an fark ettin ki beklediğin sonun henüz gelmemiş. Bir gayretle yeniden canlanan ruhunu taşıyan garip bedenini yolun kenarına sürükledin.
Minik serçen uçmadı. Kanatlarını uçmaya hazırlar gibi açıp kapadı bir kaç kez. Ama uçmadı. Serçeler bilir ne zaman yoldan zıplayıp kaçacaklarını diye avuttun kendini bir kaç saniye daha ama o sadece  sana bakarak kanatlarını bir kez daha açıp kapadı. Neden ki diye düşünürken yolun kenarında farlar geçti seni ikaz etmek için o güçlü kornaya basarak. O acı korna sesi, senin acı çığlığınla birleşti... Seeerrrrr-çeeeeeemmmm…
O minik can cansız yol üstünde. Sendeki ruh ise canlanmış ağlaya ağlaya dağlar gibi. Bir minik serçe ölü avucunda, o ölen can geçmişin olmuş artık senin. Bir can giderken sana can geldi. Sadece bir kaç saniyede neler verdi bir minik serçe?
Ne zaman görürsen yollarda bir ölü serçe, bil ki bir ruh daha kurtuldu karanlıktan. Sen de ol gönülden bir serçe ve git sokağın ortasında çökmüş, farları bekleyen bir çift dizin önüne kon ve hisset  serçelerin sahip olduğu,  koşulsuz yardım huzurunun hafifliğini.  

16 Eylül 2012

Kadının Celladın Olursa




Teslimiyetin verdiği huzur ne benzersizdir; koşulsuz teslimiyet. İncinme korkusu olmaksızın teslimiyet. Zaten bir endişenin olduğu yerde teslimiyet tam anlamı ile yoktur. 

Kadın olmanın tabiatında vardır teslimiyet. Ama aynı zamanda şüphenin de sık demirlediği bir limandır kadın. Dolayısıyla tam bir teslimiyet gerçek aşktır diyebiliriz kadın için. 


Şüphelerin nefes alıp verdiği bir beraberlikte, bedenler birbirine teslim görünse de ruhlar sorgular demlerde yaşar aşkları. Koşulsuz teslimiyeti yaşayamayan ruhlar, buldukları aşk kırıntıları ile avutarak sularlar gönül bahçelerini.

Bir erkek, muhteşem bir teslimiyet ile bir aşk yaşamak istiyor ise, öncelikle sevdiği kadının kalbinde olan tüm şüpheleri yok etmelidir. 


Kadın, erkeğe bir şüphesi varmış edası sergilemeyebilir ama akıllı erkek, kadının doğasında var olan şüphelerin kendisi için geçerli olduğunun farkında olmalıdır. Erkek, kadının bu doğal şüphelerini, onun zihninin derinliklerinden henüz dışarı çıkmadan sezmeli ve kadını tarafından sorgulara çekilmeye başlamadan tavır ve tutumları ile bu şüpheleri bertaraf etmelidir. Zira kadında yüzeye çıkmış bir şüphe artık yok edilemez.

Kadın ancak ve ancak tüm şüphe ve endişelerinde arındığında tam bir teslimiyet ile erkeğine bağlanır. Bu bağlılık ile beraber, kendisini yok sayacak şekilde ilişkisine adar. Bir kadının bu denli verici olması ilişkinin kalitesini ve olgunluğunu tavan yaptırır. Çünkü kadın, tüm ruhu ile ilişkisine ya da ailesine yöneldiğinde, kutsanmış bir mutluluk kalkanı tüm evi sarar ve korur.

Erkek, bu huzuru yakalayabilmek için önce teslimiyet duygusunu kadında yakalayabilmeli, sonrasında da bu huzurun daimi olabilmesi için, sakın ama sakın kendisini teslim etmiş bir kadına hayal kırıklığı yaşatmamalıdır. Zira bu karşısında anaç bir kadın yerine, elinde baltası ile ilişkinin infazını gerçekleştirecek bir cellât belirmesine neden olur ve bu cellât, böyle bir psikolojide hiç tereddüt etmeden baltayı ilişkinin boynuna indirir. Erkeğin hiç bir özürü ve yemini fayda etmez.

