11 Şubat 2018

Kır Çiçekleri



Ameliyathaneden kaçtım. Sıvıştım değil, resmen kaçtım. Herkesin şaşkın bakışları içinde sessizce çıktım. Geri döneceğimi mola verdiğimi sanmışlardır ilk otuz saniye ama ben oradan çıktıktan sonra hızlanan adımlarla koşarak uzaklaştım. Hastanenin lobisine geldiğimde üzerimdeki ameliyat giysileri fazla dikkat çekiyor olacaktı ki tüm gözleri üstümde hissettim. Henüz yeni elimden çıkarmayı akıl ettiğim kanlı eldivenleri lobideki çöpe atarak hızlı adımlarla uzaklaşma çabalarıma devam ettim.
Nereye kadar kaçabilecem ki diye düşündüm bir an, sonra önemsiz, olduğu yere kadar dedim. Savaşın ortasında, askerleri göğüs göğse çarpışan bir ordunun generali misali, komutanlarım ile cepheyi o yüksek tepeden izlerken, birden onların o şaşkın bakışları altında bindim atıma ve kaçıyorum. Kaçış ölümden mi, değil tabi ki. Ölüm kurtuluş bizim gibi yaşamı koca kayba dönüşenlere.
Hastanenin otoparkındayım, üstüm ince üşüyorum, arabamın nerde olduğunu hatırlamıyorum, zaten anahtarı da yanımda değil ki. Bir an kaçış yersiz, kaçamıycan zaten diye iç sesimi duyuyor ve onu dinleyerek olduğum yerde kaldırıma çökerek oturdum. Çok emindim oysa. Onu kurtarabileceğimden çok emindim. Evet tümör beyinde çok sinsi bir yere yerleşmişti. Vatan edinmişti orayı, bayrağını çekmiş, hakimiyetini kurmuştu. Yaklaşanı yakarım, hatta kendimi de yakarım burayı da yakarım tarzı vardı. Filmlerini onca gören meslektaşım çok geç, risk büyük, başarı çok düşük gibi açıklamalarla tedavi etme teşebbüsüne girişmemişlerdi. Bana geldiğinde ise ben neden kabul ettim. Neden ettim? Esasında biliyorum neden kabul ettiğimi. Benzersiz bir metodum var diye değil, ben en iyisiyim, onlar yapamaz ben başarırım, kariyerime de altın harflerle yazarlar da değil. Para değil. Ün değil. O zaman neden kaybetmenin mutlak olduğu bu savaşa girdim ki.
Çünkü gözleri yaşam doluydu. Hiç erken sönecek fenerler gibi bakmıyordu. Işıl ışıl parlıyordu. Bukle bukle kumral saçlarını parmağına dolayarak çekinerek sormuştu: “Herkesin korktuğu sonuçtan ben korkmuyorum. Rica etsem siz de benim kadar cesur olur musunuz, lütfen?” Sessiz kaldım, onlarca doktor gezmiş raporları masamın yanına bıraktım ve ayağa kaktım, masanın önüne geçerek, onun karşısındaki sandalyeye oturmuştum. Gözlerimden gözlerini hiç ayırmadan ellerini bana doğru uzattı. Koşulsuz uzattım bin bir ameliyata binlerce neşter tutan ellerimi ona. Sımsıkı tuttu genç elleri ile. Sonra kendisini sandalyenin biraz daha önüne getirerek bana daha yakından bakarak beni bugüne getiren şu sözleri söyledi; “Doktor, hadi söyleyin, sizce mezar taşı yazımı mı hazırlamalıyım yoksa gelecek bahara aşk dolu girebileceğimi mi hayal etmeliyim. Bana ne tavsiye diyorsunuz, siz son durağımsınız, kaderim öyle fısıldıyor, ne dersiniz?”
İstemsiz ellerimi çekmek istedim geri ama bırakmadı, cevabı vermeden ellerini geri alamazsın gibi bakıyor, dudaklarını sıkarak son sözümü söyledim, şimdi sen konuşacaksın diyordu sanki. Ama bu haksızlık, neden benim sorumluluğumda, tıpın yetemeyeceği bir şey için neden ben sorumlu olacağım ki. Ama benim kaçamak bakışlarıma o hala öyle sevgi ve yaşam dolu bakıyordu ki dilim şişmişti sanki ne konuşabiliyor ne de rahat nefes alabiliyordum. Farkındaymış gibi bir eli ile elimi bıraktı ve masanın üstünden aldığı kâğıt mendil ile alnımda stresten biriken teri sildi. Gülümseyerek neşe ile; “Sen bu tümörle boğuşurken silemem alnını bilgin olsun, malum öbür tarafın kapısını bir çalıp geri geleceğim. Zile basıp kaçan mink haylazlar gibi. Yakalanmadan geri geleceğim değil mi doktor?”
Ne oldu peki. Değişmezler değişmedi tabi. İlk iki hamlede alt etmiştim o lanet tümörü ama sekiz kollu ahtapot gibi sarılmıştı beyinciğe. Sadece tek ve en güçlü kolu kalmıştı yenmem gereken. Ona hamleyi yapmak üzere neşteri yaklaştırırken, bukleli güzelimin o an kapının zillerini basıyor olduğunu hayal ediyordum. Onu geri çağırmalıydım hemen, yakalanmadan minik bir haylaz gibi. Daha neşteri değdirdim değdirmedim gözümü refleks olarak kapatmak zorunda kaldım. Zira sicim gibi kan yüzüme doğru fışkırmaya başlamıştı. “Daha dokunmadım ki” gibi bir şeyler mırıldanırken kanı durdurmak için tüm ekip müdahaleye başladık ama yok, ısrarla fışkıran kan, “sen misin bana meydan okuyan, hadi durdur, hadi durdur” seslenişi ile haddimi bildiriyordu adeta. “Hastayı kaybediyoruz”. Acil servislerdeki müdahalelerde duyduğum bir cümle ama kendi ameliyatlarımda ilk kez duyuyordum. Neden. Çünkü kime meydan okuduğumu fark edemedim. Nabız işaretlerine baktığımda atan kalbi gördükçe onun gözlerinin gülerek ekrandan bana yansıdığını görüyordum. Nabız düşmesine ve her tür müdahalemize rağmen, ekrana baktığımda daha içten gülümsüyordu hayal de olsa. “Doktor, onu kaybediyoruz…”
İşte yenik komutan olarak kaçtığım an o an. Nabzın sıfır olduğu anda gülerek bakmayacaktı o ekran yansımasında. Ekranda göreceğimden korkarak, onun ilk kez bana pişmanlıkla bakacağını sanarak kaçtım.

