05 Aralık 2010

Soru şu...

Soru şu? Neden çocuk sobanın sıcak olduğunu ve dokununca elinin yanacağını, kendisine önceden söylenmesine rağmen, dokunup tecrübe etmeden ve acısını yaşamadan kabullenmez?

Ya da başka bir soru. Acaba çocuğa dikkat soba sıcak denmese idi çocuk sobayı elleyecek miydi? Şimdi ikazlar bizleri olası kötülüklerden koruyor mu yoksa onların oluşumunu tetikliyor mu?

Bunun doğrusu yanlışı yok. Bu tamamen kişinin bunu değerlendirme açısıyla alakalıdır. İkaza rağmen hata yapan ve hem kendine hem de yakınlarına zarar veren, ikaz edeni, olayının gerçekleşmesinden sorumlu tutarak, haklı çıkmış olmasını bloke etmek ister.

Böylece asıl istediği gelecek haklı ikazların önünü keserek yapacağı hatalardan bir daha kendini ezik hissetmemektir.

Bilmek ve bildiğini sevdiklerine bildirememek, kişiyi en çok ve en hızlı yıpratandır. Şöyle düşünün, sevdiğiniz kişi hasta ve gün ve gün hastalığının derecesi ilerliyor. Sizde aşısı var ama zamanında iğneyi kabul etmemiş, ilacı var ama hasta değilim diye içmeyi kabul etmemiş. Siz hastalığın tüm evrelerini izleyip ilerlediğini görüyorsunuz ama ona yardım edemiyorsunuz.

Gün geliyor hastalık güncel yaşam verimliliğini bariz bozar duruma geliyor. İşte o zaman da en ağır gelecek şu sözleri duyuyorsunuz; ''Beni sen hasta ettin; sen hep böyle olacağımı söylediğin için böyle oldum.''

Tam kalbe saplanan hançer. Bilmek suç eğer bildiğini bildiremiyorsan. İnsanoğlu başına kötü bir şey gelecekse de bunu sevdiğinden ve yakınında olan birinden duymak istemiyor.

Çünkü onla her karşılaşmasında o suçluluk duygusuyla yüzleşiyor ister istemez. Ama bir falcının söylediği şansa çıksa, herkese o falcıyı metheder aynı insanoğlu.

Çelişkiler bileşkesi insanoğlu. Bizler korkularımızın yada zaaflarımızın köleleriyiz ve gerçek anlamda özgürlüğü bunların dışında maalesef aramaktayız.

Ne zulümdür bu kendimize yaptığımız. Yazık!



19 Kasım 2010

Yazdıklarımı Ben Yazmıyorum



Çoğu zaman böyle hissederim yazdıklarımı okurken. Bir yabancıyı keşif ediyorumdur içimde.

Hele bazen öyle ikilemde kalıyorum ki, defter benim, el yazısı benim olmasa ''galiba bunu ben yazmamışım'' diye inanabilirim.
Bunu sık yaşamak adına yazdığım kısa deneme yada şiirleri ikinci kez okumam uzun zaman geçmeden. Sonra zamanda yolculuk gibi dönerim neler yazmışım diye bu hızlı karalanmışlara. Ve yine kendimi inandırma çabaları ile baş başa kalırım ''tabi ki bunları sen yazdın'' diye.

Çok yazanlar bilir bu duyguyu ve daha iyi anlıyorlardır beni. Umarım yazmıyor olanlara da geçirebilirim bu duyguyu. Bir örnek vereyim bu olaya istinaden.
Bir radyoda bir şarkı dinlediniz ve bu şarkı sizi çok hüzünlendirdi yada çok coşturdu. Sizi hüzünlendiren yada coşturan radyo mudur yoksa o şarkı mıdır?

O şarkı radyonun bir eseri midir? O şarkının güftesini o radyo mu yazmıştır? O şarkının bestesini o radyo mu yazmıştır? Radyo sadece alıcı ve ileticidir. Ama bir verici sinyal dağıtmadıkça hiçbir radyo işlevde bulunamaz.
Verici sinyalleri her yerde gezer ama sadece alıcılar bunları iletebilir. Radyo çok bir çaba sarf etmez aslında sinyalleri bulmak için. Marifet sinyalleri bulmak da değil radyo olabilmektedir. 

Ve radyo olmak bir hediyedir yazarlık açısından, bu sinyalleri algılayıp iletebiliyor olduğunuz için. Bundan dolayıdır ki asla marifet görmem yazdıklarımı.

Ben sadece bana özel frekanslardan aldığım ses dalgalarını kaleme alan biriyim. Yani basit bir ileticiyim sadece.
Bu konuda bir sır vermek gerekirse de , yazdıklarını kendi marifeti sanıp kibirlenenlerin, algılayabildiği frekanslar azalır günden güne.

Çünkü kibir, size verilen hediyenin değerini bilmemeyi getirir ve o zaman başlarsınız parazit sesleriyle yayın yapmaya.


11 Ekim 2010

Ben bir profesyonelim!


Profesyonel olmak. Ben bir profesyonelim. En çok güldüğüm cümle veya kendini ifade ediş şeklidir bu; ben bir profesyonelim.

İş hayatında profesyonel olmanın gerçek açılımı nedir sizce?

Alacağınız kararlarda duygularınız etkisinde kalmadan sadece verilere ve durumlara göre değerlendirme yapabiliyor iseniz siz bir profesyonelsiniz.

Bu mudur?

