Tüm lokmaları tek lokma gibi çiğnedi. Ne acıkmış diye düşündüm. Beni de yer mi acaba. Zaten bir balinanın içindeydik. Gökyüzünden serbest dalış yapan bir balinanın. Tüm balinalarla iddiaya girmiş. serbest dalışta ben bir numarayım diye. Yunus da hakem olmuş. karadan gelen yok. Karakol da yok. Denizkol var. Denizkol pek bir derinde, biz göremiyoz. Midesinden çıksam şu balinanın. Karakola bile hasretim. Açlık ne de açlık. Ben de açım. doymadım. Yaşayamadıklarıma doymadım. Bir yiğit gelse beni balinadan çıkarsa. Er meydanına gitsek. Pazulu erkeler bir ordu olsak kim yenebilir bizi be. Meydan okuyorum tüm orkinos avcılarına. Balina serbest dalış yaparken sessiz kalanlara. Koskoca okyanusta hesap sormak gelmiyor mu aklınıza. Biz varken senin ne haddine diye. Beyaz peynir tost da güzel olur.Ama arasında domates olacak. Kediler miyavlar ama havlamak da isterler. Havlayan ise miyavlamak istemez. Gel de bunu balinaya anlat . Karakola gidicem şimdi. Azat edicem oradaki tüm suçluları. bana mı düştü. evet. balinaya inat pazulu erkeleri de alıp karakolu basıcam. aydan bile görecekler hışmımı. Aydan nasıl görünürüm acaba. Ayı ben görüyorum o da beni görecek. Ya görecek, ya da o da bana görünmeyecek. Tez aya bir ulak yollayın, bana ..
18 Ocak 2018
11 Aralık 2016
Mecburi Veda
Oysa ne kadar sırandan bir gündü.
Doğru dürüst vedalaşamamıştım bile evden çıkarken akşam geri geleceğimden
eminmişim gibi. Bilseydim gün kararmadan birkaç dakika izlerdim bulutları, gün
batımını ve denize düşen o kızıl yakamozu. Kısa bir mesaj atardım bilseydim
eşime; “Gelemiycem sanırım, ama nedeni ben değilim, sen de değilsin. Nedeni boş,
bom boş. Öğreneceksin zaten, üzül ama yıkılma, yıkılma çocuklarımız için…” diye
yazardım. Esasında daha çok yazacaklarım var diye düşünürdüm böyle bir durumda
ama nedense bu kadar daha yeterli gibi. Ama bilemedim, bu kadarını bile ona
iletemedim.
İkinci oğlum daha bebek, bir
buçuk yaşında. Onun nasıl büyüyüp serpildiğini göremiycem maalesef. İkisinin de
mürüvvetinde gelinlerimi benim adıma kim isteyecek acaba. Neleri merak ediyor
insan ölümüne belki dakikalar kalmışken. Bir dolu çuval gibi yığıldığım yerde,
her ne kadar hareket etmek istesem sadece gözlerimi oynatabildiğimin
farkındayım. Dışardan nasıl göründüğümü merak ediyorum esasında, zira
yıkarlarken bedenimi kimseye zorluk çıkarmak istemiyorum, öyle paramparça ve
biraz da eksik. Özür dilerim şimdiden tüm sevenlerimden, inanın benim hatam
değildi. Elimde olsa sizi en az üzecek şekilde gitmek isterdim bu dünyadan. Ama
bilemezdim. O dakika, orada olacağını bu olayın bilemezdim.
Sadece gözlerimi oynatabiliyor
olmam hala bir lütuf sanki. Ama bir yandan da kulağımdaki çınlama azalıyor ve
inleme çığlıkları duymaya başlıyorum. Duymasam, duymasam, duymadan o inlemeleri
kayıp gitsem. Geride bırakacaklarıma rağmen sonumu sabırsızlıkla bekler
durumdayım. Çünkü zor, çok zor. Duymak ve yanına gidip kulağına fısıldayamamak
diğer eksik kaderdaşımın, “ Bitti, gidiyoruz, rahat ol. Yalnız değilsin,
beraber gidiyoruz. Bizim suçumuz değil, üzülme, sadece sonu başlangıç gör, ve
başlangıcına merhaba de.” diye.
