Hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Mart 2014

İç Ses



Kendimi deli gibi koşarken buldum. Bilmediğim sokaklara dalmışım haberim yok. Kalbimin ritmi tavan yapmış ama yorulmuyor bedenim.
Üzüntü ve kızgınlık, kazana atılan kömür gibi kor yapmış tüm benliğimi. Burnumdan buhar çıkarır gibi öfke kusuyorum adeta.
Yüzümü gören sanki katilmişim gibi bakıyor bana yada birazdan katil olacakmışım gibi. 
İçimde çok sık duymadığım o ses bu kez nasıl çığlıklar atıyor. O bağırdıkça derinlerde, kalbim damarlarıma abanıyor tüm adalelerimi gererek.
Şimdi cinnet denen görünmez canavar ile tanışıyorum işte. Aklımın hükmünü yitirmeye başladığı anlar.
En imkansız ve vahşetin, en akıllıcaymış gibi gelmeye başladığı dakikalar. Ve sanki suçu üstüne alacakmış gibi sana destek çıkan o nadir duyduğun iç ses.
Şimdi koşan bedenim değil beynim uçtan uça. Kaldırımda oturuyor olsam da beynim ışın hızında her yerde.
Geri, ileri bir video oynatıcı gibi sarıyorum yaşanmışlarım ve yapmayı planladıklarımı. Artık hem senaristi hem yönetmeni hem de oyuncusu olmuş durumdayım bana ait bir sahnelik bu filmimin, yapımcısı ise o iç ses.
Nerede olduğumu bilmez iken nasıl oldu da evimin kapısına böylesine çabuk geri geldim. karar alınmış olunca nasıl da farklı çalışıyor beyin. Ve bedenim de nasıl uyuyor ona ahenk ile.
En korkutucu ve zalimce durumların oluşumunda ne kadar organize çalışıyor zaaflar ve korkular.
Hala evdedir umudu ile sessizce giriyorum kendi evime sanki bir yabancıymışım gibi. İç ses sanki evimde daha yankılı ve gürültülü. Bir kaç farklı ses gibi aynı şeyleri tekrarlıyorlar zihnimde.
İtiraf etti diye kabullenebileceği mi nasıl sanabilir böylesine ben onu sever iken. O refleks tokatlara rağmen hala evde mi acaba?
Evet orada. Şöminenin karşısında oturmuş. Hala ağlıyor, sızlanıyor. Acaba beni üzdüğü için mi yoksa sert tepkimin etkisinden mi diye düşünüyorum.
İç ses bağırıyor :" Ne fark eder ki, öldür onu."
Evet ben neden geri geldim ki zaten? Şimdi yukarı yatak odasına çıkacağım ve komodinden silahımı alacağım.
İç ses sanki kahkahalar atıyor, öfke duygusu heyecana dönüşüyor, garip bir titreme önemli bir sınav öncesi gibi.
Tam yukarıya çıkmaya yöneldiğimde, merdivenlerin başındaki yüksek sehpada aradığımı gördüm. Silah. Ama neden orada? Neden yukarıda komodin de değil, aşağıda girişte karşımda?
Sanki evren bana hizmet ediyor gibi geliyor bir an ve keyifli gülümsüyorum doğru yolda olduğumun teyidi gibi. 
Ama bu sefer o dış ses her şeyi alt üst eden: "Gitsem de beni bulacaksın. Salsan da dönüp geleceksin. Affetsen de kendini yiyeceksin. O zaman uzatma çek tetiği."
Sessizlik. Neredesin iç ses. Hadi bas tetiğe.
Bak üstüme geliyor korkmadan. Yere bakan silah tutan elimi tutuyor şefkatle ve kaldırıyor nazikçe namlu kendi alnına denk gelince kadar. 
O bu kuvveti bulurken kendinde, ben bir tetiğe dokunamıyorum. Hatta korkuyorum kaza ile dokunacağım diye. İç ses! Hani öldürecektik onu? Neredesin? 
"Bu değil mi istediğin, delicesine sevdiğini, kanlara boğmak, hadi bitir şu işi"
Yok. Olamaz. Şimdi de parmağını tetikteki parmağımın üstüne koydu. Korkuyorum. Beni bırakıp gidecek diye çok korkuyorum. Ne yapmalıyım.? Bu ne sessizlik? Ne çok cevapsız soru zihnimde bir kaç salise içinde. Bu nasıl bir panik? Nasıl bir kaos? 
Hayır, bastırma parmağıma. Elimi çekmek istiyorum silahtan ama kabusta bağırmak isteyip de bağıramamak gibi, sinirlerim iletmiyor beynimin komutlarını kollarıma.
Bütün iletişim karışmış hem ruhsal hem de bedensel. O parmağıma basarken göz bebeklerine kilitleniyorum. Nasıl derin ve dingin bir mavi.
Bir enerji geliyor o göz bebeklerinden tüm benliğime. Ve iç ses sanki tren kaçıyormuş gibi parlıyor yeniden kısa ve öz.
Tetiğe basılasıya kadar onu bir daha duyamam kaygısı ile dediğini yapıyorum koşulsuzca. Sert bir bilek hareketi ile namluyu çeviriyorum kendime ve beraberce basıyoruz tetiğe ve beraberce bitiriyoruz beraberliğimizi.
Evet. Kesinlikle böylesi daha iyi. Tamamen sustu iç ses. 

