10 Aralık 2011

Marka olunmaz, doğulur.

Marka olmak öyle kolay değil arkadaş. Marka olmak ile ''Bilinir'' olmak arasında ki farkı anlamak lazım önce. Biraz tanınıyor olmayı ''Biz Marka Olduk'' havasına getiren şirket yöneticileri, şirket hissedarlarının kucağına bir şirket enkazı bırakacaklardır er ya da geç.
Markanın kendine özgü bir ruhu vardır. O ruha sahip olan bir firma, zaten Marka olmak için çok çaba sarf etmeden ulaşır hedefine. Bazı ''Piyasa Çakalları '' vardır ki, onlar, iyi ambalaj, güzel logo biraz da reklam ile her şeyi markalaştırabileceklerini sanırlar. Tüketiciyi kandırmak üzere kurulan tüm markalaşma politikaları çökmüştür.
Tüketici ''Bilinir'' ve ya ''Tanınır'' bir ürün almak isteyebilir. Bu belli bir kalite standardının altına düşmeden alışveriş yapmak adına baraj görevi sağlayabilir. Ama Marka satın alacak tüketici, kaliteli bir ürün alıyor olmaktan çok bir duyguyu satın alıyor olmayı arzu eder. Marka sadece kendine özel duruşu ve vaadi ile bir duygunun temsilcisi olmalıdır. Zira bu sonradan sahip olabileceği ya da protez gibi sonradan bünyesine ilave edebileceği bir şey değildir. Marka olunmaz, Marka doğulur diyebiliriz kısaca.

02 Aralık 2011

Maskülen Feminizm



Her ne kadar feminist olmak kadınların tekelinde görünse de, bir erkeğin de, gerçek bir feminist olabileceğini ve hatta bunun hümanist olmanın doğal bir sekmesi olduğunu ifade etmek isterim.

Ezilen yada horlanan kadın hikâyelerinin, bilinen yada bilinmeyen süreçleri ve acı dolu sonları tüm toplumumuzca malumdur. Bu acı ve hüznün limitleri, tahammül sınırlarını öyle zorlamamaktadır ki, artık erkekliğinden utanır aydın kesimler, kadınlar adına başkaldırı yürüyüşlerine katılır olmuşlardır.

Şiddet ve baskı ile kadının benliği üzerine hâkimiyet kurarak, dışarıda ezilen kendi egosunu, evinin içersinde yücelttiğini sanan erkek olamamış erkeklerin, psikolojik durumlarının çok normal olmadığı aşikârdır.

Bu kompleksli erkek sürüsünün karşısına, kadını tek başına bu sürüye karşı bir güç faktörü gibi konumlandırmaya çalışan, feminist akımların yada bunların sözcülerinin, savaş boyalarının ve baltalarının tacirliğini yapar görüntüleri de pek iç rahatlatıcı değildir.

Çözüm, kadını, erkeğin karşısına bir başka erkek kimliğine sokarak direnç göstermeye çağırmak olmamalıdır. Sadece ekonomik özgürlüğüne sahip olmanın, gerçek bağımsızlık gibi kadınlara pazarlanması, bir şekilde hayatlarını tek başına kurmayı başaran ama iç dünyaları ile tezat bir duruş sergileyen ''Erkek Kadın'' ların sayılarının artmasına neden olmaktadır.

Maddi dünyada erkeklere muhtaç olmadan yaşayan bu kadınlar, manevi dünyalarında ayaz rüzgârların altında üşüyen yalnız bir kız çocuğu gibidirler. Fakat hissiyatlarını ne hem cinsleri ile ne de karşı cinsleri ile asla paylaşamazlar, zira manevi dünyaları ile ilgili paylaşımları zayıflık görür, maddi dünyalarındaki zar zor kurdukları düzeni de alt üst edeceğinden korkarlar.

Bir erkek ile yaşadığı olumsuz olayları gerekçe tutarak, tüm erkeleri o kadına kötülemek ve düşman kesmek midir bir feminist lider kadının diğer mağdur kadına yardım etme şekli?

Tenkit edilen erkeğe karşı, o mağdur kadını erkekleştirerek  karşısına rakip olarak dikmek midir çözüm?

Kadına, kadınlığından vazgeçmesi mi tavsiye edilmelidir, bağımsız olabilsin diye?

''Ben de bağımsızım, ben de özgürüm'' diye, kadınlığına aykırı,  bedenden bedene gezmek mi güçlendirir kadını?

Mağdur kadınlar, kimlerden destek ve akıl aldıklarına çok dikkat etmelidirler.

Zira çirkinlik ve cinsel bozukluklarından dolayı, tüm erkeklere düşman olan; beğenilmiyor ve arzulanmıyor olmanın faturasını tüm erkeklere kesen, feminist kamuflajı ile gezen, çok istismarcı sözcüler ve propagandacılar vardır.  

Onların amacı maalesef, mağdur ve ezilen kadınları güçlendirmek değil, onu erkekleştirerek kendi düşmanları erkeklere karşı asker yapmaktır.
Dolayısıyla, mağdur ve ezilen kadınlara; ''Erkek seni eziyor mu? O zaman kadın olmaktan vazgeç, sen de erkek ol!'' gibi bir yaklaşım çözüm olarak sunulmamalıdır.
En kötüsü ise çözümün maalesef o mağdur kadında değil erkekte olmasıdır. Zira hümanist bir erkek, bir kadına asla şiddet uygulamaz yada kadın üzerinde hâkimiyet kurma açlığı hissetmez.

Kadınlar, "Biricik paşam" diye sevdikleri oğulcuklarına, büyüdüklerinde kadınlara zulüm yapmayacağından emin oldukları eğitim ve terbiyeyi vermelidirler.

Bir kadının ''Oğlum, oğlum'' diye  gururu; maalesef gelecekte bir başka kadının '' Kadınlık Onuru "nu yıkmaktadır. 

"Erkek" olamamış erkekler yüzünden, "Kadın"lığınızdan asla vazgeçmeyin mağdur kadınlar...

 











27 Kasım 2011

Liderler Yalnızdır



Kalabalıklar içersinde yalnız kalmak en yıkıcı olan. Yıkılsan da yıkılmış görünme hakkın yoktur eğer lidersen. Birçok insan benim yerimde olmak için yırtınır durur ama nelerden vazgeçmeleri gerektiğini bilmezler. Sadece sahip olduğumu sandıkları güç ve üne özenirler.

Ben tarihin akışına yön veren bir lider olsam da, tarihin içinde sararmış bir sayfadan ibaret olacak tüm yaşadıklarım. Sayılı nefeslerimin kaldığı şu son günlerimde, ben herkesin bildiğinin tersine, kendimi hiç yaşamamış gibi hissediyorum.