Çökmüş onun zile basıp kaçarken yakalanmış hayalini düşünüyordum ağlarken. Zihnim de o sahne aynen şöyle canlandı. Bütün yolların bir büyük yola bağlandığı ve büyük yolun ufkunda da yüksekliği belirsiz bir kapının bulunduğu bir yerde geziniyordu bizim bukleli güzel. Gülüşerek koşuştururken kapının ihtişamlığına kapılarak durakaldı. Adım adım sanki oraya çekiliyormuş gibi ilerliyordu. Kapının eşiğine geldiğinde zili aramaya başladı. Ben çığlıklar atıyordum sessizce, “Basma o zile, geri dön…” Sanki duymuş gibi irkildi ve geri dönüp beni görüyormuş gibi bakmaya başladı. Zihnimde ki bu sahne öyle gerçekti ki, onu elinden tutup geri çekmek istiyordum; “çalma kapıyı belki açmazlar ve seni almazlar içeri çalmazsan.” Koca doktordan çocuksu bir istek hayatın gerçeğine karşı. Gözleri dolmuş ne kadar güzel gülümsüyordu. Bu bir vedaydı. Bana üzülme der gibi, sonucunu biliyor olmasına rağmen zile bastı. Daha çok ağlıyor ama daha çok da gülümsüyordu. Şimdi o kapı açılacak ve o geri dönemeyeceği yere girecekti. Ama zil duyulmadı mı ne? O da şaşkın bir daha bastı daha uzunca. Kapı olduğu yerden söküldü ve yükselip yok oldu. Kırlarda rengarenk çiçeklerin arasında idi şimdi.  Her yönü aynı görünüyordu. Yemyeşil kırlarda rengarenk çiçekler. “Bak bahar geldi” diye neşelendi çocukça. Baharı görmek istiyordu ve görmüştü işte. Ama nasıl olabilir ki? Tanrım yoksa, yoksa? Elimi uzatsam tutabileceğim mesafe de yaklaştı bana elinde kır çiçekleri; “gelip beni buradan almayacak mısın, bak sana bunları topladım…” Delicesine koşuyordum hastaneye, sadece o çiçekler zihnimde, koşuyordum.   