Sonra gözümün seçebildiği en uzak
noktaya odaklanıyorum, yana yığılmış, yere paralel. Bir kol ve bileğindeki camı
kırılmış saate takılıyor gözüm. Saat kaç acaba şu an. Sanki çok önemliymiş gibi
o dakikalarının adını koymam lazım zihnimde. Sanki günlüğüme not alacağım şu
gün şu saatte oldu olanlar diye. Ama daha ürpertici olan ise, o saati tanıyorum
ben. Evet o saat eşimin son evlilik yıldönümünde hediye verdiği saat. Birden kolum
neden o kadar uzakta diye endişeleniyorum. Kaybolmasın, eksik kalmayayım. Nasıl
bir endişe bu. Sanki tüm bedenim bana zimmetli bir emanet ve onu tam olarak
geri teslim edebilmek dürtüsü. Ne garip, ne olağan dışı. Kolumu kendime çekmek
için son bir gayret ama ancak yaşayınca insanın idrak edebileceği bir durum;
kolumu çekip alabileceğim kolum zaten orda. Ama bunu ancak onu almaya teşebbüs
ettiğinde fark ediyor insan böyle bir durumda olduğunu.
Siren sesleri, yanıp sönen mavi
kırmızı ışıklar. Oysa ben henüz geçiş yapmadım. Diğerlerine benden önce
gitseler bari. Benim biraz daha zamanım var galiba. Lütfen yalnızken gitmek
istiyorum, ne o ambulansta acınası gözlerle yapılan müdahaleler sırasında ne de
hastanede bir umutla bekleyen sevenlerimin acılarına şahit olarak. Belki bencilce,
ama bu kadarını çok görmeyin bana. Benim yaşayamayacaklarımın bir kefaleti
olarak görün bunu.
Annem, en çok da senin yüreğin
bunu nasıl kaldıracak düşüncesi beni ürpertiyor. Yok ürperme değil, üşüyorum,
titriyorum. Boynumdan beni hafif gıdıklayarak göğsüme dağılan sıcaklığın kanım
olduğunu şimdi fark ediyorum titrerken. Sanırım kanım beni daha fazla taşıyamayacak
ve ısıtamayacak kadar azaldı. Nabzımı geri sayan, sayarken seyrekleşen ve yavaşlayan
bir gong gibi zihnimde duyuyorum. Annem, bunları yaşamak için doğurmadın sen bu
evladı. Haklısın, çok haklısın, ama bilemezdim annem. Çocuklarımın büyüdüğünü görebilmek
için değil, eşime bir kez daha doyasıya sarılabilmek için değil, sırf sen evlat
acısı yaşama diye bunlar yaşanmasın isterdim Annem.
Ama benim elimde değildi. Ben sadece
oradan geçiyordum Annem, yanlış hiçbir şey yoktu gerçekten. Yine de sana karşı
kendimi suçlu hissediyorum. Bugün içinde arasaydım seni, annemsin ya derdin ki
sezerek, bugün oradan gitme oğlum, başka yerden git derdin. Biliyorum, sen
sezer ve derdin. Seni bugün aramadım annem. Beni affet, seni, ailemi, herkesi
üzdüm bilemeden. Ama böyle olsun istemezdim Annem, böyle olacağını bilemezdim.
Sıradan bir gündü. Ne rüzgâr
farklı esiyordu, ne de güneş farklı kızarmıştı batarken. İçtiğim kahvenin tadı
da aynıydı bu sabah, altı değişirken huysuzluk yapan minik oğlumun çıkardığı
mızmızlanma sesleri de. Bir ipucu olsaydı, hepinizi nasıl öper koklardım evden
çıkmadan. Tüm gün o kokuyu içimde tutardım bir nefes gibi. Ama… Ama... Sanırım vakit geldi. Son nefesi
çekiyorum yanık ve barut kokusuna rağmen. Koşarak gelen sedyelileri seçiyor
gözüm. Gülümsüyorum, acaba fark edebiliyorlar mı giderken gülümsediğimi. İnşallah
fark ederler ve eşime iletirler; “ Gülümsüyordu”.