Bu nasıl bir dönülemez pişmanlıktır. Bu kadar güce sahibim ve milyonları arkasında sürükleyen biri olarak neden keşke sadece bir köyde çobanlık yapsaydım diyorum şu an?

Bir gerçek var ki ben; olmak istediğimi sandığım kişinin hayatını yaşamışım bir ömür. Ona göre evlilik yapmışım, ona göre çocuklar büyütmüşüm. Oysa aslında ben, ne karımın bildiği eş, ne de çocuklarımın bildiği babalarıyım.

Dürüst bir lider olarak adlandırıldım bunca yıl ama aslında kendi hayatım koca bir yalan geçmişe baktığımda. Ben olmayan bir beni oynadım bunca yıl herkese, sanki bu benim görevimmiş gibi. Fedakârlık yapıyor olduğuma inandırdım kendimi, kendimi teselli edebilmek adına.

En kötüsü de ne biliyor musunuz? Tüm beceri ve icraatlarıma rağmen bir gün ben de toprağın olacağım ve orasıyla ilgili henüz hiçbir hazırlığım yok. Ben ki, ileri görüşüm sayesinde bugüne kadar başarılı bir lider olarak adlandırılmışım, şimdi kendimi bir o kadar kör ve bilgisiz hissediyorum bu hazırsızlığımdan dolayı.

Zamanı geldi, o gün bugünmüş. İlk kez yeni bir başlangıç beni heyecanlandırmıyor sadece korkuyorum. Tüm bildiklerim yetersiz, bomboşum sanki. Dua ediyorum bir ümitle belki bir kul yürekten benden razı olur diye. Milyonlara liderlik etmiş bir adamın, bir kuldan rıza beklemesi ne ibret vericidir.

14 Eylül 2011

Su gibi aziz olun...


Bir fikir ile başlıyor tüm yenilikler. Fikir sahibi olmak için ilim sahibi olmak gerekir yine de. İlme sahip olmadan fikir üretenler, genelde duyduğu ya da gördüğüne bir kulp ekleyerek buluş yaptığını sananlardır.

Gerçekten orijinal bir fikir yakalamak için kesinlikle o konuda belli bir ilme sahip olmak gerekir. Bazı kişiler var ki sadece çok para kazanma hayali ile bilgili olmadıkları mevzularda, yapılmışlara şapka ve kulplar takarak kendince yeni icatlarda bulunmuşçasına heyecana kapılırlar.
Ama sonu hep hüsrandır bu tarz sevdaların. Önce hangi mevzuda donanım ve bilgin var ona bakacaksın. Sonra o mevzuda yeterince son gelişmeleri takip ediyor musun, kendini yeterince yenilemiş misin onu sorgulayacaksın.

Bildiğinden kendin tatmin olduğun gün kendini fikir üretmeye yetkin kabul edeceksin. Doğru zamanda kendine bu yetkiyi vermişsen zaten, üretim kendi kendine başlar beyninin katmanlarında.

Herkesin ruhunun ve zekâsının birbirine paralelliği vardır. Ruhun yapısı zekânın gelişimini, zekânın gelişimi de ruhun mertebesinin yükselmesini sağlar. Bu karşılıklı yüceltme üretkenliğin verimliğini sağlar.

Ruhun gelişimini dikkate almadan sadece akıl ve zekâ gücüne dayanarak üretmeye niyetlenenler, tadı ve rengi olmayan meyveler veren ağaçlar gibidirler.

Ruh güçlenmek ve yükselmek için öncelikle inanca ihtiyaç duyar. Kişi kendi ruhunu yüceltebilmek için öncelikle kendine ve özüne vakıf olmalı ve ruhunun özünün ona neler katabileceğine dair şüpheleri olmamalıdır.

Özünden şüphe duyan bir ruh, bulunduğu bedendeki zekâ ile karşıt duruma düşer ve üretken enerjisini giderek yitirir.

Sonuçta, bedende ya da ruhunuzda, çelişkili yargılar ya da tezat davranışlar olmamalıdır özgün üretebilmek için. Ne olduğunuzu bilmeden, nasıl olacağınızı bilmediğiniz şeyleri arzulamayın. Gülünç olursunuz.

Kendi ruhsal kimyanızı çözüp, size has elementlerinizin birleşimini veren kendi özünüzün formülünü nitelendirebildiğiniz gün, çevrenizdeki diğer ruhsal elementleri ayırt etmeye ve kendi kimyanıza uyacak ve farklılık katacak olanları seçerek eklemeye başlarsınız.

Önce özünde var olanı istersin sadece onu bildiğin için ve kendini pekiştirmek adına. Bu ruhsal kimyanda bulunan bir hidrojen atomuna bir hidrojen atomu daha eklemeye benzer. İki hidrojen atomun vardır artık.

İlmin artıp, algılaman kuvvetlendikçe fark edersin sadece hidrojenden ibaret değildir atomlar. Sonra oksijenin başkalığını fark edersin. Hidrojen yanıcı, oksijen ise yakıcıdır. Ama ruhsal formülünde birleştirdiğinde yanıcı artık yanıcı değil, yakıcı artık yakıcı değil. Artık yanıyor olanı söndüren, tohuma da hayat veren su olmuşsundur.

Dolayısıyla, sizi yakar diye uzak durduğunuz, sizi su gibi aziz yapacak olabilir. Ama en ilginç olan ne biliyor musunuz? İki hidrojen bir oksijen (H2O) iken su gibi aziz olmuşsunuzdur ama bir oksijenim daha olsun dediğiniz vakitte de artık hayat veren su değil, öldüren, zehirli,  okside edici hidrojen peroksit’ e(H2O2) dönüşürsünüz.

Sizi su gibi aziz yapan, sizi öldürücü bir zehir de yapabilmektedir. Bu da yaratılmış olan insanoğlunun acizliğinin başka bir ispatıdır yine. Su olun, su gibi aziz olun. Ama suya dönüşmüş olduğunuzdan emin olun ki hayat verecek iken katil olmayın.

04 Eylül 2011

Güzellik hediye mi yoksa ceza mı?


Yıllar içinde her zaman değişime uğramıştır güzellik standartları. Ama güzelliğin etkileri olumlu ya da olumsuz tarih boyunca hiç değişmemiştir. Güzellik görecelidir derler ama etkileri genelde pek de öyle değildir.