O zaman Türkiye'de maalesef profesyonel bir işveren yada işalan yok ve olamazda.

Çünkü sahip olduğumuz genlerimiz gereğince, bizler asla duyguların dışında kararlar alamayız.

Ama duygusal aldığımız kararları gene genlerimizin bize verdiği rol yaparak rasyonelleştirme yeteneğimiz ile duygusal karar değilmiş gibi görünmesini sağlayabiliriz.



26 Eylül 2010

Aziz Bey'e Cevabım

Aziz bey ,sözüm sana. Allah seni rahmet eylesin. Seçimler sonrası yine gündeme oturdun. Türk milletinin yüzde 60'ı aptaldır demişsin ya. Referandum sözüm ona tescil etmiş oldu bu lafını. İyisin yine manşet oldun. Ne büyük tespitte bulunmuşsun yaa. Bu tespitini yüzyüze paylaşmak üzere senle beraber bir kişinin daha bugün hayatta olmasını isterdim. Mustafa Kemal Atatürk. Onun o mavi alev gözlerine bakarak bunu söylemeni çok isterdim. Ya gerçi o gözlere bakarak asla bu aciz tespitini dile getiremezdin ama ola ki böyle bir hatada bulunmuş olsan alacağın cevap sonrası acaba hala bu millet bu lafına ve sana değer veriyor olur muydu?

***

Aziz bey, Türk milleti adına sana geç de olsa cevap veriyorum; eğer senin bu dediğine inanacak olursak, senin bu lafını teyit etmiş oluruz.

***

Bugün Atatürkçü ve laik olduğunu söyleyip de senin bu aciz tespitine prim veren vatandaşları da kınıyorum. Türklüğünü yada herhangi bir Türk'ü aşağılayan aynı zamanda Atatürkçü ve ülkesini seven olamaz. Lütfen farkında olmadan vatan haini olmayın. Bir edebiyatçı olmuş diye sizde aldanıp vatan haini olmayın.

***

Aziz bey, size cevabımı, büyük Türk Mustafa Kemal 'in Türk olmak üzere söylediği güzel sözlerden bir kaçı ile bitiriyorum;

"Benim hayatta yegane fahrim, servetim Türklükten başka bir şey değildir."

"Türk kuvvet ve zekasının yenmediği ve yenemeyeceği güçlük yoktur."

"Türk’ün haysiyeti, onuru ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür."

"Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekidir.''

"Bizim başka milletlerden hiç bir eksiğimiz yok. Cesuruz, zekiyiz, çalışkanız, Yüksek amaçlar uğrunda ölmesini biliriz."

"Türk milletinin son yıllarda gösterdiği harikaların yaptığı siyasi ve sosyal inkılapların gerçek sahibi kendisidir. Milletimizde bu kabiliyet ve tekamül var olmasaydı, onu yaratmaya hiçbir kuvvet ve kudret yeterli olamazdı."

***

Herşeye rağmen, ben seni afediyorum Aziz bey. Umarım bu millet ve Atatürk de seni afeder.

***

04 Eylül 2010

Bilen konuşur mu?

Bilen konuşur mu yoksa susar mı?

Bilgiyi taşıyan, yani tefekkür ederek bilgiye ulaşan değil de, tefekkür etmiş kişilerin bilgi paylaşımlarından kopyala yapıştır yapan şahsiyetler konuşmayı sevenlerdir.

Bilgiyi kendi cevher madenlerini kazıp kürekleyerek çıkaran beyinler, her konuda söyleyecek şeyleri olsa da susmayı tercih edenlerdendir.

''Gerçek Bilen'' bildiğinin reklamını yapmaya çok meraklı değildir.

''Bildirileni Bilen'' ise, kendi biliyor edasını yaşatmak adına konuşur, konuşur.

Susmak lazım dinlemek için derler ama susmak dinlemek için değil ''Gerçek Bilen'' olmak için gereklidir.




01 Eylül 2010

Geleceği Okuyanlar


Gelecek sadece sıradan insanlar için vardır. Geleceği okuyabilen özel şahsiyetler için sadece süreçler vardır, gelecek yoktur.

Savaş anında en önemli silah sayılır istihbarat. Silahların düşmandan az olsa da istihbaratın çok kuvvetli ise sen kazanırsın er yada geç.

İş hayatındaki liderlerin de, en büyük silahını istihbarat olarak ele alırsak, buradaki istihbarat tabi ki rakip firmalara yada müşterilere casuslar yollamak yada dinleme böcekleri yerleştirmek olmayacaktır.

İş hayatında liderin gücü geleceği okuyabilmesidir.

En uzak mesafeyi okuyan en güçlüdür. Eğer bu silaha sahip bir liderin şirketinde çalışıyor iseniz ve onu doğru okuyabiliyorsanız öyle manevralara şahit olursunuz ki her biri adeta ünlü bir ressamın tuvaldeki fırça darbelerini andırır.

Resim sonuçlanmadan o her bir fırça hareketinin mahiyetini ve resme ne katacağını izleyici olarak kestirmeniz çok zordur. Ama resim bittiğinde hayranlıkla değerlersiniz her bir fırça darbesini.

''Geleceği Okuyan'' iş dünyasının liderleri esasında ''Geleceği Yazanlardır'' aynı zamanda.

21 Haziran 2010

Kuyumculuk Buzul Çağda

''Değişmeyen tek değişim''. Klişe bir özdeyiş ama asla önemini ve güncelliğini kayıp etmiyor.