09 Şubat 2018

Ben ve Amadeus

Evet sarayda nöbet bana kaldı. Amadeus hasta. Yani esasında akşamdan kalma. Ayyaş herif. Notalarla dans ettiği kadar kadınlarla dans etmeyi de becerebilse. Yine de tüm kadınlar ona hayran. Oysa o bir deli. Notaları ancak gelecekte manasız müzik sevenlere keyif verebilecek. Ama yine de yenilik arayanlara farklı geliyor. 
Kralımız onu esasında ününe yakışır diye saraya aldı, o karmaşık notaları üst üste bindiriyor diye değil. Maymun yazması o basit notalar, birden devleşiyor sonra tekrar bitler pireler dansına dönüyor. Kasırgada yerinden kopan ağaçların gövdelerinin bir birine çarpıp parçalanışı gibi, obua ve viyolonseller  yumruk yumruğa. Arada yan flütler yardım ister gibi düzenli girişler yapıp çekiliyor. Kemanlar zaten esip duran rüzgar, şiddetli yada hafif hep varlar. 
Ya benim müziğim? Oysa benim bestelerim başlayınca sizi bir hikayeye götüren roman gibidir. Okudukça açılır müziğim, hikayenin mizacı neyse ona uyar tüm enstrümanlar. Ama Mozart, serseri adam. Benden yirmi yaş genç olmasına rağmen müziğime gereken saygıyı göstermiyor. Bir de sızıp kalıyor, kralın huzuruna ben çıkıp onu aklıyorum.
Bir keresinde “Genç Mozart, korkarım unutulmak gibi bir endişen yok, neden sanatsal eserler yapmıyorsun?” dedim. Küstah densiz şöyle cevap verdi; “Benim beynimde portreler yazılı, ben sadece onları görüp kağıda döküyorum. Lütfen eleştirinizi beynime yazana yapınız.”
Küstah. Densiz. Sapık. Nefret ediyorum ondan. Kıskanmak mı. Hayır nefret. Ama o notaları o ufak beyne yazana da isyanım oluyor bazen. Amadeus, yıllar senin ne kadar fiyasko bir adam olduğunu gösterecek. Karmaşık notaların, kulakları tırmalar  gibi gelecek insanlara, nasıl dinlenmiş bu müzikler diyecekler. Kimse seni hatırlamayacak.