Erkeklerin özür dilemeleri veya "bir daha asla" yeminleri ancak kendini henüz tam teslim etmemiş kadınlarda işe yarayabilir. Bir erkek, ilişkisinde istediği konfora, kadına davranışları ile sahip olabilir. 
Ama en konforlusunu istiyorsa, bunu nasıl kaybedeceğini ve kaybettiğinde de ödeyeceği bedeli çok iyi bilmelidir. 

Zira teslimiyet ile beslenen bir aşk, benzersiz bir güce sahip olur, onu yaşar iken vezir olursun ama kaybedince de rezil rüsva olursun. Yaşayan bilir, yaşantanlar da bilir.

21 Haziran 2012

Babası Guasimado olsa bile





Kürtaj; bir son ama aynı zamanda da bir başlangıç. Zira bir kadın yaşadığı kürtaj tecrübesinden sonra yeni bir hayata başlar. Farkında ya da değil, bu her halükarda bir travmadır o kadın için. Unuttum der ama unutmaz bilinçaltı.

Ne şekilde gebe kaldığı, gebeliğine neden olan erkeğin kim olduğu, evli olup olmadığı, maddi durumu, hazırda olan çocuk sayısı, kadının olgun ya da genç yaşta olması gibi birçok neden olabilir kürtaj yaptırmak için. Gerekçe ne olursa olsun, rahimden kazınan cenin, ruhtan kazınamaz maalesef.
Her ne kadar, doğacak bir canın yaşama süreci başlamadan sonlandırılıyor olsa da, bunu cinayet olarak adlandırmak gerçekten ağır olacaktır. Ama kürtaj olayından herhangi bir estetik operasyon ya da dişinizdeki köprü tedavisi gibi bahsetmek de çok abes olur. 

Beden benim, karar benim düşüncesi yanılmadır. Zira kadın kürtaj sırasında bedenindeki bir uzuvlundan vazgeçmemektedir. Vücudunun, koruyucu ve besleyici görevini üslenmek zorunda kaldığı yeni bir hayat alternatifini yok etmektedir. 

Her kadın bu doğurganlığın kutsallığını en derinlerinde hisseder ve mantıksal değerlemelerle  kendi benliğini kürtaj olmaya ikna eder. Eğer bu ikna toplumsal kanıksama ile desteklenmiyor olsa, kadın vicdan muhasebesini asla aşamaz ve kendini tüketir.

Burada kürtaj olmalı ya da olmamalıyı tartışacak değilim. Kürtajı yaşayan her birey ya da her çift bunun muhasebesini kendi içlerinde bir ömür yaşarlar zaten. Med-cezir dalgaları gibi o cenin girip çıkar hayatlarına. Zor anlar, zor kararlar. Zor yükler bunlar ruh için. Ezen, yıpratan, tekrar tekrar dalgaların kayaları dövüp oyduğu gibi ruhu zedeleyen kararlar bunlar. Dönüşü olmayan ve tek şıklı kararlar.

Bir erkek olarak tek bir şekilde kürtajı asla kanıksayamam. O da, evli ya da değil, gebeliğin nedeni olan erkeğe gebe olduğu haberini vermeden, kadının kendi kararınca gebeliğe tek başına son vermesidir. 
Evli kadınlarda kocanın resmi müsaadesi olmadan kürtaj işleminin yapılamadığı malumdur ama gerektiğinde bunu da delebilen doktorlar muhakkak vardır. Bu bir erkeğe, bir kadının yapabileceği en büyük kötülüktür. Erkeğin haberi olamadan kadın bu kararı alamaz. Oldu bunu tek başına yaptı, bundan daha büyük bir günahı kalan hayatında işleyemez.