Kuyumculuk sektöründe şu son 3 yıllık dönemi, dünyanın buzul çağına geçişi ve dinozorların yok olma dönemine benzetebiliriz.

Evet dinozorlar ölecek. Açlık ve susuzluktan birbirlerini avlayarak, yiyerek kendilerini tüketecekler.
Ons'un enternasyonal değerinin bu denli artması ve aynı zamanda dünyanın bir çok ülkesi gibi ülkemizde de yaşanan ekonomik buhranlar buzul çağını getirmiştir.

Tüm kuyumculuk piyasası buz tutmuştur. İklim bu denli değiştiği bir dönemde, yaşayan canlı türlerinin çeşitliliğinde azalış olması ve hayatta kalan canlıların da ancak evrim geçirerek bunu başaracak olması kuyumcular ve onlarının tedarikçi yada üretici firmaları için de geçerlidir.

Kimler gidecek, kimler kalacak?
''Yokluk yiğitliği bozar'' demiş atalar. Bir kere gelenek görenek diye düğünlerde şartlar ne olursa olsun altın alınacaktır ve takılacaktır düşüncesini savunanlara cevap vereyim; çok beklersiniz.

Ons şuan ki değerinden 500 ila 600 USD'lik değerlere inmedikçe ne gelenek, ne de görenek, hatta zor görür damat ile gelin kendilerine takılan ''çeyrek''.

Altın artık altın olmuştur. Gümüş takıda markalaşma gelişecek ama bu sürece dek amatör bir çok küçük büyük gümüş mağazaları açılacaktır.

Kuyumculardan evrim geçirenler iki ana tür de yaşama devam edeceklerdir. Sarraflar; sadece çeyrek, yarım, ata denen ziynetleri satan ve alanlar ve Mücevheratçılar; değerli ve yarı değerli taşlar ile altını işleyerek butik mağazalarda satanlar.

Bu iki gruba şu an var olan her 10 kuyumcudan sadece 3 tanesi maalesef ulaşabilecektir. Diğer 7 tanesi evrim geçiremeyerek diğerlerine yem olacaktır.

Evrim geçirenlerden de ancak 1 tanesi Mücevheratçı olabilecektir. Diğer 2 si ise Sarraf olarak ticari yaşamına devam edebilecektir.

Oranlar bu olduğunda görünen net bir sonuç var ki evrim sonuçlandığında ,adet bazında kuyumcu sayısı % 70 azalmış olacaktır (bu azalma 2007 sonundan itibaren başlamış ve hızlanan bir ivmeye sahiptir) ama ciro bazında iddia ederim ki az kanal ama yüklü rakamlar oluşacaktır.

Günümüzün Marka Takı tedarikçi yada üreticileri içinse evrim farklı işlemeyecektir. Vitrinlerindeki yüklü stoklardan yada bayilerinde yüklü has alacaklarından en hızlı kurtulan evrime en çabuk adapte olabilen olacaktır.

Bu tarz markaların asla sarraf grubuna hizmet etmesi söz konusu olmadığı için, Mücevherat dalında gelişmeli ve kusursuza yakın performanslar sergileyecek vizyon ve yaratıcılığa dönük ekiplerini oluşturmalıdırlar.

Aynı oran hazırda olan marka bayileri için de geçerlidir. Her 10 bayiden 7 si kapanacak , 3 ü devam edebilecek ama ancak 1 tanesi gerçek Mücevher satıcısı olmayı başaracaktır.

Mücevheratcılıkta başarı ''tasarım gücü'' ile olacaktır. Tasarım da güç de ancak Mühendislik, Yazılım ve Hayal Gücünün sinerjisi ile elde edilebilecektir.
Son olarak şunu sormak isterim ; çevremizdeki her bir insanın üzerinde yada evinde (alyans dahil) altın takı yok ama her biri ayakkabı giyiyorlar.

O zaman neden her semtte hala ayakkabıcıdan çok kuyumcu var?

Kuyumcular için evrim zamanı; ya ölün ya da değişin.

12 Haziran 2010

Oğuz Bizi Affet....

On yıl. Yaşamak için savaşla geçen on yıl. Kendinden çok annesinin onun yaşaması için savaştığı on yıl. Oğuz 'dan bahsediyorum. Beynindeki tümör alınmasına rağmen ruhunu aramızda tutamadığımız çocukluk arkadaşım Oğuz' dan. Evladım var diye daha çok yanıyor içim onun arkadaşım olmasından mada. Çünkü annesinin on yıldır yıkılmayan surlarının, yerle bir olduğunu gördüm bugün Oğuz'umun cenaze töreninde.
Bir anne sevinebilir mi artık oğlum acı çekmeyecek kurtuldu diye. Tabi ki hayır. En kötüsü de bu zaten. Bir anne asla yavrusunun ölümünü görmek istemez. Ama onu acı çekerken de görmeye yüreği dayanamaz. Ne zordur bu iki kuvvetli duygunun arasında sıkışmak.
Oğuz'umun babası bu on yıllık süreyi doldurma gücüne sahip değildi maalesef. Baba yüreği ancak iki üç yıl dayandı bu acıya. Ne derin yaralar var bazı ailelerde. Asla kapanmaz. Belki kabuk tutar. Ama kapanmaz. Biraz kıpırdat yine kanar ince ince.
Üzüntü kadar mahçubiyet de vardı arkadaşları olarak orada hazır duran bizlerde. Acaba yeterince yanında olabildik mi bu on yılda Oğuz'umun? Hayır. Soru ne biliyor musunuz? Neden çok sevdiğiniz biri, çok kötü sağlık şartları altında yıllarca yaşama savaşı verirken, siz yeterince yanında olmuyorsunuz? Çünkü onu hep o sağlıklı günlerindeki neşeli ve mutlu haliyle hatırlamak istiyorsunuz. Egoistçe değil mi?
Acaba Oğuz'un istediği de bu muydu? O toprağın altında ilk gecesini geçiriken, ben bu kelimeleri yazıyor ve biliyorum ki, ne pahasına olursa olsun, ne kadar yaralarsa yaralısın, ne kadar acıtırsa acıtsın, ölümle savaşan bir arkadaşınız var ise, onla çok sık beraber olmalısınız. Çünkü o bunu ister.
Affet beni kardeşim. Korkalığımdan dolayı affet. Acizliğimden dolayı affet. Orada görüşürüz inşallah. Hakkını helal et Oğuz. Lütfen...