Güzellik, zeka, bilgi ve yetenek ile birleştiğinde tarihini akışını değiştirebilecek, Hürrem’leri ya da Josephine’leri bir abide gibi karşımıza diker. Onlar gibiler için güzellik, sadece bir giriş biletidir, sonrasında zekâ devreye girer ve dünyayı kuzey kutbundan delip güney kutbundan çıkacak güce bile sahip olabilirler.

Bir de güzelliğinin altında ezilip kalanlar vardır ki bunlar giriş biletini elde etseler de içeri girdikten sonra ortamda sırıtmaya başlarlar.Markalar imdatlarına yetişir ve kişisel eksikliklerini, marka takılar, çantalar, giysiler ya da parfümlerle tamamlamaya çabalarlar.

Güzelliği ile kapıları rahat açabilme lüksü, bireysel gelişim ve kültürel birikimde bu şahısları geriye atar. Başkalarının müspet başarı ya da kademeli sınavlar sonucu geleceği noktalara, görüntüsü sayesinde daha kolayca gelebildiği için ek bir kültürel donanıma ihtiyaç duymaz güzeller.

Güzellik farkında olmadıkları bir korku olmaya başlar yıllar geçtikçe. Onu kaybetmek varlıklarını kaybetmek gibidir ve var olmaya devam edebilmek için onu yaşatmaya çabalarlar. Yaşlandıkları günlerde gençlik resimleri nostalji etkisi yaratmaz güzeller için. Onlar acı çekerler servetlerini kaybetmiş gibi.

Gençliklerinde de gerçek aşkı nadir bulabilirler. Çok beğenildikleri ve ilgi gördükleri için gerçek seveni algılamada yanılırlar çoğu zaman. Ruhuna eş olanı değil güzelliğine değeri verebilecek olanı tercih ederler.

Güzeller yalnız insanlardır her ne kadar her ortamda görünseler de. Onlara bakanların, onlara lütuf olarak verildiğini düşündüğü güzellikleri, kendi iç dünyalarında bir cezaya dönüşür fark etseler de, etmeseler de.

24 Ağustos 2011

Hırs öfkenin meyvesidir





İçimde fırtınalar kopuyor. Hatta kasırgalar diyebilirim. Ruhumun katmalarında bu denli hareket varken bunu çevremdekilerden nasıl saklayabilirim ki? Ya da saklamalı mıyım? Olgun ruh, dingin ruhtur bilirim. Fırtına sonrası dinginliği çok özledim.

Bilinen en büyük enerji kaynağı olan güneş bile dingin durmakta zorlanıp, enerji patlamaları ile kendini rahatlatır gibidir. Patlamalar yüksek enerji kaynaklarının doğasında olan bir şey mi acaba? Öyle ya da değil, ama kesin bildiğim bu patlamalardan kendimi alıkoyamadığımdır.

Bunun çevreme pozitif ya da negatif etkileri nelerdir diye irdelediğimde çoğunluğun yüksek enerjili insanlardan çok haz duymadığıdır. Bunun nedeni, imrenme, hasetlik ve ya yüksek enerjiden kaynaklanan kısa devre etkileşimleri olabilir. Sebep ne olursa olsun, çevrenizdekilerin bu etkileşimi sizi pek bağlamaz. Güneşteki büyük enerji patlamaları, sistemdeki bir gezegende deprem tetiklemesi yapabilir. Ama bu güneşin bir sonraki patlamasını ertelemesine neden olmaz.

As olan suni patlamalardan ya da rol kesmelerden çekinmektir. Yapıcı değil yıkıcı etkisi olan ve ruhun katmanlarında yine aynı özgürlükle gezen öfke de bir tür enerjidir ve süslene püslene, ve kamufle edilerek pozitif bir enerji gibi dışa doğru sergilendiğinde, kısa vade de kişiye prim yaptırabilir. Ama kişi bu başarıyı bu öfke enerjisi ile kazandığı için, daha fazla başarıyı da daha fazla öfkeye bağlar ve içindeki tezat enerji akışı en sonunda tüm kamuflajları yıkarak tüm yalınlığı ile açığa çıkar ve bu vakit çevresindeki tüm tanıkları şok edici derecede incitmiş ya da kaybetmiş olur. Çünkü kimse aldatılmayı sevmez ve olgun, dingin saydıkları bir kişinin, bu ani, limitsiz ve kontrolsüz patlaması ciddi bir hayal kırıklığı yaratır.

Öfke ve hırs bu konularda kardeş enerjilerdir. Hatta hırs öfkenin gizli meyvesidir. Öfkesi olmayan bir insanın çok hırslı olması pek olası değildir. Sakin bir ruh haline sahip görünen ama çok hırslı bildiğiniz bir tanıdığınız var ise bilin ki o kişi öfke enerjisi ile yol alıyordur. Öfkesinin nedeni dış görünüşünden, cinsel sorunlarına ya da tek çocuk büyümüş olmasına kadar her türlü doğal hayati sekmeler olabilir.

Hangi sorunun hangi insan da nasıl bir ruhsal tepkime verebileceğini önceden kestirmek çok zordur. Bu, virüslerin fiziksel bedene etkileri ve süreçleri kadar somut bir konu değildir. Zaten insanı da ruhsal olarak karmaşık yapan da, yetişme sürecinde bu tarz ruhsal virüslere, her ruhsal bedenin farklı tepkime ve reaksiyonlar vermesidir. Sizin de maruz kaldığınız ruhsal virüslere karşı verdiğiniz ruhsal tepkiler, çevrenizdeki yakın şahısların ruhsal bedenlerine, ruhsal virüs olarak etki ederler. Bu zincirleme etkileşim, her birimizin bir diğerimizin varoluş ve şekillenmesindeki etkimizin kaçınılmaz olmasını sağlar. Yani kimse tek başına kendisi olamaz.

Her birimiz, çevremizdeki beraber yaşadığımız insanların pozitif ya da negatif ruhsal enerji patlamalarından etkilenerek, kendimizi, birbirimizden direk etkilenerek, farkında olmadan yapılandırırız ve ayna karşısına geçip gördüğümüz sureti ''Ben'' sanırız. Ama hiç birimiz ''Ben'' değiliz. Her birimiz, beraber yaşadığımız, tartıştığımız, seviştiğimiz, eğitildiğimiz, ezildiğimiz ve ya yüceltildiğimiz insanlardan maruz kaldığımız ruhsal virüslerin tepkimesi ve buna karşı oluşan reaksiyonların bileşkesiyiz.