07 Nisan 2013

Dünyalarımız Farklı Artık




Gelsen de çok geç artık. Ben o gün bıraktığın yerde değilim ki. Ne kadar kısa zamanda ne kadar çok yol aldım. Bir kasırga içine düşmüş gibi hissederken, bir başka dünyaya rüzgârlar alıp getirmiş beni, şimdi fark ediyorum. Bu geldiğim yeni dünyada, yaşam çok farklı öncekinden. 
Burada mutlu olmak umuduyla, acıyı ve suiistimali kana kana yaşayanlar yok maalesef. Bu dünyada el âlem ne der diye düşünerek karar almaya çabalayan ahmaklar da yok. Burada sadece kendi mutluluğunu düşünen ve kendine saygısıyla kendini mutlu edebilenler var.
Senin beni bıraktığın yerde değilim artık. Müteşekkirim aslında sana ama sen bu dünyadan değilsin ki, beni anlayabilesin. 
En güzeli de, bildiğimi artık asla bilmiyor gibi yaşayamayacağım. Artık biliyorum. Yüzleşiyorum. Kabul ediyorum. Ve kendimi seviyorum. Seviliyor olmak için seni sevmekten vazgeçiyorum. Çünkü ben, benim tarafımdan artık seviliyorum.
Gözyaşlarım sadece yüreğimin nemini dışarı veriyor. Kendime çektirdiğim acılar, nedeni değil artık gözyaşlarımın. Yetim ve öksüz kalmış bir çocuğun yalnızlığı yakıyor beni, ama sensizlik yakamıyor. 
Ben senin dünyanda değilim artık. Soluduğumuz hava aynı  olsa da, aynı güneş bizi ısıtıyor olsa da  ve aynı ayın yakamozunda, o geceyi ikimiz de anımsayacak olsak bile, aynı dünyada değiliz artık.
Ne ilginç ki, belki beni acı çekiyor görseydin, daha mutlu hissedecektin kendini hala seviliyorsun diye. Ama üzgünüm. Beni güçlü görmek seni yıktı. 
Bir düşün istersen; beni kaybetmiş olmak mı yıkan seni, yoksa seni tacı başında bir kral gibi karşılamamam mı? Kendinden şüpheye düştün değil mi? 
Başla o zaman muhasebeye kendinle. Vur dibe vurabilirsen. Umarım vurursun ki yukarı çıkabilesin ve umarım yaşayabilirsin  sen de yeni bir hayatta başlama heyecanını.