08 Haziran 2010

Altın Gerçek Güçtür

Ne olacak bu altın fiyatları?

Herkesin aklında aynı soru bu aralar. Geleceği okumaya çalışan ekonomistler; bir çok haklı gerekçeler ama ne olacağına istinaden değil tabi. Olduktan sonrasına, neden sonuç ilişkisi açıklamaları yapılabiliyor ancak.

Söz konusu altın ise, geleceğe değil tarihe bakmak lazım.

Altın'ın tüm sabıka kayıtlarını incelemek lazım. Nice medeniyetlerin varoluş nedeni ve aynı zamanda da nice medeniyetlerin yok olma nedenidir Altın.

Eğer Altın çok kıymetleniyorsa, çok arzu ediliyor ya da tercih ediliyor demektir. Ama tüketici tarafından değil, malum düzen kurucuları tarafından. 

Bu da bize bugünün şartlarına göre ''Yeni  Medeniyetin'' geldiğinin işaretidir ve tabi ki ''Eski Medeniyetin'' de yok olmaya gittiğinin.

Bayraklar ve milletler diye bakmamalı bu söylediklerime. Medeniyet gayet doğru dolduruyor vermek istediğim manayı.

İklimler değişti, iletişim değişti, alışveriş değişti, ilişkiler değişti, çocuklar değişti, sınırlar değişti. ''Yeni  Medeniyet'' var etmeye çalışıyor kendini son on yıldır. Hem de ''Eski Medeniyeti'' tüketip ezerek.

Küreselleşme, kapitalizim gibi terimlere gerek yok. Yüzleşelim gelen ''Yeni Medeniyet'' ile. Yeni medeniyet aç ve doyumsuz. Gücü seviyor ve gerçek güç de Altın'dır diyor.

Eski medeniyetin gücü Silah idi. Sadece ilkel toplumlara karşı kullanılabilen bir güç. Yeni medeniyet güç Para'dır diyor, Para da Altın'dır diyor.

Altın daha da yükselecek. Ne zaman ki ''Eski Medeniyeti'' tamamen ortadan kaldıracak o zaman sakinleşecek Bay Altın.

Zaman malum düzen kurucular tarafından, tüm memleketlerdeki altınları (yastık altı veya üstü )vakumlama zamanıdır.

Gerçek şu ki, yeni neye sahip oluyorsan ol, elindeki Altın gitmişse yok olan ''Eski Medeniyetin'' bir üyesisin. Ve sesizce yeni efendini ve onun kurallarını bekleyeceksin.

Yazık. Çok yazık.

06 Haziran 2010

Kaybetmek Kazanmaktır



Esasında kendini çok kasmamak lazım eğer kaybediyorsan. Kaybetmek gereklidir bazen.
Senin kaybın başkasına ödül ya da nimet oluyordur aynı anda. Başkalarının da nasiplenmesine fırsat vermek büyüklüktür ve karşılığı sonradan mutlaka gelir.
Bırakmak istemezsin elindekini, mücadele edersin her ne kadar elindekinin kayıp gittiğini görsen bile.
Oysa bırak eksilsin bir şeyler sahip olduklarından ve bekle bunu kabul ediyor olmanın hafifliğini ve ödüllerini.
Ancak şansa kazanmış olduğuna inanmayanların yapabileceği bir şeydir bu. Çünkü o,  yeniden sahip olabilme konusunda endişe duymamaktadır zira nasıl tekrar kazanabileceğini biliyordur.
Ama kişi kısmetli olduğu için sahip ise bir şeye, ya onu kaybederse diye yanar tutuşur. Buda onun sınavıdır ve onun için kısmet ismi altında ona sunulmuştur zaten.
Kaybetmekten korkmayanlar kazanmaktadır daha çok. Kimisi blöf zanneder çok yanılır. Kurşunun üzerine giden ölümsüz adam gibidir kendini bilenler. Öldürülse de dirileceğini bilir ve onu öldüren kendini öldürür acizliği ile. O sadece seyreder acıyarak kendisine bunu yapmak cüretinde bulunmuş cahil katili. Ancak cehalet zaten bu tarz cesaretin kaynağı olabilir.
Alev alev parlamak ve göz almak çok etkileyicidir izleyenler için ama küllerinden yeniden alevlenenlerin yarattığı etki daha muazzam ve kalıcı olur. Dolayısıyla yanmaktan hatta kül olmaktan asla korkmam. Zira küllerimden kendimi yeniden var etmek,  bir ömürde bir kaç hayat yaşayabilme imkanını getirir bana.


