23 Temmuz 2011

Zoraki Katil

Her yer bulanık idi, muazzam bir baş ağrısı, hatta derin bir sızlama ense kökümde. Bulanık görmemi düzeltmek ve neler olduğunu idrak etmek istercesine kafamı salladım ama nafile. Yatağımda olduğumu seçebildim ama giysilerim üzerimde ve hafif ıslak, üşüyordum. Doğrulmaya çalıştım ama başım bir ton sanki.

Anlamaya çalışıyordum durumumu. İçeride mutfaktan gelen sesleri duyuyordum. Zorlanarak dikildim en azından kolumla destek alarak yatakta oturacak kadar ve o an gördüm odamın girişinde kapının eşiğinde çökmüş gibi duran hareketsiz adamın bedenini ve ölü bakan gözlerini.

Elim enseme gitti gayri ihtiyari ve yastığıma bulaşan kanın bana ait olduğunu ve ölü bakan adamın yanında duran kısa siyah copu fark ettim. Bana kim ne zaman ve neden vurdu? Eğer bana vuran bu adam ise içerideki ya da içerdekiler kim? Hemen komedin çekmecemdeki silahım aklıma geldi.

Odanın en diğer ucunda olmasına ve tam net görememe rağmen beş çekmeceli komedinin orta çekmecesinde olduğundan emin olduğum silahımı almak için yarı kör bir şekilde ve büyük ense ve baş ağrısıyla oraya doğru yöneldim. Ses çıkarmamak için kendimi kontrol edebildiğim kadarıyla ilerliyordum. Ama daha odanın öbür ucuna gelmeden orta çekmecenin açılmış ve içindekilerin dışarı dağılmış olduğunu seçebildim. Neden sadece o çekmece? Neden diğerleri açık değil?

 Hemen yerdeki copu almak için tanımadığım cesede yanaştım ve eğildiğimde fark ettim ki göğsünde iki kurşun deliği var. Odamın kapısının kirişine yaslanarak oturur kalmış bu tanımadığım cesedin sol eli bacaklarının üstüne düşmüş ve parmakları sıkıca kanlı bir havlu tutuyor tabi büyük bir olasılıkla bana ait bir havluyu. Yani bu adam kanamasını durdurmak için orada öyle havlu ile yarasına basarken ben baygın bu yatakta yatıyor muydum?

Yine de nabzına baktım içerdeki seslerin devam ediyor olmasına güvenerek. Ama ölü bakan gerçekten ölmüş idi. Sonra yerde duran sağ elinin ucunda,  parkeye kanıyla yazdığı,  beni asıl sarsan o harfleri gördüm ; ...




30 Ocak 2011

Var mıyız, Yok muyuz?



Bir gözlük getirdiler. Dediler ki; ''Bu gözlüğü takıp nereye bakarsan bak, tüm dünya görüşün değişecek, sarsılacaksın''.

Dedim ki; ''Bir gözlük neyi görmemi sağlayacak ki, böyle etki yaratacak''.

Tereddütsüz aldım ve taktım. Ani bir refleksle hemen çıkardım. Saliseler bana yıl gibi geldi.

Gizem ve merak tekrar gözlüğü bana taktırttı. Ama bu kez sakin ve temkinli. İnanılmaz bir his. Gözlüğü takmadan varsın, gözlüğü taktıktan sonra sen dahil hiç bir şey yada hiçbir kimse yok. Yada şöyle söyleyeyim; esasında her şey yok ama sen bunu ancak bu gözlükle görebiliyorsun.

Dediler ki bu gözlüğün özel camları, elektron mikroskobunun mercekleri gücünde imiş ve nereye bakarsan sadece orada var olan  atomları görebiliyorsun.

O gözlüğü takınca anladım ki, madde diye bir şey yok. Canlı cansız diye bir şey de yok. Ya her şey madde ya da hiçbir şey madde değil. Ya her şey canlı ya da hiçbir şey canlı değil.