10 Aralık 2016’da Dolmabahçe ve
Maçka Patlamasında Kaybettiklerimizin Anısına. Mekanları Cennet Olsun.
Erdem Kıralı - 11 Aralık 2016 14:41
07 Ağustos 2016
Duruş
Hoşuma gitsin gitmesin, adamın bir duruşu var ise, benim için toplumsal güdülerle hareket eden sürünün dışındadır kendisi. Duruş sergilemek öncelikle cesaret işidir. Dürüstlük ister. Kişinin kendini olduğu gibi kabul ettiğinin yegane gösterisidir. Çevresinin onu değerleme ve bir sınıfa monte etme endişesi taşıyanlar, istikrarlı bir duruş sergileyemezler. O yanar döner hal ne acizliktir.
Esasında duruşun istikrarı da olmaz. Çünkü kişi genel davranış ve tepkilerinde istikrarlı bir tavra sahip değilse, zaten bir duruşu yok demektir. Duruş ben buyum ve bu olmaktan utanmıyor ve korkmuyorum diyenlerdedir. Eminim ki bu cümleleri okurken, içten kendinizi sorguluyor ve duruşum var mı diye gelen iç sesini duymamaya çabalıyorsunuz. Diyeceğim o ki, olduğunuz kişi olmaktan memnun iseniz, aynadaki size saygı duyuyorsanız, duruşunuz sizden kontrolsüz dışarıya hologram bir bedeninizmiş gibi yansıyordur. O yok ise, onu rol ve ikna yeteneğiniz ile çıkartıp sergiye sunamazsınız maalesef.
İnsanlar bir arada yaşamak ve paylaşmak üzere planlar yaparlar. Ama birliktelik ihtiyacı, bir lideri takip etmek gerekliliğini de getirir. Liderler, lideri olmaya soyundukları grubun özelliklerine göre donanımlıdırlar. Gerek siyah deri giysileri ile gezginlik yapan, metal müzik dinleyen motor sürücülerinin lideri olsun, isterse fakir ve evsiz kişilere yardım toplayan bir sivil örgütün lideri olsun; ikisinin de liderlik donanımları ve gruplarını etkileme ve motive etme şekilleri birbiri ile benzersizdir. Ama as olan, iki liderinde çevrelerinde beğenilen ve onaylanmış bir duruşları vardır.
Duruş sadece liderlerde olur demek istemedim. Lider olanlar ancak bir duruşu olanlar içinden olabilir diyorum. Ama liderlik misyonu olmayan bir şahsiyet de, kendi aile ve arkadaş çevresine karşı, bir duruşa sahip olma sorumluluğunun farkında olmalıdır. Her birey, en azından, kendi çekirdek ailesinin lideridir ve çocuklarına karşı, bir baba yada anne olarak gurur duyduğu bir duruşu sergilemekten çekinmemelidir. Çocukları tarafından istikrarsız bir duruşla yargılanan anne babalar, çoğu zaman çocuklarını haddini bilmez hükmü ile cezalandırır. Oysa sorgulaması gereken, onlara karşı gerçekten bir duruş sergileyip, sergilemediğidir. Çocuklar uydurmazlar, sadece yansıtırlar. Onlar bizim yansımamızdır. Ama yetişkin olmayı olgun olmak sanan bizler, ne kadar ham kaldığımızın bize çocuklarımız tarafından yansıtılmasını pek hazmedemiyoruz öyle değil mi?
Şimdi, yaşınız kaç olursa olsun, ödeyeceğiniz her türlü bedeli göze alarak, duruşunuzu sorgulayın. Duruşunuzu taçlandırın, ve çevre değerlemesi korkusunu aşarak, duruşunuzu ışıklı bir reklam tabelası gibi sergilemek için her fırsatı değerlendirin. Göreceksiniz, insanlar, duruşunuzu değerlemekten çok, bir duruşunuz olmasına saygı duyacaklar. Yeter ki siz olduğunuz size saygı duymaktan ve övünerek bunu sergilemekten geri durmayın.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)