22 Eylül 2012

SERÇEM



Çökmüşsün yolun ortasında. Ay dolunay değil, ışığı yetersiz. Uzaktaki sokak lambası yanar söner selam vermekte. Bir kuş sesi bile duyulmaz vakitlerdesin. Yüreğin ağlar ama gözlerinden akmaz o yaşlar. Hiç küskün olmadığın kadar küsmüşsün geleceğine.  Şu yolun ucundan hızlıca sana doğru  gelen koca iki far bekliyorsun adeta. Ne yalnızlık, ne çaresizlik.
Oysa bir el uzansa gel diye, nereye götüreceğini bilmeden tutup gideceksin onunla. Bir el, bir ses, hadi diye. Ama yok, yok, yok. Dışında bulamadığını içinde aramalısın böyle zamanlarda. Zaten içindekini bilmediğinden kalmışsın böyle çaresiz. Mutluluğu dışındakilere bağlamışsın tereddütsüz, ısrarla ve onlar da sana sırtını dönmüş teker teker. O el her an uzanıyor kalbinden sana. Dinle! Dinle! Dinle! Tut sımsıkı bir kez, sen bıraksan o seni bırakmaz bir daha. Yalnız kalmak ancak kendini duyamayanlara mahsus. Duy! Duy! Duy!..
Bir serçe kondu dizinden biraz öteye yolun ortasına. O iki minik göz sana bakarak kafasını bir sağa yasladı bir sola. Ne yaparsın burada der gibi bir eda var parmağın kadar olan bu canda. Sıçraya sıçraya yanaştı dizine doğru. Cüssesi olsa sanki itecek seni gagası ile yolun kenarına. Hadi git yaşa diyecek dili olsa konuşabilse. Belirsiz bir tebessüm oluştu yüzünde. Bilsen ki korkup kaçmayacak alıp eline sarılacaksın o minicik cana doyasıya. Nasıl verebildi o minik can sana bu sevinci?
Gagasını sürttü sağlı sollu yere ve baktı minik gözleri ile. Sıçradı bir adım daha ve yine gagasını sürttü kendini hırpalar gibi. O sırada gözünü kamaştıran o koca farlar belirdi yolun diğer ucunda. Umutla beklediğin o farlar gözünü öyle aldık ki serçeyi seçemez oldun ve o an fark ettin ki beklediğin sonun henüz gelmemiş. Bir gayretle yeniden canlanan ruhunu taşıyan garip bedenini yolun kenarına sürükledin.
Minik serçen uçmadı. Kanatlarını uçmaya hazırlar gibi açıp kapadı bir kaç kez. Ama uçmadı. Serçeler bilir ne zaman yoldan zıplayıp kaçacaklarını diye avuttun kendini bir kaç saniye daha ama o sadece  sana bakarak kanatlarını bir kez daha açıp kapadı. Neden ki diye düşünürken yolun kenarında farlar geçti seni ikaz etmek için o güçlü kornaya basarak. O acı korna sesi, senin acı çığlığınla birleşti... Seeerrrrr-çeeeeeemmmm…
O minik can cansız yol üstünde. Sendeki ruh ise canlanmış ağlaya ağlaya dağlar gibi. Bir minik serçe ölü avucunda, o ölen can geçmişin olmuş artık senin. Bir can giderken sana can geldi. Sadece bir kaç saniyede neler verdi bir minik serçe?
Ne zaman görürsen yollarda bir ölü serçe, bil ki bir ruh daha kurtuldu karanlıktan. Sen de ol gönülden bir serçe ve git sokağın ortasında çökmüş, farları bekleyen bir çift dizin önüne kon ve hisset  serçelerin sahip olduğu,  koşulsuz yardım huzurunun hafifliğini.  

04 Ağustos 2011

Solma Ellerde




Onun doğumu ile gelen karanlıktan o suçlu değildi. O doğarken anasız kaldı, ben ise ruhumun eşini kaybettim. Seneler acımı yok etseydi doya doya sarılabilirdim ona. 
Oysa saçları, gözleri o kadar benziyordu ki annesine. Kızım gelinliğini giydiği gün, aşkım kanatlandı geldi sanki bir melek gibi ve kulağıma fısıldadı: '' Ben giyememiştim gelinliği ama kızımız kadar güzel olamazdım zaten. Sarıl ona ve onu sevdiğimi söyle.''
Ben titrerken diğer meleğim geldi beyazlarla, ne kadar güzeldi. İlk kez sarıldığımda ona tüm sevgimle, o şaşkın, ben pişmandım geçen senelere. ''Kızım annen seni çok seviyor'' dedim. Ağlarken gülümsedi ve dedi ki, ’’Bunu ben hep biliyordum baba. Onun canını taşıyorum ve ona hala aşık adamın kızıyım.’’
Onun, canımın bir parçası olması, o kadar güzel ki. Eşimi o doğduğunda kaybettim. Kendimi ise o başkasına giderken buldum. Güle güle gülüm, solma bensiz ellerde.