Bu kaçınılmaz gerçeğin dışında bir yaşam söz konusu olmadığı için ben diye direterek yaşamak da çok yersiz ve manasız olmaktadır. ''Biz'' diyerek dünyaya bakış açısı, medeni olmaktan değil akıllı olmaktan dolayıdır aslında. Bunca somut gerçeğe rağmen kendini ben olarak görmeye devam etmek, öfke gibi ruhsal virüsleri üretmenizi ve salgılamanızı dizginleyecektir.

Unutmayın ki Siz; olumlu ya da olumsuz yaşadıklarınızın, görsel tepkimeleri ve ya bileşkesisiniz. Ve eğer sahip iseniz çok övündüğünüz hırsınız, izole ettiğiniz ya da henüz sizin bile farkında olmadığınız öfkenizin doğal meyvesidir.


14 Ağustos 2011

Etekli Erkekler




Şiddet yanlısı görünmese de birey, zamanı gelir şiddet onun da bir parçası haline gelir. Nadir zamanlar da olsa şiddet çölde ki su gibi gelir insana bazen.
Herkesin, etrafındaki tüm eşyaları kırıp dökmek, delicesine çığlıklar atmak istediği bir anı olmuştur. Bunu sık yaşayan biri iseniz tedavi görmeniz gerekiyor demektir ama bir kez yaşamış olmak her birey için geçerli olabilir.
An gelir  hayvansı dürtüler tüm bedeninizi tamamen ele geçirir. Çünkü o ana, bir insan olarak tahammül edemiyorsunuzdur ya da öyle hayvansı olay ile karşı karşıya kalmışsınızdır ki ancak hayvansı dürtüyle karşılık vermenin sizi sakinleştirebileceğini düşünürsünüz.
Kanınızın damarlarınızdaki dolaşımı hızlanır. Boğaz düğümlenir. Adrenalin salgılanır ve hem bedende hem de ses de titreme başlar. Dil kayar, kelimeler de harfler yutulur. Sinirler kopacak derecede gerilir ve bir yay gibi öfkeyi dışarı doğru fırlatır.
Kontrolsüz gergin sinirlerin bir yay olarak öfkeyi ne yöne ne şiddette fırlatacağı bilinemez ve önceden ölçülemez. Bu sinirsel patlama, ancak en yüksek noktasına ulaştığı andan itibaren hızla irtifa kaybeder.
Sinirler birden gevşer, beden kendini taşıyamaz derecede salar. Çok uzun mesafe koşulmuş gibi ciğerler nefes nefesedir. Damak kurumuş, sık yutkunma ihtiyacı vardır. Kendince haklı da olsa hayvansı verilmiş tepki,  sessiz bir pişmanlık vermeye başlar, dakika dakika artarak.
Şiddeti alışkanlık olarak yaşayanlar ya da yaşam tarzı olarak benimsemiş olanlar, hasta insanlardır. Ya karantina ya da tedavi hatta ikisi bir arada gerekir bu tarzlara. İnsan olmayı beceremediği için ruhsal taklidine en müsait olduğu hayvanı seçer ve onun güdülerini kullanır.

Tabiattaki aslı hayvan olan hayvanlara gelecek olursak, onlar iki durumda şiddete başvururlar. Açlıktan ölmemek için avlanırken ya da bir sürünün ya da dişinin sahibi olmak için dövüşürken. Maalesef karşısındakine üstünlük kurmak üzere, karşı cinsini, fiziksel üstünlüğüne rağmen döven ya da hırpalayan tek hayvan insan suretinde gezenlerdir.

Kadına sürekli şiddet uygulayan erkek, artık etek giyip gezmelidir. Giymese de benim gözümde etekli erkektir. Okuyanların arasında varsa bu etekli erkelerden, kendini ayrı tutacaktır kendince gerekçelerle.

Varsa ona sözüm şu dur ki, o kadına yaptığın tüm o zalimlikler, cehennemde seni yakan ateşe atılan birer odun olacak. Affın ve pişmanlığın fayda getirmeyecek. Seni emziren anan bile, sütünü sana helal etmeyecek. Gözün onca ateşe rağmen, sadece rızasını almak için o zulmettiğin kadında olacak.

Ama zalimlerin kurbanı olanlar cennette olacağı için asla onla göz göze gelip rızasını alamayacaksın. Sana karşı olan tahammül ve sabrı, ona cennette sonsuza dek senden uzak kalma imkânını verecek.

Kadına şiddet bu derece bir zalimlik iken, korumasız bebek ya da çocukları döven anne ya da babaların vay haline. Kimsenin çocuğu, kimsenin tapulu malı değildir.

Çocuklar Allah’ın bizlere emanetidir,  ta ki kendini bilip kendinden mesul olacağı yaşına kadar. Sonrası kendi sorumluluğundadır artık. Bu emanete hıyanet edenler şunu unutmasın ki, bu emanetlerin sahibinin kudreti sonsuzdur ve yalvarmak sizi kurtaramayabilir suçunuzun vahimliğinden dolayı.


13 Ağustos 2011

Görünmüyorsa Yoktur




Sana zarar verenleri biliyor olmana rağmen, onlardan uzak kalamamanın hatta onlara yakın olmayı daha çok tercih ediyor olmanın açıklaması ne olabilir.

Bu tutumu insanoğlu, hem ruhsal olarak hem de bedensel olarak sergilemeye devam eder. Kendine zaman zaman sözler verse de, gün gelir aynı hataların içerisinde yine bulur kendini.  Hayır diyemiyor olmanın kızgınlığı daha da hatalara doğru iter insanoğlunu.
Kendisine zarar veren şahsiyetlere de ya da sağlıksız yaşamına dur diyemiyor olmak, bilinçaltında fark etmeden kendi özüne karşı bir öfke uyandırır. Çünkü her beden ve ruh, yaradılışında kendini korumak ve muhafaza etmek üzere şartlanmıştır.

Buna ayak uyduramayan iradeden dolayı, zekâ devreye girer ve savunma mekanizmaları oluşturarak, kişiyi işliyor olduğu suçtan dolayı rahatlatır ve mazeretler ya da haklı gerekçelerle kendine karşı duyduğu öfke izole edilir.

Ama izolasyon sadece saklar, ya da meydana çıkmasına engel olur. Maalesef yok etmez o derinleşmekte olan, kendine karşı duyduğunuz öfkeyi.

Sakladığımız şeyleri yok saymaktır esasen en büyük hatamız. Görünmüyorsa yoktur denklemi üzerine kurulmuş bir hayat ne kadar sahtedir düşünsenize. Kimsenin görmediğini bilseniz bile sizin bildiğiniz bir gerçeği ne kadar salkıyabilir siniz ki kendi benliğinizden?

