17 Şubat 2018

Kanlı İkizler



Ormanın içinde kendini hiç de yabancı hissetmiyordu. Sadece ay ışığının aydınlattığı gecede, evindeymiş gibi rahat ve huzurlu idi. Yüzünde ve ellerinde kurumuş kan lekeleri, geçmişinin değil geleceğinin haritası gibiydi. 
Düzlük bir yer buldu ve elindeki kazmayı yumuşak toprağa saplamaya başladı. Çukur büyüdükçe hürriyetine yaklaşıyordu kendince. Onun için saray bu çukur olacaktı. İştahla kazıyordu çukuru. Dikenli telleri aşıp, özgürlüğüne koşan hükümlülerin adımları nasıl hızlanırsa tellerden uzaklaştıkça, o da çukur derinleştikçe daha şevkle kazıyordu. Bir an duraksadı. O kızların cesetleri aklına geldi. Kanları elinde ve yüzünde olan kızların. Toprakta böceklere yemek olmak için sabırsızlanıyordu. Ateş böceklerinin sesleri müzik oluyordu ölümle son dansına. Rütbesiz gidecekti öbür tarafa. Rütbeleri sökülmüş gidecekti. Gözyaşlarının tadının bu denli tuzlu olduğunu ilk kez fark ediyordu. Çünkü bu denli ilk kez ağlıyordu. Ağlamayı kesmeye çalıştı, ölmekten korkuyor gibi kendi  kendine bile görünmek istemiyordu. Bu tek kişilik bir cenaze töreni idi. 
Oysa bu bitmez gecenin geçmiş sabahı sıradan bir günün başlangıcı idi. Güneş henüz kendini yeni gösterme çabalarında iken çoktan uyanmış ve kasabanın en bakımsız denecek bahçesini kendince temizlemek üzere hazırlıklara başlamıştı. Zira çoğu komşusunda olduğu gibi bu evi ve bahçesini düzenleyecek, çekip çevirecek bir kadın yoktu. Onun bir kadını yoktu. Vardı aslında ama uzun yıllardır yoktu. Yas tutmuyor yası bir ömür yaşıyordu. Varlığında üç harfli olan aşk yokluğunda yine üç harfli yas olmuştu. Bitmeyen aşk ancak bitmeyen yasa dönüşür. Kadını yaşarken bahçesinde renk renk çiçekler vardı. Çoğu sabah ondan önce kalkar ve en sevdiği papatyalardan ona bir taç hazırlardı. O mutfakta yiyecek bire şeyler hazırlarken yanında diz çöker ve kraliçesinin sadık bir şövalyesi gibi tacı başını öne eğerek ona doğru uzatırdı. “Tüm dünya şahit olsun Kraliçem, size hala aşığım. Gönlümün tek kraliçesi olarak lütfen tacınızı kabul ediniz” gibi samimi ve romantik sözlerle ilanı aşk yapardı. Kadını her seferinde sanki ilk kez bu sözleri duyuyormuş gibi heyecanlanır ve boncuk mavi gözlerindeki boncuk sevgi damlacıklarını saklamaya çabalardı. Aşkını her seferinde bu gizleme çabası onu ona daha çok aşık ederdi. Bir keresinde “madem öyle siz de benim gönlümün tek sahibi ve koruyucusu şövalyemsiniz.” deyip tezgâhın üzerinde boş olan bir tencereyi onun kafasına bir miğfer gibi giydirmişti. Burun hizasına kadar inen tencereden önünü göremediğinden komik bir durumda ayağa kalkıp onu öpmeye çabaladı ama görmeden dudaklarını bulamıyor gibi yaparak yanaklarını, kulaklarını öpücüklere boğuyordu. Kadın gülmekten ona karşılık veremiyordu, sonra birden geri çekildi ve tek hamlede onun dudaklarını bularak tutkuyla öpüverdi. Kadın ilk kez öpülüyormuşçasına sarsılmış şekilde ona bakarken, tencere miğferini kafasından çıkarmıştı ve şöyle demişti “Kör olsam bile kokun yeter dudaklarına kavuşmam için.” 