03 Ağustos 2011

Avcı Kadın



İdealleri olan bir kadındı. Güzel çekici ve en önemlisi hayranlık uyandıracak kadar zeki bir kadın. Farklı olmak onun için sıradandı ama bunu kullanmasını çok iyi biliyordu. 
Çevresindeki erkeklerin beğenisini büyük bir özgüvenle hoş karşılar, onların sergilediği hayranlıkları masum şekilde izler ama gönlüne girecek son vizeyi asla vermezdi. Aşkı seviyor ama aşka güvenmiyordu.
O adam ise içini görüyordu onun. Ama istediği maalesef gördüğü değildi. Kadın masum seyircilikten zeki avcılığa geçtiğinde zekâsı ve cazibesi tek bir güç oldu. Adam av olmaktan korktu. Ama av olmaktan kurtulamazdı ve koşulsuz yüreğini açıp dedi ki; 
"Cazibenin ve zekânın ağında sana av oldum. Ama bil ki, ağlarını gevşettiğin an, benim aşkım uçar ve yakalayamazsın."
Kadın istediğini hep almıştı zaten. Hırslı idi ve bu sefer aşk için hırs yaptı ve dedi ki;  
''Sen benimsin ve sen aşkımla yanarken, ben de bu alevi sevgimle körükleyeceğim. Ve sen benim hep sıcakta olmamı sağlayacaksın''.
Adam haykırdı kendi içinde şiddetli ses ile: '

'Aşk sana hazırım. Bedeli ne olacaksa olsun. Gel al benden ne alacaksan karşılıksız, yeter ki küçümseme bu kadının tenine ait olan,  benliğimin köleliğini''.

02 Ağustos 2011

Kapkara Kalem


Uykusuz geçen bir başka gece sonrası, isteksiz selamımı vererek güneşe uyandım. Esasında pek de uyumuş değildim. Uyku fazla lüks ve özlenen bir şey idi artık hayatımda. Uyku ve birçok şey.


Çok karamsar yaşayan biri düşüncesi belirmiştir şuan zihninizde. Haklısınız. Ama ben de haklıyım. Yaşamdan artık bu kadar zevk alamamakta ya da almayı tercih etmemekte.


Beni,  ben olmayan şeylere getiren olayları anlatarak zaman kaybına gerek yok. Ya çok sevdiğim terk etmiştir, ya da bir kazada ölmüştür, ya da tüm paramı batırmışımdır, ailem bana asla sahip çıkmamıştır ya da  hepsi birden. Ne fark eder ki?  Sonuçta yaşadıklarım sonrasında, ben acı çekmeyi tercih ettim. Yanlış anlamayın. Kimse bana acı çektirmedi. Ben acı çekmeyi tercih ettim. İhtiyacım varmış demek.


En ilginç olan ise;  kendimi,  kendime ait bir hasta gibi gözlemlemeye devam etmem. Yanlışları farkında yapıyor olmak, beklenen üzücü sonuçları da  ''nerede kaldın''  gibilerden karşılamak. Kime karşı bu öfke?  Kendime tabi.  Hayatımı dinleyen talihsiz diye nitelendiriyor ama bence,  ben hak ettiğimi ya da ihtiyacım olanları yaşıyorum.


Aylardır ne saç,  ne de sakal traşı olmadım. Aynaya bile bakmıyorum esasında. Kendimi bırakmak değil altındaki. Tanınmaktan korkmak bu rezil halimle eski yüzlerden. ‘’Sen ha? Bu hallerde? Nasıl olur? ‘’ polemiklerinden uzak kalmak. Tek bildiğim ve inandığım bir şey var;  en keskin yerinde virajın hız kesip kontrolü ele alacağım. Virajın neresindeyim acaba şuan?


Karakalem portrelerden doyuruyoruz ufalmış midemizi. Geçmişten kalan tek destek. Fındıklı parkında benden perişan bir ağaç gölgesindeki bankta açarım tezgahı.  Haftada birkaç gün, birkaç saat. Biraz ilerde de güzel sanatlar okulu. Sanat diye bildikleri şeyin ucuzluğunu göstermek istermiş gibi o üniversiteli idealistlere. Aralarında izleyip, sanatçıya saygı edasında yanaşıp diyalog kurmak isteyenleri oldu tabi. Ağzımı bıçak açmaz benim. Küskünüm dünyaya, dünyanın üzerindeki zerre kadar olan canlıya. Ne diyeyim ki?