Sıfır Ego Yoktur

Oldum olası sevmem ''güzel bir sabah idi'' diye başlayan cümleleri ve paragrafları. Pek samimi gelmez bana. Gecenin karanlığından güneşe kavuşan her gün ve sabah güzeldir görebilene.


Buna benzer bir durumda ''çok dürüst bir adamdı'' cümlesinde var. Adam dürüst hem de çok dürüst. Birisi bana dürüstlüğün azı nasıl oluyor açıklayabilir mi acaba? 

Bir adam ya dürüsttür ya da değil. Azı çoğu olmaz. Bunun gibi birçok anlam karmaşalarıyla iç içe yaşıyoruz. Yaşamak zorundayız.

Herkesin su gibi berrak ve duru olduğunu, bir filozof edasıyla yaşama baktığını düşünsenize. Ve ya bir ormanda her canlının aslan, ya da her canlının bir antilop olduğunu düşünsenize. Sanırım hiç belgesel film çekilmez idi.

Hepimiz aynı kişiye usanmadan, ya da farkında olmadan, ya da istemeden hep yalan söyleriz. Birçok kişiden, onlara yalan söylemekten çekinmemize rağmen, o kişiden hiçbirimiz çekinmeyiz. O kişi kendimiz iz, maalesef. Bize en çok zarar veren yine biziz.


Dünyanın dönmesini sağlayan kuvvettin kaynağını açıklamak hala çok zor ama insanlığın teknoloji ve bilimsel olarak gelişirken, insani olarak ilkelleşiyor olmasının kaynağını ‘Ego’ olarak tanımlayabiliriz sanırım.

Peki ideal yaşam ortamı, hiçbir insanın egosunun kontrolünde olmadığı bir toplum mudur?


Zihnimde bile canlandıramıyorum; egosuz bir toplum?

Böyle bir toplum ki tüm dünya genelinde olsa, sanırım yaşantımızdan direk eksilecek ve yaşam standartlarımızı direk değiştirecek başlıca kavramlar, sanat ve bilim olacaktır.


Daha birçok kavramın eksileceği kurgusunu artık siz oluşturabilirsiniz. Ama sadece sanat ve bilim yokluğu var sayıldığında esasında egonun gerekliliğini algılamış oluyoruz.

Büyük fetihlerin, büyük buluşların, büyük bestelerin ve büyük edebi eserlerin kaynağı egodur.


Kendi egosunu, kendi kölesi yapıp yok etmiş, büyük filozoflardan Mevlana’nın, Mesnevi’sinde bile gizli bir ego vardır.

Yaratana yaratılmışın aşkını sunuşunda bile kısmen ego vardır. Zira o aşkı sunuşun ucunda, Yaratılan tarafından daha çok sevilebilmek arzusu vardır.

Sevmek bile karşıdan sevilmek beklentisini getiren bir egodur. Varın siz düşünün, sıfır ego ile yaşayan biri var olabilir mi?



27 Mayıs 2010

Bilmek Suçtur

Karşı cins tarafından asla yaşamak istemediğimiz duygu çökmesinin, kendimizi aşağılanmış hissetmekten başka bir tetikçisi var mı?

Bazı duygular olgunluk dereceniz ne olursa olsun sizi alaşağı edebilir. Bir yarasa iseniz gündüz avlanamazsınız. Bilirsiniz ki gece sizin için gündüzdür.
Kendi sıfatını çözememiş bir şahıs, gece mi gündüz mü av zamanı onun için nasıl bilsin? Takım elbise ile sahilden denize girmeye çalışan bir adamı gören herkes, '' Sanırım intihar edecek.''  diye yorumlar.

İşte böyle gülünç durumlara düşürüyoruz birlikteliklerimizde kendimizi. Yarasa olduğumuzdan habersiz gündüz av ararken, ya da takım elbise ile sahilde suyun soğukluğuna alışmaya çalışırken.

Komik ve tezat olanların çoğunlukta olduğu bir sürü yaşamında, sadece tek kişinin farkındalığı ne kadar etkin olabilir? Tabi kendi benliğinin gelişimini sağlamanın dışında.

Bilmek suçtur; illa öğretmek takıntın yada egon varsa. Ama kuyu görürsen kendini, bilgini de içindeki su;  birileri ipinin uzunluğu ve kendi iç susuzluğu kararınca nasiplenecektir o kuyudan.

 

16 Mayıs 2010

Kaldırılamaz Enkaz

Bir felaket yaşandı. Yaşanıyor olmasının nedenleri pek insanlığın suçu değil, sadece doğal bir felaket olarak gözükse de, o felaket sonrası insanlığın yaşadığı dünyasal sınav bizi beklemediğimiz gerçeklerle yüzleştirdi.
Esasında rüzgârın esmesi ya da yağmurun yağması kadar doğal bir olay deprem olayı. Fakat gerisinde bıraktıkları hiç öyle olmuyor. Şiddetli bir depremi yaşamış ve bir şekilde sağ kalmış kimselerin ortak bir hissiyatı vardır ve bu his onlarda kendilerini acıtma derecesine göre farklı geri dönüşlere neden olur.