Şimdi ise bu kara çukurun başında burnu hiçbir kokuyu almıyordu. Gece gündüz farkı yoktu artık onun için. Tüm dünya ona siyah beyaz görünüyordu. Sadece tek rengi seçebiliyordu gözleri. Kırmızı. Siyah beyaz dünyada sadece ellerindeki kırmızı kan kalıntılarını görüyordu. Beyninin bu oyunu esasında hoşuna gidiyordu. Neden sadece kan rengini görüyorum diye bir kaygısı yoktu. Bu tokadı her an hissetmeye şu an ihtiyacı vardı. Sarışın ikiz kızların ikili at kuyruğu saçlarındaki tokalar da kırmızı idi. Neden kırmızı ki, siyah beyaz hatırlamak istiyor o anı. Ama tokalar kıpkırmızı zihninde yanıp duruyor. Doğdukları günü anımsıyordu. Zira ikiz beklemedikleri için doğum esnasında fazlaca havlu gerekmişti yan komşusuna. Tek başına kendince yas yaşayan bir adam olduğu için pek sıcak bir ilişkileri yoktu yan komşu aile ile ama zaruret onları onun kapısına getirmişti. Adam karısının doğum heyecanı ile kasabanın tek yaşlı ebesi kadın ne görev veriyor panik içinde halletmeye çabalıyordu. Zira ilk kızını kucağına ebe verdiğinde bitti diye rahatlamışken “ bir tane daha geliyor , çabuk temiz havlu getir” komutu ile şaşkına dönmüş ifadesi hala onun kapısına geldiğinde yüzünde idi. O sırada bahçede odun kesiyordu ve baltasını omuzuna dayayıp gelen panik adamı süzdü. Adamcağız kendine çeki düzen verircesine isteğini biraz daha usturuplu yeniden söyledi; “İkizmiş, havlumuz kalmadı. Rica etsem…” Cevap vermeden baltayla evin kapasını işaret etti ve “yatak odasında dolapta. Gir istediğin kadar al, ne gerekiyorsa al.” Dedi ve tekrar odunları sert ve muntazam darbelerle kesmeye devam etti. Komşusu tereddüt ile kapıya doğru ilerlerken baltanın çarpma sesi ile irkildi ve önce ondan kaçarcasına, sonra doğuma geç kalmama paniği ile eve dalıp havluları alıp çıkıverdi. 
Bir süre sonra kestiği odunları üş üste istiflemeye çalışırken komşusunu evin verandasının merdivenlerinde iki kolunda kanlı havlulara sarılı bebeklerle otururken gördü. Başını yere doğru iki kundağın arasına sokmuştu ve onun yanına geldiğini fark etmemişti. Kundaktaki bebeklerin yüzlerinde annelerinin kanı tam temizlenmemişti ve eksik başladıkları hayata merhaba der gibi değil de ne yapacaz biz der gibi ağlıyorlardı. Belli ki babalarının da durumu aynı idi. Adam komşusunun kafasının alnından tutarak yukarı kaldırdı. Bebeklerden yüzüne bulaşan kanlar gözyaşları ile karıştığından kan ağlıyor bakışları ile şöyle sayıkladı; “yetmedi, havlular yetmedi, çok kan vardı. Havlular yetmedi. Ben yetmedim…” 
Adam yaslı hayatında şaşırmayı bırakalı çok olmuştu ama buz kalpli biri de değildi. Her ne kadar buna çabalıyor olsa da, her ne kadar yüreğini yangınını buz kalıpları ile kapatmaya çabalıyor olsa da, buz kalpli biri değildi. Arkada kapıya yaslanarak adama ve bebeklerine bakarak ağlayan yaşlı ebeyi fark etti. Adam bir açıklama beklercesine ona bakınca “Tüm kasabanın havluları burada olsa sonuç değişmezdi maalesef. Çok kanaması vardı daha ilk bebekte. Kendini feda edercesine zorladı ikincisi için, zira o da ölmesin diye.” 
Cenaze törenin de kasabanın tanınmış simasının çoğu orada idi. O pek herkes ile bir arada olmaktan haz etmediği için uzaktan töreni izliyordu. Bebekler halalarının kucağında idi. Bu sefer temiz kundaklanmış görünüyorlardı ama kundakları siyah tüllerle sarmışlardı. Tören düzenine uysun diye ne ucuz bir görüntüydü bu. Mezar kapatıldıktan sonra komşusu tepelenmiş toprağın dibine çömeldi ve hafif yağan yağmurun yumuşattığı toprağa ellerini daldırdı ve öyle kaldı. Kollarından tutup onu da alıp götürmeyi denediler ama toprak pranga gibi bileklerine geçmiş onu bırakmıyordu sanki. Israr etmeden bir süreliğine onu orada bırakıp gittiler. 