‘’Benim de portremi çizer misiniz?’’ sesine başımı kaldırdığımda gördüm ilk kez yüzünü. Görmeden sanki sesinden görmüştüm zaten yüzünü. Omzunda çizimlerin konduğu çantalardan vardı. Ücreti gösteren el yazısı ufak tabelamı gösterdim bakışlarımla. ‘’Tamam sorun değil.’’deyip oturdu bankın köşesine. Yüzünü ezberlemiştim sanki o anda. Belki birkaç kaçamak bakışla çizdim. Onun haricinde çoktan zihnime işlenmişti zaten. Biten resme hayran bir edayla değil eleştirmen bir hoca gibi bakarak şunları söyledi; ''Anlatılanlara göre biraz hayal kırıklığı yaşadım doğrusu. Ama yine de teşekkürler.'' Parayı uzatırken sanki benden bir simit almıştı. Nedense yaptıklarıma hiç değer vermiyor görünmesine gücenmiştim ama bunu ifade etmeden parayı alıp portreyi verdim.


Eminönü’nde balık ekmek. Uygunsuz görüntü ve yaşamda ufak bir zevk. Ardından bir Marmara şarabı,  sonra ver elini Sarayburnu ve gece yarısı sonrası Ayyaşlar parkı. Mutlu muyum?  Hayır,  ama mutsuzluk kavramını da hissetmiyorum artık. Sallana sallana bul köhne baraka evi,  sız ayakkabıları bile çıkarmadan. İşte benim lüksüm. Kuralsızlık,  belki de gerçek özgürlük. Ben herkesin içinde olanı serbest bıraktım esasında. Bunun neresi garip?


O yüz yine yakınlarımda bu sabah. Hissediyorum. Karşılaşmayı umut etmeden bekliyorum. Çünkü biliyorum. Planlanmış bilinçsiz davranışların başlangıcıydı o porte talebi. Virajın neresindeyim acaba şu an?


Geldi tabi. Daha güzel bir portresini çizmemi istemeyecek zekilikte geldi bu sefer. Zaten o tarz bir şey olsa çok şaşırırdım. O planlanmış bilinçsiz davranışlarının bana ne etkiler vereceğini biliyordum ama sadece nasıl olacağını bilmiyordum. Merak ediyordum. Uzun zamandır ilk kez merak ediyordum bir şeyi. Ona aşık olamayacağımı bilme rahatlığıyla merak etmekten de rahatsız olmuyordum.


Karşımdaki bankta oturdu, dosyasından çıkardığı tertemiz geleceği başladı karalamaya. Beni çiziyordu. Rahatsızdım ama, ancak ona doğru bakmamakla tepki verebiliyordum. Çünkü tepkisizlik bir alışkanlıktı düzensiz lüks yaşantımda. Bir an evvel bitirsin de, ukalalıkla yeteneği bana gösterirken, asıl sıradanlığını göreyim istiyordum. Ama bir anda gelen o samimi rica tonlu sözlerle tuş oldum; ''Bankın sağına kayabilirsiniz acaba?  Arkanızdaki ağacın gövdesini tam göremiyorum da.''
Tabi ya . Aynen böyle olmalı idi. Benim virajımdaki rolü o kadar basit olamazdı. Sığıntı gibi kaydım dediği tarafa. Gülümseme ile teşekkür etti ve zevk de aldı belirsiz sandığım şaşkınlığımdan.
Hayatı öğrendiğim için hayata o kadar olumlu bakmıyorum sanıyordum ama sanırım sadece dalgalı denizlerin asla durulmayacağını düşündüğüm için bakışım böyleydi. Oysa bir deniz fırtınasının ihtişamı ve gücü ne kadar etkileyicidir? Neden kendi hayatımızdaki fırtınalara aynı gözle bakamıyoruz? O da ayrı bir soru.


 Biraz fazla yüklendim bu aralar aciz zihnime. Sadece nefes almaya devam etmeliyim oysa. Kendi kendime bunu değiştiremeyeceğim için,  o şımarık zeki kız sadece bir renk idi bugüne kadar bakmadığım gökkuşağında. Virajın neresindeyim acaba şuan?


23 Temmuz 2011

Zoraki Katil

Her yer bulanık idi, muazzam bir baş ağrısı, hatta derin bir sızlama ense kökümde. Bulanık görmemi düzeltmek ve neler olduğunu idrak etmek istercesine kafamı salladım ama nafile. Yatağımda olduğumu seçebildim ama giysilerim üzerimde ve hafif ıslak, üşüyordum. Doğrulmaya çalıştım ama başım bir ton sanki.

Anlamaya çalışıyordum durumumu. İçeride mutfaktan gelen sesleri duyuyordum. Zorlanarak dikildim en azından kolumla destek alarak yatakta oturacak kadar ve o an gördüm odamın girişinde kapının eşiğinde çökmüş gibi duran hareketsiz adamın bedenini ve ölü bakan gözlerini.