Deprem canlı bir varlıktır. Hatta bir yaratıktır. Yerin altında çok derinlerde uykuda yaşar ve eğer yüzeye çıkmak isterse acımasızca yukarı çıkar. Ne insafı ne de duygusallığı vardır. O sadece yıkar, ezer, rehin alır, aciz bırakır, muhtaç bırakır, karanlıkta ve susuzlukta umutla beklettirir ve saatler sonra bir gün ışığı görüldüğünde yeniden doğmayı yaşattırır deprem.

Deprem geride kalanlara yas tutturmaz hemen. Karısının öldüğüne yas tutamaz yaralı adam, çocuklarının enkaz altından bulunmasını beklerken. Ama cesetlerini ama nefeslerini; sadece bulmak ister onu tamamen yıkacak ya da tekrar yaşama bağlayabilecek yaşamından kalan nefesleri.

Taşları kan içinde kalmış parmakları ile tek tek kaldırırken gücü yettiğince,  içinde hep şu dua yankılanır şuursuzca ve tekrarlarca; ''Allah'ım, bana onları bağışla. Allah'ım bana onları bağışla. Allah’ım bana onları bağışla.'' Evet bağışlamak. Her ne kadar bir suça karşılık ceza olarak yaşanmamış olsa da deprem, nedense geride kalanlara cezalandırılmış olma hissiyatı verir genellikle.

O ilk saatler ne benzersiz bir dramdır. Saatler geçtikçe dram kimi göçükler kalktıkça tahammülü zorlayacak derecede artar. Aynı gerilim, saat saat birikiminin artmasına rağmen, binlerce ceset sonrasında bulunan birkaç el bekleyen nefes ile bir an dağılır gibi olur.

Uykudasınız. Geliyor. Önce yerin dibinden onun nefesini hissedersiniz, o şiddetli ve acımasız solumasının sesini. Açtır ve geliyordur. Vazgeçmez ve geri dönmez eğer geliyorsa. Uykuda bir kâbus gibi gelir size. ''Uyanınca geçecek'' tesellisi vardır içinizde her ne kadar yatağınız sallanmaya başlamış olsada. İçerden çocuğunuzun korkulu uyanışı ve size seslenmesi ile sadece sizin gördüğünüz bir kâbus olmadığını fark edersiniz. Ve o andan sonrası bilinç kendini kaybeder panikleme ile.

Bina hem sallanır hem de zıplar arada dipten gelen darbe ile. Deprem konuşur adeta sizinle her darbede; ''Daha yıkılmadın mı? Daha yıkılmadın mı? Yıkıl! Yıkıl! Yıkıl!''.  Acizlik teslimiyete döner ve kaderinizle yüzleşmeyi bekler olursunuz sizin binanızdan önce yıkılan binaların ve çığlıkların seslerini duyar iken.

Saniyeler süren bu uzun bekleme, hayatımız bize bağışlanacak mı yoksa herkes gibi bizde mi öleceğiz sorusunun yanıtını verecektir. O ana kadar hala bir umut vardır. Ama çöküş olduğunda, artık bu kâbus değil kıyamet günüdür sizin için.

O gün bugünmüş meğer endişeleri ile öleceğinizden emin sonraki safhada sizi ne bekliyor kaygıları görünür zihninizde. Sonra o kaygı çocuklarınız için, sonra eşiniz için, sonra ana babanız için sıçramalı yer değiştirir ve önceden ölmüş tanıdıklarınızla karşılaşacak mıyım acabalara kadar gider.
Ve beton yığını altında sıkışmış bulursa kişi kendini, yardım çığlıkları ya da inlemeler duyuyorsa etrafında o an anlar ki, bu kıyamet değil bir felakettir. Sevinemez kıyamet olmadığına ailesinin durumunu bilmez iken.

Keşki kıyamet olsaydı diyesi gelir. Çünkü kıyamet sonrası ne yaralı kalacak, ne acılı kalacak. Hayat kalmayacak. Ama şimdi onlardan alınmamış hayatı, kurtarılabildiği takdirde içlerindeki kaldırılamaz enkaz ile yaşayacaktır.

15 Mayıs 2010

Öfken Var ise...

Nedense öfkeli anlarımdan sonra çok yorulmuştur bedenim en az ruhum kadar. Yorulmak yada yıpranmak; adını siz koyun. Kendi kendimizi eskitmek zorundayız yenilerimiz arkamızdan yer alsın diye.

Bu sahnede olmaya sevdalı amma çok insan suretinde canlılar var. Bilmiyorlar ki, sahnede olmak zamanla insan olmaktan, insanların eğlencesi bir maymun olmaya götürebilir sizi.  Ama yine de fıtratlarını keşfedememiş canlıların,  kurban olduğu bir meydandır burası.

Öfkenin kaynağı var oluşta değil var olma isteğindedir aslında. Var oluşuyla yetinmeyip kendini kendince var etme arzusundaki sekmelerden kaynaklanır öfkeler.

Kendine ulaşamamış yada ulaştığı kendinden ürküp uzaklaşmak isteyen şahsiyetlerin ürünüdür öfke. Öfken var ise, nedenlerin vardır kendince seni azat ettiren. Fakat bilmelisin ki,  seni azat edecek,  sen olamazsın bu hayatta ve sonrasında.

Keşif bitmez kendi ruh katmanlarında. Fidan sandığın günahların, koca bir çınar halinde yoluna çıktığında, görürsün ki o koca çınarın gölgesine bir karınca bile sığamaz.

Büyüklüğün küçüklüğüyle tanışmış olmak ne acı vericidir.

Zalim olmak sadece karşınızdaki insana hitaben olmaz.