Ne kadar derine iterseniz o kadar büyük bir basınçla taşacaktır zamanı geldiğinde o yanıltmalar. Aynı yıllarca sessiz kalmış bir volkan gibi.

Bunların hepsine rağmen, hatalar ve acılar olmalı tabi ki insanın hayatında. Acıları alış ve kabulleniş şeklimizdir bize şekil veren. Ama hatalarımızı görmezden gelip, acılarımızı yaşamak yerine saklamayı  tercih ettikçe, bir volkan gibi patlayacağımız günden korkmamız gerekir.

Zira o vakit, en yakınımızda olan,  en sevdiklerimiz zarar görecektir o kızgın lavlardan. Bunu hiçbirimiz ve hiçbir sevdiğimiz hak etmiyor öyle değil mi? Görünmüyorsa yoktur. İşte en tehlikeli düşünce şekli.

Hiçbir şeyi  saklamamalıyız ruhumuzun katmanlarında, bizden başka kimse henüz onun var olduğunun  farkında olmasa bile.

10 Ağustos 2011

KADIN




Kadın renktir; bulunduğu yer renklenir. Kadın temizdir, saftır; yaşadığı evi, çocukları temizdir ve sağlıklıdır. Kadın eksiğimizdir; varlığı ile bizi tamamlar. Kadın erkeğin erkek olma amacıdır; varlığı erkeğin hayatına anlam ve sorumluluk katar.
Kadın erkeği bir rüzgâr bilendir. Hangi yönde eserse essin bir yelken gibi doldurur onunla kendi içini ve götürür yine kendi istediği yöne gönül teknesini.

Kadın zariftir, zarafeti erkeği taçlandırır. Taçsız krallara benzer gerçek bir kadını olmayıp çok kadınlı olan erkekler. Daha fazla güç isterler iç huzur için ama aynadaki taçsız görüntüleri yıkar onları, aynalardan korkar gezerler. Tahtları bile değersiz kılar kadın yokluğu ile.

Kadın aslandır pençelerini gerektiğinde tereddütsüz çıkaran. Blöf yapmaz erkek gibi karşısındaki caysın diye. Çıkmış ise pençeleri, görevini yapmadan geri girmez içeri. Kadın affetmez gururu incinmişse.
Kadın, kadın olmayı sevendir. Kadınlığından mutlu onu kullanmasını bilendir kadın. Erkeği rakip gören kadın, erkeği alt edebilirler elbette, ama bu kadınlığından vazgeçmesine neden olur.

Kadın istediğine erkek olmaya tenezzül etmeden, sadece kadınlığı ile sahip olabilendir.

Kadın doğuştur, başlangıçtır. Hayata hayatlar getirendir. Karşılıksız sütüyle yavrusunu besleyendir.

Hayata hayat getirdiğinde, kendi hayatını hiçe sayandır kadın. Yavrusu için hem kederde hem de sevinçte gözyaşı döker kadın. Kadın hayata gülümseme getirirken acı çeken ve ağlayandır.
Kadın hediyesidir Yaratanın erkeğe verdiği. Ona kadını verirken, erkekliğini de vermiştir aslında. Kadının varoşlu erkeği var eder koşulsuzca.

Kadını yok sayan erkekliğini yok sayar. Kadını yok sayan, kadının eteğini kendi giymiş erkektir artık.





04 Ağustos 2011

Solma Ellerde




Onun doğumu ile gelen karanlıktan o suçlu değildi. O doğarken anasız kaldı, ben ise ruhumun eşini kaybettim. Seneler acımı yok etseydi doya doya sarılabilirdim ona. 
Oysa saçları, gözleri o kadar benziyordu ki annesine. Kızım gelinliğini giydiği gün, aşkım kanatlandı geldi sanki bir melek gibi ve kulağıma fısıldadı: '' Ben giyememiştim gelinliği ama kızımız kadar güzel olamazdım zaten. Sarıl ona ve onu sevdiğimi söyle.''
Ben titrerken diğer meleğim geldi beyazlarla, ne kadar güzeldi. İlk kez sarıldığımda ona tüm sevgimle, o şaşkın, ben pişmandım geçen senelere. ''Kızım annen seni çok seviyor'' dedim. Ağlarken gülümsedi ve dedi ki, ’’Bunu ben hep biliyordum baba. Onun canını taşıyorum ve ona hala aşık adamın kızıyım.’’
Onun, canımın bir parçası olması, o kadar güzel ki. Eşimi o doğduğunda kaybettim. Kendimi ise o başkasına giderken buldum. Güle güle gülüm, solma bensiz ellerde.

03 Ağustos 2011

Avcı Kadın



İdealleri olan bir kadındı. Güzel çekici ve en önemlisi hayranlık uyandıracak kadar zeki bir kadın. Farklı olmak onun için sıradandı ama bunu kullanmasını çok iyi biliyordu. 
Çevresindeki erkeklerin beğenisini büyük bir özgüvenle hoş karşılar, onların sergilediği hayranlıkları masum şekilde izler ama gönlüne girecek son vizeyi asla vermezdi. Aşkı seviyor ama aşka güvenmiyordu.
O adam ise içini görüyordu onun. Ama istediği maalesef gördüğü değildi. Kadın masum seyircilikten zeki avcılığa geçtiğinde zekâsı ve cazibesi tek bir güç oldu. Adam av olmaktan korktu. Ama av olmaktan kurtulamazdı ve koşulsuz yüreğini açıp dedi ki; 
"Cazibenin ve zekânın ağında sana av oldum. Ama bil ki, ağlarını gevşettiğin an, benim aşkım uçar ve yakalayamazsın."
Kadın istediğini hep almıştı zaten. Hırslı idi ve bu sefer aşk için hırs yaptı ve dedi ki;  
''Sen benimsin ve sen aşkımla yanarken, ben de bu alevi sevgimle körükleyeceğim. Ve sen benim hep sıcakta olmamı sağlayacaksın''.
Adam haykırdı kendi içinde şiddetli ses ile: '

'Aşk sana hazırım. Bedeli ne olacaksa olsun. Gel al benden ne alacaksan karşılıksız, yeter ki küçümseme bu kadının tenine ait olan,  benliğimin köleliğini''.

02 Ağustos 2011

Kapkara Kalem


Uykusuz geçen bir başka gece sonrası, isteksiz selamımı vererek güneşe uyandım. Esasında pek de uyumuş değildim. Uyku fazla lüks ve özlenen bir şey idi artık hayatımda. Uyku ve birçok şey.