Elim enseme gitti gayri ihtiyari ve yastığıma bulaşan kanın bana ait olduğunu ve ölü bakan adamın yanında duran kısa siyah copu fark ettim. Bana kim ne zaman ve neden vurdu? Eğer bana vuran bu adam ise içerideki ya da içerdekiler kim? Hemen komedin çekmecemdeki silahım aklıma geldi.

Odanın en diğer ucunda olmasına ve tam net görememe rağmen beş çekmeceli komedinin orta çekmecesinde olduğundan emin olduğum silahımı almak için yarı kör bir şekilde ve büyük ense ve baş ağrısıyla oraya doğru yöneldim. Ses çıkarmamak için kendimi kontrol edebildiğim kadarıyla ilerliyordum. Ama daha odanın öbür ucuna gelmeden orta çekmecenin açılmış ve içindekilerin dışarı dağılmış olduğunu seçebildim. Neden sadece o çekmece? Neden diğerleri açık değil?

 Hemen yerdeki copu almak için tanımadığım cesede yanaştım ve eğildiğimde fark ettim ki göğsünde iki kurşun deliği var. Odamın kapısının kirişine yaslanarak oturur kalmış bu tanımadığım cesedin sol eli bacaklarının üstüne düşmüş ve parmakları sıkıca kanlı bir havlu tutuyor tabi büyük bir olasılıkla bana ait bir havluyu. Yani bu adam kanamasını durdurmak için orada öyle havlu ile yarasına basarken ben baygın bu yatakta yatıyor muydum?

Yine de nabzına baktım içerdeki seslerin devam ediyor olmasına güvenerek. Ama ölü bakan gerçekten ölmüş idi. Sonra yerde duran sağ elinin ucunda,  parkeye kanıyla yazdığı,  beni asıl sarsan o harfleri gördüm ; ...




12 Haziran 2010

Oğuz Bizi Affet....

On yıl. Yaşamak için savaşla geçen on yıl. Kendinden çok annesinin onun yaşaması için savaştığı on yıl. Oğuz 'dan bahsediyorum. Beynindeki tümör alınmasına rağmen ruhunu aramızda tutamadığımız çocukluk arkadaşım Oğuz' dan. Evladım var diye daha çok yanıyor içim onun arkadaşım olmasından mada. Çünkü annesinin on yıldır yıkılmayan surlarının, yerle bir olduğunu gördüm bugün Oğuz'umun cenaze töreninde.
Bir anne sevinebilir mi artık oğlum acı çekmeyecek kurtuldu diye. Tabi ki hayır. En kötüsü de bu zaten. Bir anne asla yavrusunun ölümünü görmek istemez. Ama onu acı çekerken de görmeye yüreği dayanamaz. Ne zordur bu iki kuvvetli duygunun arasında sıkışmak.
Oğuz'umun babası bu on yıllık süreyi doldurma gücüne sahip değildi maalesef. Baba yüreği ancak iki üç yıl dayandı bu acıya. Ne derin yaralar var bazı ailelerde. Asla kapanmaz. Belki kabuk tutar. Ama kapanmaz. Biraz kıpırdat yine kanar ince ince.
Üzüntü kadar mahçubiyet de vardı arkadaşları olarak orada hazır duran bizlerde. Acaba yeterince yanında olabildik mi bu on yılda Oğuz'umun? Hayır. Soru ne biliyor musunuz? Neden çok sevdiğiniz biri, çok kötü sağlık şartları altında yıllarca yaşama savaşı verirken, siz yeterince yanında olmuyorsunuz? Çünkü onu hep o sağlıklı günlerindeki neşeli ve mutlu haliyle hatırlamak istiyorsunuz. Egoistçe değil mi?
Acaba Oğuz'un istediği de bu muydu? O toprağın altında ilk gecesini geçiriken, ben bu kelimeleri yazıyor ve biliyorum ki, ne pahasına olursa olsun, ne kadar yaralarsa yaralısın, ne kadar acıtırsa acıtsın, ölümle savaşan bir arkadaşınız var ise, onla çok sık beraber olmalısınız. Çünkü o bunu ister.
Affet beni kardeşim. Korkalığımdan dolayı affet. Acizliğimden dolayı affet. Orada görüşürüz inşallah. Hakkını helal et Oğuz. Lütfen...