Kendi zalimliğimizin en büyük kurbanı kendimizizdir aslında.

Kendimize söylediğimiz yalanların sayısı kadar, başka hangi tek şahsa yalan söylemiş olabiliriz ki?

Yazmak Kusmaktır

Yazmak için çok çaba sarf edenlerden değilim esasında. Sadece mükemmeliyetçiliğim belki uzak tutuyor beni sürekli yazmaktan. Ancak esecek ilham rüzgarı da böyle,  hadi yazayım diyeceğim üç beş kelam.
Açıkçası yazmayı kusmak olarak görenlerdenim ben. İnsan ancak rahatsız olacak derecede fazla yediğinde yada fiziksel olarak bir hastalık durumunda kusmak zorunda kalır.

Yazmayı ruhsal bir kusma olarak ele alacak olursak, insanın gerçek anlamda yazabilmesi için ya gereğinden ya da alışılandan çok yaşamışlığı, yada ruhsal olarak biraz şizofrenlik bir durumu olması gerekmektedir.

Yaşamadığınız hayatları yaşamalısınız ki onları kaleminizle yaşatabilin. Cinsiyet farkı olmaksızın her bedene ve ruha girebilmeniz gerekir hızlıca ve çaprazlamalarla.

Kendi içinizdeki diğer kişiliklerle yüzleşme ve sohbet etme vaktinizdir yazmak. Maskelerinizden kurtulduğunuz tek gerçek anlardır o anlar.

Liderlik Nedir?

Mesela; ''Liderlik üzerine söylenmişlerin hepsini siliyorum. Kimse kusura bakmasın. Tüm yorumlarınız silindi. Tüm öngörüleriniz silindi. Tüm lider tanılarınız silindi.

Ben söyleyeceğim lider nedir ve herkes bundan sonra bu dediklerimi liderlik tanısı olarak kabul edecek. Kimse ısrar etmesin lütfen. Kimse de zekamla zekasını yarıştırma cürretinde sakın bulunmasın. Kimseyi herkesin önünde küçük düşürmek istemem.

İtaat etmeniz daha huzur verici olacaktır sizin için. Benim koyduğum tanı hepinizi ikna etmeyebilir ama hepinizden de üstün kavrama yetisi bekleyemem zaten. Kavrayamayanlar çoğunluğa uymalıdırlar genel huzur için.
Ama dikkat çekmek adına muhalefet yapabilirler tabii. Fakat zaaflarını ortaya çıkarıp mahcup duruma düşürebilirim o kişiyi. Bilsin ki neye cürret ediyor, dindirsin ego yüklü dürtülerini.

Korkularınızı keşif etmek ve onları bildiğimi hissettirmek itaat etmenizi sağlayacak yargılarıma ve kararlarıma.

Şimdi söylemek gerekirse liderlik nedir, söyledim ya derim bu yazdıklarımla.'' diye bir tanımlama, güçlü kolorik bir kişilikten gelebilirdi.


 

14 Mayıs 2010

Her Kimseniz?

Zevk ve korku. Bu iki duygudur tüm kararlarımızın tetikçisi. Bilinçli yada refleks kararlar. Hepsi sadece bu iki duygudan birisinin tepkimesidir.

Yani bir eylemde bulunuyor iseniz, o eylemin sonucunda ya zevk alacaksınızdır yada bir korkunuzdan kendinizce uzaklaşacak yada kurtulacaksınızdır.
Dolayısıyla çevremde bir insanın,  şahsıma yada tanıdığım herhangi birine, anlam veremediğim bir davranışı olursa, altında zevk mi var,  korku mu var analiz etmeye çalışırım. İstemediğim bir davranışı eğer korkularından dolayı sergiliyor ise, ona şans tanır,  onu anlamaya çaba sarfedebilirim.

Bazen arkadaşlarım o sana nasıl davranmıştı, sen nasıl hala anlayış gösterebiliyorsun derler. Onlar onun korkularını görmez. Korkan bir insani cezalandırmak hoş olmaz.

Ama yaptığı davranışın altında zevk var ise ve bundan zarar görenler var ise, o zaman ''katli vacip'' tir, yani onu hayatınızın dışında bırakabilirsiniz. Şeffaf gördüğü duvar bir anda beton olur.
İlginç olan ne biliyormusunuz? İlkel toplumlarda insanlar insanlara zevk için kötülük yapıyor yada onları zevk için ezebiliyorlardı.

Ama günümüzde insanları ezen şahsiyetlerin çoğunluğu bunu korkularından dolayı yapıyorlar. Şimdi insanlığın sadist dürtülerden kurtulduğuna mı sevinelim yoksa korkak özgüvensiz bir sürü yaşatısına sürüklendiğine mi üzülelim?

Bu konu göründüğünden daha derin olduğu için ileride de daha detaylı paylaşacağım. Lütfen korkularımızla yüzleşelim, zira aramızda korkuları olmayan yok, her kimseniz?

 

13 Mayıs 2010

Cahil Entelektüeller


Ya bence en acınacak durum bu. Sen onca bilgiyi kitabı yut, ayaklı bir google durumunda gez ama bu bildiklerinin egondan başka hiçbir şeye ve hiçbir kimseye faydası olmasın.

Bilgi güçtür. Üstünlük taslamak, yeni bir ortamda saygınlık kazanmak, ya da boş ruhu dolu kafayla kamufle etmeye çok yardımcı olur bilgi.