Çok karamsar yaşayan biri düşüncesi belirmiştir şuan zihninizde. Haklısınız. Ama ben de haklıyım. Yaşamdan artık bu kadar zevk alamamakta ya da almayı tercih etmemekte.


Beni,  ben olmayan şeylere getiren olayları anlatarak zaman kaybına gerek yok. Ya çok sevdiğim terk etmiştir, ya da bir kazada ölmüştür, ya da tüm paramı batırmışımdır, ailem bana asla sahip çıkmamıştır ya da  hepsi birden. Ne fark eder ki?  Sonuçta yaşadıklarım sonrasında, ben acı çekmeyi tercih ettim. Yanlış anlamayın. Kimse bana acı çektirmedi. Ben acı çekmeyi tercih ettim. İhtiyacım varmış demek.


En ilginç olan ise;  kendimi,  kendime ait bir hasta gibi gözlemlemeye devam etmem. Yanlışları farkında yapıyor olmak, beklenen üzücü sonuçları da  ''nerede kaldın''  gibilerden karşılamak. Kime karşı bu öfke?  Kendime tabi.  Hayatımı dinleyen talihsiz diye nitelendiriyor ama bence,  ben hak ettiğimi ya da ihtiyacım olanları yaşıyorum.


Aylardır ne saç,  ne de sakal traşı olmadım. Aynaya bile bakmıyorum esasında. Kendimi bırakmak değil altındaki. Tanınmaktan korkmak bu rezil halimle eski yüzlerden. ‘’Sen ha? Bu hallerde? Nasıl olur? ‘’ polemiklerinden uzak kalmak. Tek bildiğim ve inandığım bir şey var;  en keskin yerinde virajın hız kesip kontrolü ele alacağım. Virajın neresindeyim acaba şuan?


Karakalem portrelerden doyuruyoruz ufalmış midemizi. Geçmişten kalan tek destek. Fındıklı parkında benden perişan bir ağaç gölgesindeki bankta açarım tezgahı.  Haftada birkaç gün, birkaç saat. Biraz ilerde de güzel sanatlar okulu. Sanat diye bildikleri şeyin ucuzluğunu göstermek istermiş gibi o üniversiteli idealistlere. Aralarında izleyip, sanatçıya saygı edasında yanaşıp diyalog kurmak isteyenleri oldu tabi. Ağzımı bıçak açmaz benim. Küskünüm dünyaya, dünyanın üzerindeki zerre kadar olan canlıya. Ne diyeyim ki?


‘’Benim de portremi çizer misiniz?’’ sesine başımı kaldırdığımda gördüm ilk kez yüzünü. Görmeden sanki sesinden görmüştüm zaten yüzünü. Omzunda çizimlerin konduğu çantalardan vardı. Ücreti gösteren el yazısı ufak tabelamı gösterdim bakışlarımla. ‘’Tamam sorun değil.’’deyip oturdu bankın köşesine. Yüzünü ezberlemiştim sanki o anda. Belki birkaç kaçamak bakışla çizdim. Onun haricinde çoktan zihnime işlenmişti zaten. Biten resme hayran bir edayla değil eleştirmen bir hoca gibi bakarak şunları söyledi; ''Anlatılanlara göre biraz hayal kırıklığı yaşadım doğrusu. Ama yine de teşekkürler.'' Parayı uzatırken sanki benden bir simit almıştı. Nedense yaptıklarıma hiç değer vermiyor görünmesine gücenmiştim ama bunu ifade etmeden parayı alıp portreyi verdim.


Eminönü’nde balık ekmek. Uygunsuz görüntü ve yaşamda ufak bir zevk. Ardından bir Marmara şarabı,  sonra ver elini Sarayburnu ve gece yarısı sonrası Ayyaşlar parkı. Mutlu muyum?  Hayır,  ama mutsuzluk kavramını da hissetmiyorum artık. Sallana sallana bul köhne baraka evi,  sız ayakkabıları bile çıkarmadan. İşte benim lüksüm. Kuralsızlık,  belki de gerçek özgürlük. Ben herkesin içinde olanı serbest bıraktım esasında. Bunun neresi garip?


O yüz yine yakınlarımda bu sabah. Hissediyorum. Karşılaşmayı umut etmeden bekliyorum. Çünkü biliyorum. Planlanmış bilinçsiz davranışların başlangıcıydı o porte talebi. Virajın neresindeyim acaba şu an?


Geldi tabi. Daha güzel bir portresini çizmemi istemeyecek zekilikte geldi bu sefer. Zaten o tarz bir şey olsa çok şaşırırdım. O planlanmış bilinçsiz davranışlarının bana ne etkiler vereceğini biliyordum ama sadece nasıl olacağını bilmiyordum. Merak ediyordum. Uzun zamandır ilk kez merak ediyordum bir şeyi. Ona aşık olamayacağımı bilme rahatlığıyla merak etmekten de rahatsız olmuyordum.


Karşımdaki bankta oturdu, dosyasından çıkardığı tertemiz geleceği başladı karalamaya. Beni çiziyordu. Rahatsızdım ama, ancak ona doğru bakmamakla tepki verebiliyordum. Çünkü tepkisizlik bir alışkanlıktı düzensiz lüks yaşantımda. Bir an evvel bitirsin de, ukalalıkla yeteneği bana gösterirken, asıl sıradanlığını göreyim istiyordum. Ama bir anda gelen o samimi rica tonlu sözlerle tuş oldum; ''Bankın sağına kayabilirsiniz acaba?  Arkanızdaki ağacın gövdesini tam göremiyorum da.''
Tabi ya . Aynen böyle olmalı idi. Benim virajımdaki rolü o kadar basit olamazdı. Sığıntı gibi kaydım dediği tarafa. Gülümseme ile teşekkür etti ve zevk de aldı belirsiz sandığım şaşkınlığımdan.
Hayatı öğrendiğim için hayata o kadar olumlu bakmıyorum sanıyordum ama sanırım sadece dalgalı denizlerin asla durulmayacağını düşündüğüm için bakışım böyleydi. Oysa bir deniz fırtınasının ihtişamı ve gücü ne kadar etkileyicidir? Neden kendi hayatımızdaki fırtınalara aynı gözle bakamıyoruz? O da ayrı bir soru.


 Biraz fazla yüklendim bu aralar aciz zihnime. Sadece nefes almaya devam etmeliyim oysa. Kendi kendime bunu değiştiremeyeceğim için,  o şımarık zeki kız sadece bir renk idi bugüne kadar bakmadığım gökkuşağında. Virajın neresindeyim acaba şuan?