Rahimden kazınan bir can, o kadar küçük bir parçadır ki, kadın öncesi sonrası bedensel bir fark hissetmez. Ama suçluluk duygusu asla kaybolmaz. Belki dile gelmez, itiraf edilmez. Ama haklı haksız kendini suçlu hissetmek bir katman olur zihin bloklarında.

Eğer gebeliği, beraber olduğu erkek bebek istemiyor diye sonlandırmış ise kadın, o erkeği artık sevmiyecektir. Artık zoraki beraberlik durumuna gelen bu ilişki bir nedenle kesinlikle bitecektir. Kadın kürtajın intikamını ama kendinden ama erkeğinden alır. Alır ama bu iç muhasebe maalesef asla sonuçlanmaz.

Bir kez kürtaj yaptıran kadın, ikinci kez çok zor yatar o masaya. Bir kere gaflete düşmüş ise, dile getiremez, itiraf edemez ama ikinci seferde ne pahasına olursa olsun o kürtajı yaptırmaz. Bebeğin babası Guasimado bile olsa.

27 Mayıs 2012

Havalan'MA


Havalanmak sadece uçak ya da balon ile olmuyor. İnsanoğlu bunların icadı olmadan önce de gayet rahat havalanabiliyor idi. Şimdi de onlarla yâda onlarsız yine havalanmaya devam yüksek irtifalara doğru.
Nedir bu icatlardan daha eski olan ve bizi havalandıran. Biliyorsunuz, sizde de var zaten herkeste olduğu gibi. Ego. Ama hala havalarda değilim diyor iseniz ego uçuş aracınızın benzini yok demektir.

Yoksa araç halen hazırda sizi beklemektedir. Sadece havalanmaya yetecek kadar yakıtı yoktur. Koyun bir yakıtı bak nasıl havalanacaksınız birden.
Yakıt iki türlüdür; ya para ya da şöhret. İkisi bir arada, o da uzay uçuşu olur artik. Yükseldikçe yerçekimi azalır. Oksijen azalır.

Bazen öyle bir noktaya gelirsiniz ki, alçalmak için çok geçtir. Zira artik yerçekimi de yoktur geri dönüş için yakıt da. Öyle kayar gidersiniz uzay boşluğunda.


Mavi yerküreye özlemle bakar olursunuz ondan uzaklaşır iken aheste aheste. Ayağım yere bassa yeter dersiniz neresine olursa olsun. Ama ego havayollarının uçuşları tek gidişlidir, maalesef gidiş dönüş bileti yoktur bu havayollarında.

29 Nisan 2012

ErteleME


Ertelemek. Ruhun kaçınılmaz hastalığı. Ertelemek. Biliyor olmanın bir lütuf değil de artık sana bir yük oluyor hale geldiği vakitlerde başlar ertelemeler.

İrili ve ufaklı binlerce ertelemelere sahibiz hepimiz. Yapman gerektiğini ve zaruretini biliyorsun ama telafi etmek için daha ne kadar zamanın olduğunu bilmeden rahatça erteliyorsun. Hatta bunu çok fazla irdeleme ihtiyacı bile hissetmeden. Bu ne cüretkârlıktır? Bu ne vurdumduymazlıktır.

Ey ertelediği için bin pişman ölüler! Bir kalkın de ses verin biz acizlere. Zira anlamayız biz faniler kürek kürek toprak üstümüze atılmadan.

En büyük kayıp aslında en rahat ertelediğimiz. Ruh çelişik iken kan nasıl düzgün akar damarlarda, kalp nasıl vurabilir aynı ritimde yorulmadan ve beyin nasıl aşabilir bedenin aşamadığı mesafeleri? Ruh çelişik iken, biz nerede arıyoruz huzuru?

Ben bilmez iken cahil idim. Öğrenir iken cesur idim ki erteledim. Ama bilir iken acizim ki erteliyorum.

Sizin hangi ertelemeniz damarlarınızdaki kana komut veriyor. Hangi ertelemeniz, beyninize bir kamçı gibi vurur iken hala gülümsemeye devam edebiliyorsunuz? Hangi ertelemenizin asla dönüşü olmayacak? 