Mezar başında elleri ile toprağa saplanmış adama yaklaştı. Kendi geçmiş halini izler gibi şaşkındı. Tepelenen toprağın diğer tarafında komşusun tam karşısında o da çömeldi. O da ellerini toprağa gömdü. Ellerini aşağıdan tutup çeken biri vardı sanki. Komşusuna bakmıyordu. Yağmur gözyaşlarını saklasa da göstermemek için hala çabalıyordu buz adam. Komşusu onun inlemelerini fark etti ve ona şöyle seslendi; 
“Sen mi yoksa ben mi daha çok acı çekicem. O kızlara nasıl sarılacam? Senin kadınını bir duman aldı götürdü. Ben kadınımı götüren evlatlarımla nasıl yaşıycam?” 
Adam duyduğu sözlerle toprağın altında ellerini tutan ellerin geri çekildiğini fark etti ve misyonu varmışçasına kendini toparladı. Ayağa kalkıp adamı iki yakasında çekerek topraktan söktü. Köksüz bir ağaç gibi ellerinde sallanan adamı daha da hırpalar şekilde sallamaya başladı. Adam kendini bırakmış başı düşük bir buğday dalı gibi sallanıyordu. Bunun yeterli olmayacağını anladı ve bir elini yakasından çekerek adama sağlam bir tokat oturttu. Öyle vurmuştu ki komşusuna, diğer yakası da elinden kurtuldu ve adam cansız bir kütük gibi yere yığıldı. Onu iki yakasında tutup tekrar kaldırdı ve burnunu burnuna kadar getirerek gözlerine gözleri ile haykırdı. 
“Sen kızlarında her gün onu göreceksin ve onun saçlarını okşayabileceksin. Ben ancak toprak beni çağırdığında ona kavuşabileceğim.” 
Komşusu daha inlemeli ağlıyordu ama tokatın acısı ile değil, gerçeği kabullenemediği için. “Hayır, hayır” diye geveledi. Adam bunun üzerine bir tokat daha yerleştirdi bunu adeta arzu eden komşusuna. Yere yığılan komşu ağzı kan içinde yerden adama doğru haykırdı bu kez. 
“Ben o bebeklere dokunamam. Onlara masallar okuyamam. Saçlarını tarayamam. Ben bittim. Ben yokum ki.” 
Adam çömeldi ve daha duygusal bir sesle komşuna konuştu. 
“Sen kadının seni hoş karşılasın diye, o bebeklere bakacaksın. Onları seveceksin. Sonra onlar büyüdükçe senin yaralarını saracak. Sonra onları, onlar seni seviyor diye seveceksin. Ama şimdi kadının ödediği bedelinin hakkını vereceksin. Erkek olacaksın ve bu bedelin altında kalmayacaksın.” 
Her kelimesi nedense zihnine kazındı zavallı babanın. Donup kalmış bir ifade vardı yüzünde. Biri onu almasa öyle kalacaktı sanki oralarda yıllarca. Adam sözlerin yerine ulaştığını fark edercesine gülümsedi ve ayağa kalkıp komşusuna elini uzattı. Komşusu ona elini uzatacak gücü bile bulamıyordu kendinde ama toprakta onu itiyordu sanki adama doğru. Çamurlu elleri öyle kuvvetlice birbirini tuttu ki komşusu tarifsiz bir güven içinde kendini hissetmeye başlamıştı. Sanki ölmüş babası yanındaydı. 
Şimdi ormanda kara bir puma gibi çukurun başında çökmüş bekliyordu. Ay ışığı sadece yeşil gözlerini parlattığı için kara bir puma görüntüsünde elleri ve dizleri üzerinde çökmüş duruyordu. Bir pumayı ancak açlık avlanmaya, öldürmeye yöneltir. Ama o hiç de aç değildi can alırken. O zevk için de öldürmemişti, intikam için de değildi. O mecburdu. Hayatını önemsediği için mecbur değildi. Sadece mecburdu. Tüm kasabanın gizemli kendi halinde bir adam olarak bildiği bu huysuz ve hırçın adam, şimdi bir puma edasında pençelerinde kan izlerine bakıyordu. Ama puma gibi yalanarak onları temizleyemeyecekti. Gerekte yoktu aslında.  