O gözlüğü taktığınızda duvarlar yok, denizler yok, yer yok, gök yok. Gece yok. Gündüz yok. Hepsi ordalar ama yoklar. Sadece birbirinden farklı ışık kümelerinin karışımları ve ahenkleri. Hiçbir şey yok olmuyor. Sadece dağılıyor, yada renk değiştiriyor. Ama yok olan hiçbir şey yok.

Bu eğlenceli deneyim dakikalar geçtikçe ürperten bir kabus olmaya başladı. Kucağındaki köpeği ile bankta oturan bir yaşlı kadına bakıyorsunuz ve ne köpeği ne kadını nede bankı ayırt edip seçemiyorsunuz.

Hatta arkadaki ağaçları ve bankın üstünde durduğu uzun çimleri ile toprağı. Hepsi bir bütün. Hiç biri diğerinden ayırt edilemiyor.

Bu ürperten tecrübe biraz daha vakit ve tefekkür sonrası şöyle bir algıya dönüştü. Aslında hepimiz ve her şey bir bütünüz.

Neye yer, neye gök, neye canlı, neye cansız, neye gezegen, neye galaksi diyor iseniz deyin ama aslında hepsi bir bütünün parçaları.

Çünkü o gözlükle bunlardan hangisine bakarsanız bakın hepsinin aslında ne kadar homojen olduğunu görüyorsunuz. Sonuçta bana ait bir hücre, benim varlığımın ne kadar farkında ise; maalesef bizler de, ait olduğumuz bütünün o kadar farkındayız.

Umarım zaten var olmayan bu gözlüğe ihtiyaç duymadan bütünü görebiliyorsunuzdur.


23 Ocak 2011

Zaman Makinesi



Sadece beklemek. Yaparken en çok yoran en zahmetsiz iş. Beklemek. Herkes bir şeyi yada bir şeyleri beklemektedir. Farkında yada değil.

Bazen neyi bekliyor olduğumuzu ona ulaştığımızda fark ederiz. Deriz ki;  ''Ben bunca zamandır meğerse bunu bekliyormuşum''.

Bazıları da vardır ki, beklemeye tahammül edemez ve ısrarla kovalarlar ve kovaladıkça da ondan uzaklaşır duruma düşerler.

Şimdi nedir doğru olan; farkında değilmiş gibi umursamaz tavırla beklemek mi, yoksa beklediklerini yaşam nedenin olarak bilip realiteleri umursamadan ona doğru hareket etmek mi?

Bir ömür geçer. Çoluk çocuk koşuşturmalar. Bir yaş gelir ve hayatınıza dışarıdan bakabilme fırsatı bulursunuz. Ve derseniz ki o an; ''Benim yaşamdan beklentim bu değil idi''.

Bu, bir zaman makinesinin gerekliliğini kendi hayatınızda en derin hissettiğiniz anlardan biridir. Neyi bekliyor iseniz halen, ona ulaşmanızı bugünden sonra ki tercihleriniz belirler.

Şimdi düşünün ki, evinizde bir zaman makinesi var ve sadece bir seferlik kendi geçmiş hayatınızda bir yolculuk yapabilecek iseniz. Hangi ana ve olaya dönmeyi ve neyi değiştirmek isterdiniz. İşte sizin gelecekten beklediğiniz, geçmişinizde bu değiştirmek istediğiniz olay ile bağlantılıdır.

Geçmişler geleceğin enerjisidir. Yaşanmışlar, yaşanacakların nedeni ve aynı zamanda hammaddesidir.

Geçmişimizdeki değiştiremeyeceğimiz hatalarımızı telafi etmek adına gelecekten beklentiler ve umutlar oluştururuz.

Ruhumuzun geçmiş açlığını, gelecekten doyumsuz durarak kapatırız. O zaman makinesi ile hangi anınıza dönmek isterdiniz ve gelecekten beklentiniz bu anınızla örtüşüyor mu?

Eğer ki örtüşmüyorsa bilin ki, o beklentinize ulaşsanız bile, iç huzurunuz asla gelmeyecek ve yeni beklentiler tekrar benliğinizde oluşacaktır.

Şimdi o zaman makinesine binip, o anı yakalayın lütfen. O an, geçmişin size sunduğu, gelecekteki mutluluğunuzun anahtarıdır. İyi yolculuklar dilerim.