Ey ölüler, hayatta olanlardan daha çok fayda vardır esasında sizlerden bizlere. Bir dillenseniz, tüm âlimler dilini yutar. Sizi duyabilenler asla erteleme cesareti bulamaz kendinde. Bu tüm yaratılışına aykırıdır.

Ey ölüler, bir ses verin ki ertelemeler bitsin bu fani dünyada. Zira sizleri duyan erteleyemez, alim ise de, cahil ise de.

26 Ocak 2012

Yanlış İnfaz


Ne yaparsan yap, ne kadar direnirsen diren, tüm enerjini o yöne akıtmaya çalış, eğer yönün doğru değilse, patinaj çeken kabak bir lastiğe dönüyorsun zamanla.
Bildiğim ve gördüğüm odur ki, asla fıtratının dışında bir hayat yaşamaya ve ideallere ulaşmaya çabalamayacaksın. Oldu, o emellere ulaştın, bedelleri gelenden çok daha fazla olacaktır. Oldu ulaşamadın, kendine hak etmediğin başaramadım damgası vuracaksın ve mutsuz olacaksın.
Sonuçta fıtratının dışında her türlü yaşam, başarılı yâda başarısız gözüken, seni mutlu etmez. İnsanların arzuladığını, kendi arzuların olarak algıladıkça, hayat bir nehir gibi akıp gidecektir asla geri alınamaz şekilde.
Her insanın kendi içinde yaşattığı zarafeti olabilir. Ama bunun değerli olanı ancak dışarıdan diğer insanların algılayabildiği kadarıdır. Beni seviyor ama benim haberim yok, bana değer veriyor ama benim haberim yok, beni takdir ediyor ama benim haberim yok.

Kusura bakmasınlar ama böyle tipleri hiç iplemem. İçinde yaşadığını dışına vermekten korkanlar beni sevmesin arkadaş. İstemem silik, güvensiz kişilikleri. Nedir korktuğun, bilirse şımarır mı? , bilirse başıma kakar mı? Korkak. Hem de ne korkak.

Ben sevdiğimi ve takdir ettiğimi paylaşmaktan hiç korkmam, beni bilen bilir. Çünkü olur suiistimal olursa gönül evimin kapısının dışında bulur kendini hiç farkına bile varmadan. Selam verir, sohbet ederim yine, ama asla sevilmez tarafımdan eskisi gibi ve o anlam veremez belki bu sürece ama korkak olduğu için ne oluyor arkadaşlığımıza diye gelip soramaz da zaten sana. Öyle sıkışır kalır seninle ve sensizlik arasında.

Hiç korkum yok mu? Var tabi. Hem de ne korku. Hak yemek. Bu kadar kendi haklarının dokunulmazlığına ve saygınlığına önem veren bir şahsiyet olarak, bir başkası ile ilgili, haksız yargıdan ve haksız muamele etmekten çok çekinir ve korkarım. Bunu bana nasıl yapabildin ya da bunu bana nasıl söylersin sözü beni bitirir.

İnfazlar çok olur benim hayatımda, zamanı geldiğinde tereddüt etmem ipi çekerim, kim ucunda sallanan diye bakmadan. Ama bu kararlılık beni korkutur çoğu zaman yanlış infaz yapmış olmaktan. Zira çok geç olabiliyor bazen o arkadaşlık ipin ucunda sallanır iken. Çok korkarım yanlış infazlardan, hem de çok .

01 Ocak 2012

İhanet Mahkemeleri



Bir suçlu aramak gerekirse her zaman aldatan suçludur tabi. En azından yürek asla tersini söyleyemez. Aynı zamanda kendi başına gelebilir korkusu ile bu yıpratan ve yıkan olayı, kendi hayatından mümkün olduğunca uzak tutabilmek adına, suçlarsın her zaman için aldatanı.

Cinsiyet gözetmeksizin değerlendirmek gerekir ise, aldatmak bir sahtekarlıktır ve suçlu çarmıha gerilmeli, kızgın güneş altında aç ve susuz bırakılmalıdır. Aldatılan bunu ister aldatan için koşulsuzca.