23 Temmuz 2011

Zoraki Katil

Her yer bulanık idi, muazzam bir baş ağrısı, hatta derin bir sızlama ense kökümde. Bulanık görmemi düzeltmek ve neler olduğunu idrak etmek istercesine kafamı salladım ama nafile. Yatağımda olduğumu seçebildim ama giysilerim üzerimde ve hafif ıslak, üşüyordum. Doğrulmaya çalıştım ama başım bir ton sanki.

Anlamaya çalışıyordum durumumu. İçeride mutfaktan gelen sesleri duyuyordum. Zorlanarak dikildim en azından kolumla destek alarak yatakta oturacak kadar ve o an gördüm odamın girişinde kapının eşiğinde çökmüş gibi duran hareketsiz adamın bedenini ve ölü bakan gözlerini.

Elim enseme gitti gayri ihtiyari ve yastığıma bulaşan kanın bana ait olduğunu ve ölü bakan adamın yanında duran kısa siyah copu fark ettim. Bana kim ne zaman ve neden vurdu? Eğer bana vuran bu adam ise içerideki ya da içerdekiler kim? Hemen komedin çekmecemdeki silahım aklıma geldi.

Odanın en diğer ucunda olmasına ve tam net görememe rağmen beş çekmeceli komedinin orta çekmecesinde olduğundan emin olduğum silahımı almak için yarı kör bir şekilde ve büyük ense ve baş ağrısıyla oraya doğru yöneldim. Ses çıkarmamak için kendimi kontrol edebildiğim kadarıyla ilerliyordum. Ama daha odanın öbür ucuna gelmeden orta çekmecenin açılmış ve içindekilerin dışarı dağılmış olduğunu seçebildim. Neden sadece o çekmece? Neden diğerleri açık değil?

 Hemen yerdeki copu almak için tanımadığım cesede yanaştım ve eğildiğimde fark ettim ki göğsünde iki kurşun deliği var. Odamın kapısının kirişine yaslanarak oturur kalmış bu tanımadığım cesedin sol eli bacaklarının üstüne düşmüş ve parmakları sıkıca kanlı bir havlu tutuyor tabi büyük bir olasılıkla bana ait bir havluyu. Yani bu adam kanamasını durdurmak için orada öyle havlu ile yarasına basarken ben baygın bu yatakta yatıyor muydum?

Yine de nabzına baktım içerdeki seslerin devam ediyor olmasına güvenerek. Ama ölü bakan gerçekten ölmüş idi. Sonra yerde duran sağ elinin ucunda,  parkeye kanıyla yazdığı,  beni asıl sarsan o harfleri gördüm ; ...




30 Ocak 2011

Var mıyız, Yok muyuz?



Bir gözlük getirdiler. Dediler ki; ''Bu gözlüğü takıp nereye bakarsan bak, tüm dünya görüşün değişecek, sarsılacaksın''.

Dedim ki; ''Bir gözlük neyi görmemi sağlayacak ki, böyle etki yaratacak''.

Tereddütsüz aldım ve taktım. Ani bir refleksle hemen çıkardım. Saliseler bana yıl gibi geldi.

Gizem ve merak tekrar gözlüğü bana taktırttı. Ama bu kez sakin ve temkinli. İnanılmaz bir his. Gözlüğü takmadan varsın, gözlüğü taktıktan sonra sen dahil hiç bir şey yada hiçbir kimse yok. Yada şöyle söyleyeyim; esasında her şey yok ama sen bunu ancak bu gözlükle görebiliyorsun.

Dediler ki bu gözlüğün özel camları, elektron mikroskobunun mercekleri gücünde imiş ve nereye bakarsan sadece orada var olan  atomları görebiliyorsun.

O gözlüğü takınca anladım ki, madde diye bir şey yok. Canlı cansız diye bir şey de yok. Ya her şey madde ya da hiçbir şey madde değil. Ya her şey canlı ya da hiçbir şey canlı değil.

O gözlüğü taktığınızda duvarlar yok, denizler yok, yer yok, gök yok. Gece yok. Gündüz yok. Hepsi ordalar ama yoklar. Sadece birbirinden farklı ışık kümelerinin karışımları ve ahenkleri. Hiçbir şey yok olmuyor. Sadece dağılıyor, yada renk değiştiriyor. Ama yok olan hiçbir şey yok.

Bu eğlenceli deneyim dakikalar geçtikçe ürperten bir kabus olmaya başladı. Kucağındaki köpeği ile bankta oturan bir yaşlı kadına bakıyorsunuz ve ne köpeği ne kadını nede bankı ayırt edip seçemiyorsunuz.

Hatta arkadaki ağaçları ve bankın üstünde durduğu uzun çimleri ile toprağı. Hepsi bir bütün. Hiç biri diğerinden ayırt edilemiyor.

Bu ürperten tecrübe biraz daha vakit ve tefekkür sonrası şöyle bir algıya dönüştü. Aslında hepimiz ve her şey bir bütünüz.

Neye yer, neye gök, neye canlı, neye cansız, neye gezegen, neye galaksi diyor iseniz deyin ama aslında hepsi bir bütünün parçaları.

Çünkü o gözlükle bunlardan hangisine bakarsanız bakın hepsinin aslında ne kadar homojen olduğunu görüyorsunuz. Sonuçta bana ait bir hücre, benim varlığımın ne kadar farkında ise; maalesef bizler de, ait olduğumuz bütünün o kadar farkındayız.

Umarım zaten var olmayan bu gözlüğe ihtiyaç duymadan bütünü görebiliyorsunuzdur.


23 Ocak 2011

Zaman Makinesi



Sadece beklemek. Yaparken en çok yoran en zahmetsiz iş. Beklemek. Herkes bir şeyi yada bir şeyleri beklemektedir. Farkında yada değil.

Bazen neyi bekliyor olduğumuzu ona ulaştığımızda fark ederiz. Deriz ki;  ''Ben bunca zamandır meğerse bunu bekliyormuşum''.

Bazıları da vardır ki, beklemeye tahammül edemez ve ısrarla kovalarlar ve kovaladıkça da ondan uzaklaşır duruma düşerler.

Şimdi nedir doğru olan; farkında değilmiş gibi umursamaz tavırla beklemek mi, yoksa beklediklerini yaşam nedenin olarak bilip realiteleri umursamadan ona doğru hareket etmek mi?

Bir ömür geçer. Çoluk çocuk koşuşturmalar. Bir yaş gelir ve hayatınıza dışarıdan bakabilme fırsatı bulursunuz. Ve derseniz ki o an; ''Benim yaşamdan beklentim bu değil idi''.