Ah, bak sen… Beyninde gördüğü portrelerden son yazdığı notaları yine boş şarap şişelerinin yanında unutmuş. Kağıdın üzerinde salyası ya da şarap izleri. İğrenç. Dur bir bakalım, nota pazarında neleri satışa çıkarmış kargaşa ile. 
Evet, flüt yalnız geziyor, ürkek, kaybolmuş, sanki ailesini arıyor, diğer flütler bizi bul dercesine girip çıkıyorlar, viyolonsel kalın baslarla “asla, asla” diyor, flüt panikte, kemanlar sesleniyor yumuşakça, biz gelicez, yardım edicez bekle, viyolonseller yine engel olacakmış gibi giriyor, o sırada obualar önemli konuğu haber veriyor ve piyano ile giriyor prens beyaz atıyla. Flüt piyanoya yetişmek istiyor sesini yükselterek kendini göstermek için ama obualar muhafızı gibi onu engelliyor. Kemanlar viyolonsellerle çatışmaya giriyor. Bize katılın ona destek olalım. Piyano karmaşayı fark edip ne oluyor orda der gibi kemanlara dönüyor. Obualar suç işlemişçesine sessizleşiyor yavaş yavaş. Piyano "çekilin geriye" diyor. Flütün sesi açığa çıkıyor özgürce, kuşlar gibi kanatlanıyor flüt, kemanlar rüzgar gibi kanadını dolduruyor flütün. Viyolonseller ince kalın kendi aralarında kargaşadalar. Piyano hepsine kendisini dinletiyor. "Flütü bırakın, bana gelsin" der gibi. Tanrım bu nasıl temiz, nasıl gerçek… okurken notaları gözlerim doluyor nefret ettiğim adam yüzünden. O serseri bir flütle arıyor iç huzuru…hiç düzeltme yok yazdığı notalarda. 
Bu nasıl bir yansımadır. Doğru dediği belli ki. O sadece yazan gördüğünü. Görmek lazım Mozart olabilmek için. Notaları iyi duyuyorum, ama göremiyorum. Ona kıyasla ben bir körüm. Körlerin arasında, tek gören olarak, bir serseri de olsa o, tek görebilen o diye özel oluyor işte. Müziğe küssem mi şimdi, yoksa onu öldürsem mi? 
Bu nasıl bir çatışma, insan hayran olduğu bir adamdan nasıl bu derece nefret de edebilir ki. Hiç nota yazamayan bir dinleyici olarak gelmek isterdim bu dünyaya. Sadece bu küstah serseriyi dinleyen bir hayranı olmak isterdim. Kaderim beni cezalandırıyor. Bu ne büyük bir ceza, çok canım yanıyor, çok...

04 Şubat 2018

Güç(6dk.)


Güç nereden gelir biliyor musun. Güç çok derinlerinden gelir. Öyle bir gelir ki yerin dibinden gelen volkan gibi. Önüne çıkan engelleri yaka yaka yüzeye çıkar. Sen de içindeki güçle tanışmak istiyorsan öncelikle gelecek yakıcı gücün önüne geçmek isteyecek her türlü kişi ve duyguyu yakıp eriteceğinden emin olman lazım. Buna hazır mısın. Güç güzeldir. Çok derinden gelir. Öyle bir gelir ki, seni de yakar ve arındırır, yeniden doğarsın, zirveler senin yatağındır artık. Bulutlar üzerine yorgan olur. Göç eden kuş sürüleri sana selam vererek yoluna devam eder. Başka bir boyutunda yaşarsın dünyanın. Tekil bir yaşamdır bu. Alışmak güçtür. Bazıları gücü ister bedelini ödmeye hazır değilken. Yanıp kül olurlar. Göçmen kuşlara selam vermek yerine  onları sanki akbabalarmış gibi görürler. Onlar kendi katillerini kendileri iç dünyalarından çıkarırlar. Güç iki tarafı keskin bir bıçak gibidir. Seni de keser, düşmanına da keser. As olan kimseyi düşman görmemektir. Güç istemek bir zaaftır aslında. Güçsüz olduğunu düşünen hep gücü arzu eder. Oysa her dağın derinliğinde olduğu gibi, her insanın da derinliğinde o lavlar vardır. Ama sadece yüzeye derinliği her kişide farklıdır. Korkuların mı var. Neden. Hadi atla o lavların içine. Kulaç at herkesin şaşkın bakışları altında. Lavlardan dalgalarda yunuslar gibi yüz. Hem yüz, hem yol al, hem de arın. Bir süre sonra, arınacaksın ve lavlar üstünden yağ gibi kayıyor ve seni artık hiç yakmıyor olacak.