Ceza kanununda suçun işlenip, işlenmediği as olandır ve hüküm bu karar üzerine verilir. Suçun işlenme nedeni, ancak akli dengesi yerinde olmadığı ya da nefsi müdafaa olması durumunda hüküm verilmesine engel olabilir. Bunun dışında tüm dış etkenler suçun varlığını ve kötülüğünü yok saydırmaz.

Bu durumda aldatan şahıs için, hüküm vermemek için iki gerekçemiz vardır, aklı denge bozukluğu ve nefsi müdafaa. Olayı bir cinayet değil de duygusal bir travma olarak ele alırsak, aklı denge bozukluğunu; duygusal ve cinsel tatminsizlik ve nefsi müdafaayı da; aşağılanma ve onay alamamaya tepki olarak tanımlayabiliriz.

Böyle bir girişten sonra hayalinizde İhanet Mahkemeleri’nin kurulduğunu canlandırmanızı istiyorum. Davalı; aldatan. Davacı; aldatılan.

Aldatan ne şartlarda suçsuz bulunabilir sizce? Aldatılan ne derece, aldatanın bu suçsuz bulunuşunu iç dünyasında kabullenebilir. Düşünün ki mahkeme kuruldu ve sizi aldatan eşiniz ya da sevgiliniz yukarıdaki iki gerekçeden birisini ispatlayarak suçsuz bulundu. ‘Tamamdır o zaman, adalet mülkün temelidir, gel canım tekrar yatak odamıza dönelim.’ mi diyeceksiniz?

Tabi ki bu imkânsız. Çünkü hukuk mantıksal değerlemeler ve karşılaştırmalar ile icra edilir. Ama bir ilişki tamamen duygusal beraberlik üzerine kurulmuştur. Dolayısıyla aldatma sonrası ilişkilerin bitmesi, mantıksal değerlemeler ve eleştiriler sonucu değil tamamen duygusal reaksiyonlar akışında gerçekleşir. Mahkeme kurulamadan infaz gerçekleştirilir.

Bazı ilişkiler de vardır ki, aldatılan, aldatıldığını görmezden gelmeyi tercih eder ya da gözüne bariz batar bir durumda olay gerçekleşmiş ise de; ‘Medeni olalım, bunu çözebiliriz.’ yaklaşımları olur. Aldatılmayı bu şekilde karşılayabilen bir eş için şunlar söylenebilir; ilişkisinde duygusal boyut zaten yoktur ya da hiç olmamıştır veya aldatan zengin bir erkek ise de kesin nikâh öncesi evlilik sözleşmesi imzalattırmıştır.

Aldatan erkek yâda kadın fark etmez, ikisinin de birbirinden bu konuda üstünlüğü veya dokunulmazlığı olamaz tabi ki. Ama dişi, erkek kime sorarsanız sorun; ‘ Annenin mi babanı aldatması seni daha çok yıkar yoksa babanın anneni mi aldatması?’ sanırım cevabın çoğunlukla ‘Anne’ olarak geleceğinden siz de eminsinizdir.

Bunun altında yatan kadının bedenin doğurgan olmasından dolayı daha kutsal olarak kabul edilmesidir ve bu mabedin kirlenmesi tüm ilişkiyi, tüm evliliği hatta çocuklarını bile kirletir şeklinde algılanmasıdır. Burada kadının duygusal sorumlukları yine erkeğe göre maalesef daha yüklüdür ama yaratan tarafından bu yükü taşıma üzerine de erkeğe göre bin kez daha güçlü yaratılmıştır.   

Bir erkek aldatıyor ise, ona yaratanın lütuf olarak sunduğu kadının değerini algılayamamıştır. Bir kadın aldatıyor ise yaratanın kendisini bir mabet olarak dünyaya sunduğunu algılayamamıştır. Her ikisi de her halükarda ne büyük kayıptadırlar.