Bu, bir zaman makinesinin gerekliliğini kendi hayatınızda en derin hissettiğiniz anlardan biridir. Neyi bekliyor iseniz halen, ona ulaşmanızı bugünden sonra ki tercihleriniz belirler.

Şimdi düşünün ki, evinizde bir zaman makinesi var ve sadece bir seferlik kendi geçmiş hayatınızda bir yolculuk yapabilecek iseniz. Hangi ana ve olaya dönmeyi ve neyi değiştirmek isterdiniz. İşte sizin gelecekten beklediğiniz, geçmişinizde bu değiştirmek istediğiniz olay ile bağlantılıdır.

Geçmişler geleceğin enerjisidir. Yaşanmışlar, yaşanacakların nedeni ve aynı zamanda hammaddesidir.

Geçmişimizdeki değiştiremeyeceğimiz hatalarımızı telafi etmek adına gelecekten beklentiler ve umutlar oluştururuz.

Ruhumuzun geçmiş açlığını, gelecekten doyumsuz durarak kapatırız. O zaman makinesi ile hangi anınıza dönmek isterdiniz ve gelecekten beklentiniz bu anınızla örtüşüyor mu?

Eğer ki örtüşmüyorsa bilin ki, o beklentinize ulaşsanız bile, iç huzurunuz asla gelmeyecek ve yeni beklentiler tekrar benliğinizde oluşacaktır.

Şimdi o zaman makinesine binip, o anı yakalayın lütfen. O an, geçmişin size sunduğu, gelecekteki mutluluğunuzun anahtarıdır. İyi yolculuklar dilerim.

16 Ocak 2011

Doğuramayan Köleler



Kadın olmanın en büyük nimeti doğurganlık. Öyle ki, Yaratan tarafından kutsanmaları adına, onlara bahşedilmiş bir lütuf.

Erkeğin her yapabildiğine ya da becerdiğine, ben de varım diyen bir kadın olmasına karşın, kadının sadece yaradılışının lütfu ile sahip olduğu doğurganlığa, erkeğin sahip olabilmesi ne bugün nede gelecekte mümkün olamayacaktır.

Dolayısıyla şu kesin ki, erkek olarak,  her zaman bir farkla bu rekabeti yenik kapatacağımız,  tabiatımız itibari ile tescillenmiş durumdadır.

Düşünsenize bilinçaltında bu olgu,  biz erkeklerde nasıl bir etkileşim yapıyor acaba?

Bir yanda soyunu devam ettirme takıntılı egosu ve bir yanda da bunu başarabilmek için bir kadına muhtaç olması ve bunun asla değişmeyecek olması.

Öte yandan her başarılı erkeğin arkasındaki sessiz güçlü kadın realitesi var. Ya da yine fenomen olmuş başka bir başarılı yalnız erkeğin,  geçmişinde yaşadığı ilişkilerden birindeki derin yaralar açan kadından gelen acılar sayesinde elde ettiği başarı hikayesi.

Bir şekilde kadın, varlığı ya da yokluğu ile erkeği yüceltebiliyor. Bu nasıl bir güç ki hiçbir erkek asla sahip olamaz ve buna karşın hala biz erkekler kendimizi kadınlardan güçlü sanarız.

Akıllı erkek, her kadının ne derece güce sahip olduğunu çok iyi bilir ve asla küçümsemez.

Erkekler doğuramazlar ve asla doğuramayacaklar. Kadınlar şu güncel yaşamda çocuk sahibi olmayı bir engel ya da ağır yük gördükçe, sahip oldukları gerçek kozu kullanmaktan uzaklaşıyor ve daha güçsüz duruma düşüyorlar esasında.

Biz erkekler, asla bir kadın gibi böylesi kutsal bir görevi yerine getiremeyecek olmanın verdiği gizli kompleksle, kadınlardan üste görünme egosunun etkisinden kurtulamayacağız ama,  bizi, bizim silahlarımızla alt etmeye çalışan ve asıl sahip olduğu benzersiz kozlarından uzaklaşan kadınlar da ışığı görebilseler de güneşe asla dokunamayacaklardır.

Tıp amansız hastalıklara alternatif tedaviler bulmak üzere hep gelişsin ve yenilensin. Ama umarım asla erkelerin hamile kalıp doğurabilmesini sağlayacak duruma gelemesin.

Çünkü bu, tüm toplumsal yaşam içindeki,  erkek ego rekabetlerinin,  ve aynı zamanda  kadınların sahip olup da farkında olmadıkları gizli krallıklarının çöküşü olur.

Yaşasın kadınların gizli Krallığı. Yaşasın doğuramayan köle Erkekler !


12 Ocak 2011

Yoruldum Diyorsanız?



Yorgun olmak nedir kırklı yaşlara yaklaşırken anlıyorum. Ruhu yormadan yaşamak, çabası olmalı insanın.

Bedeni veya kafayı fazla yormadan yada gereksiz benlik kaygılarından dolayı yıpranmadan bir hayat yaşamalı aklıselim insan.

Öfke, korku, hırs, şehvet, bunlar sizi yıpratır ama bitirmez. Ama yoruldum dediğinizde bitme noktasına çok yakınsınızdır ve bu bitişin dönüşü olmaz.
İlginç olan yorgunluğunuzun uzun zamandır sizi etkiliyor olmasına rağmen onun farkında olmadan kendinizi daha fazla yoran çırpınmalar içinde olmanızdır.

Ve bir an gelir ve tüm sözler tükenir ve sadece içinizde şu kelime yankılanır;

''Yoruldum''.

Artık dinlenmeye çekilme zamanıdır. Ruhunuzun enerjisinin tükenmiş hatta ekside olduğunu fark edersiniz. Şarj edecek bir tane bile priz bulamazsınız.

Yorgun ruhlar ,dingin ruhlar gibi sessiz ve derin değil , karmaşık ve pürüzlü bir hal sergilerler.

Yorgun bir ruh, daha fazla bilgi ile dinlenmez aksine daha da çöker. Yorgun ruh öğrenmek istemez bildiklerinden yakınıyor duruma geldiği için.

Kişinin ''çok yorgunum'' demesi ile ''artık yoruldum'' demesi ayrı manalardadır. Bazen yüzlerce kelimenin yerine geçer içten bir tonla söylenen ''yoruldum'' kelimesi.

Bu tonda birine yada kendinize ''artık yoruldum'' diyor iseniz , yürüdüğünüz yol bir çatala yaklaşıyor ve yakın zamanda sizi bir karar anı bekliyor demektir.

Öyle ki bu tercih sizi ya kazanan ya kayıp eden yapacaktır. Çatallı yollarda doğru kararlar dilerim.