Bilmek fiilinin bize katması gereken nedir acaba. Biliyorum, güçlüyüm mü? Biliyorum, karizmatiğim mi? Biliyorum, farklıyım mı? Yoksa biliyorum ama egoma yarıyor, başka bir boka yaradığı yok mu?

Klişe laf; bilgi paylaştıkça büyür. Klişe olduğu için algılanamıyor zaten.
Şöyle diyelim; biliyorsan, paylaşıyorsan, sen büyürsün. Sen büyüdükçe, egon küçülür. Adam profesör olmuş, bilgi burun deliklerinden fışkırıyor ama ego tavanda. Bakmak ile görmek arasındaki fark gibi.
Bilgi büyütmeli adamı. Adamı adam yapmalı. Adam olmayandaki bilgi, teröristin elindeki bomba gibidir. Bu tarz cahil entelektüelleri hemen fark edebilirsiniz toplumda. Konu banyo da tıkanan lavabo borusudur o size marmaray projesinin detaylarını aktarmaya başlar.

Bilgiyi davranışları ile taşıyan adama saygı duyarım ben, arama motoru gibi veri dökenine değil.

11 Mayıs 2010

Sanatçı Postacıdır



Nedense yalnızken üretkendir tüm takıntılı sanatçılar. Takıntısız olanı da pek yoktur aslında. Neden takıntılıdır tüm bu sanatçılar? Sanat mı takıntıdan çıkar, takıntı mı sanattan geyiği başlatmak lazım burada ama ucuz olur.

Ben de takıntılı bir insanım. Nedir takıntım biliyor musunuz? Takıntısı olan insanlara takıntı oluyorum ve bu zaafım maalesef benim onlardan farklı olabilmeme engel oluyor.

Her neyse, neden yalnızken bu üretkenlik? Neden kalabalıklar engel yaratıcılığa? Yaratıcılık kelimesini silmiştim yerine üretkenlik kelimesini kullanacaktım ama bu konuyu da vurgulayayım diye silmedim. Çünkü; yaratılmışlar ancak üretir, kendi yaratılmış olan asla yaratamaz.

Yalnız kalamaz insan. Yalnızım dediği an kendisi ile beraberdir. Kendisi ile sohbet eder, dinler ya da bir yolculuğa çıkar. Kalabalıkları gördü mü, geri kaçar o kendiniz. Kendini göstermek istemez. Çünkü aslı gösterdiğiniz gibi değildir o ve siz onun gerçek halini göstermemekte direnirsiniz.

Çelişki, çelişki. Bir insan ki onda hiç çelişki yok, bilin ki insanlık mertebesini aşmıştır, ya da o henüz insan olmuştur, biz kendimize yeni bir sınıf arayalım.

Herkes sevdiğinle baş başa iken sohbet etmeyi ve zaman geçirmeyi tercih eder. Üçüncü bir kişinin katıldığı ortamlarda hava hemen değişir bütün o aşka rağmen.

Üreten insanların da yalnız kalmaları istemesi, esasında kendilerini ve tüm kâinatı yaratan sevgiliyle geçirilecek o özel vakitlerdir. Farkında ya da değil iletmek üzere alır notalarla ya da kelimelerle şekillendirilmiş mesajları ve sunar sanatçı ismi altında tüm insanlara. Sanatçı bir postacıdır eğer farkında ise. Ama çok değerli ve özel şeyler taşıyan ve dağıtan bir postacı.

Çok insan vardır ki böyle bir postacı olmaya doğal olarak çok özenmektedir. Kendini kurcalar ve kazar mütemadiyen bir şeyler üretebilmek için. Oysa üretmeye değil evreni dinlemeye fokuslanmalı bunu arzu edenler. Gönlüne fısıldananları asla irdelemeden dökmelidir ortaya. Öyle ki kendi de şaşacaktır ve döktüklerinin hiç birini kendine ait göremeyecektir bunu daha sık yaşadıkça.

Postacı olmak çok özel bir görevdir Yaradan'ın bazı kullarına verdiği. Görevdir kesinlikle hediye değildir. Yükünün önemini ve sorumluluğunu bilerek, kibirden uzak taşınmalıdır bu tarz yükler. Öyle ki bu görevi icra etmekten men edilmeyesiniz. O kayıp ne büyük bir kayıptır, nasıl acı verir.


10 Mayıs 2010

Her Sezar'ın Bir Brütüs'ü vardır!



Eğer Sezar'san, bilirsin ki; sen asla kimseye güvenemezsin.

Ama asla da kimseye güvenmiyor görüntüsü ile beraber liderlik de yapamazsın.

İşte bu çelişkinin doğurduğu oyunculuğu, en yerinde yapabilendir Sezar.

Yine de çocukluğunu hatırladığında bu Sezar, en azından bir kişi diler yanında tüm maskelerini çıkartıp, onunla rahat konuşabileceği. İşte bu özlem ve zaaf,  Sezar'a getirir kendi Brütüs'ünü.

Son nefesini verirken öldüğüne üzülmez. Hançerlerin sahipleri arasında o olmasın diye duacı gözlerle bakarken, işte bedenini değil, ruhunu öldüren o son hançer gelir Brütüs'ten.

Eğer sen de bir Sezar'san bil ki; sonun gizli yada açık, Brütüs'ten olacaktır.

Kim senin Brütüs'ün? Onu kim olduğunu biliyorsun.

Ondan kork, ona hissettirme. Ona güvenme ama ona sakın hissettirme.

Belki daha uzun sürer Sezar'lığın böylece.