Ateş (6dk.)


Ateş girdi aramıza. Evet seni benden ayıran ateş. Seni kurtaran, beni yakan. Yandıkça arınmak doğru mu. Odum yanınca arınıyor mu. Kül olmak bilge olmak mı. Kül düşündüğümüz kadar değersiz değil o zaman. Ne zaman gelsem bu kahveye, nargilem gelmezse olmaz.Tütüyorum ada vapuru bacası gibi. Tütüyorum ama arınmıyorum.Kararıyorum.Karanlık geceler yoktur, çünkü aydınlık gece diye bir şey de yoktur. Zıtı olmayan var olamaz. Zıtımı arıyorum samanlıkta iğne gibi. Bulduğumu ancak elime batarsa anlıycam. Ya batar acıyı fark etmezsem. Ya pas geçersem samanlıkta iğneyi. Pas geçerim pokerde blöf yapacaksam. Blöf korkak işi değil zeka işidir. Blöf gerekir aşk hayatında. Kaybetmekten korkarsan, kazananlara yalanır bakarsın. Aslanlara yakışmıyor yalanmak. Ama kediler de başka duruyor. Aslan bir kedi değildir bence. Dinazor da kertenkele değildir. 

iftira atan(6dk.)


İftira atanlar buraya diye bağırdım. Kimse kalkmadı yerinden.  Ne uğursuz bir kalabalık. Bir dürüst adam yok aralarında. Bir karga kalktı ve gak dedi.  O an kimse anlamadı. Karga kime iftira atmış olabilir ki. Acaba iftiraya uğrayan olarak mı kalktı ayağa, isyan ederek. Karga dile geldi, “beni besleyenlerin gözünü oymuyorum bir kere. Kuru iftira”. Ya karga, iftiranın ıslağı nasıl olur dedim. Balık atarsa iftira ıslak olur dedi. Deniz şartları kara şartları aynı değil tabi. Denizde en çok kim yalan söyler. Solungacı olmayanlar. Solungaçları olan bir insan olmak okyanusların dibinde. Hızlı yüzen, asla köpekbalıkları tarafından yakalanamayan bir solungaçlı insan. Biri, “bunu sağlarız ama derinin üzerinde pullar oluşacak, razı isen olur” dedi. Peki karaya çıktığımda nasıl olacak. Karada olduğum zaman kazıtmam gerekiyormuş pullarımı ama bir küvet dolusu pul çıkar ve  derinde yer yer yararlar oluşur dedi kazınmadan dolayı.  Denizde yaşamanın karada ayrı bedeli oluyor arkadaş. Pullarım var diye o derinliğin esrarından vazgeçemem. Denizanaları diplerde rengarenk.Sanki lazer ışıkları ile disko spotu gibiler. Dans ediyoruz bin feet derinde.

11 Şubat 2018

Kır Çiçekleri



Ameliyathaneden kaçtım. Sıvıştım değil, resmen kaçtım. Herkesin şaşkın bakışları içinde sessizce çıktım. Geri döneceğimi mola verdiğimi sanmışlardır ilk otuz saniye ama ben oradan çıktıktan sonra hızlanan adımlarla koşarak uzaklaştım. Hastanenin lobisine geldiğimde üzerimdeki ameliyat giysileri fazla dikkat çekiyor olacaktı ki tüm gözleri üstümde hissettim. Henüz yeni elimden çıkarmayı akıl ettiğim kanlı eldivenleri lobideki çöpe atarak hızlı adımlarla uzaklaşma çabalarıma devam ettim.
Nereye kadar kaçabilecem ki diye düşündüm bir an, sonra önemsiz, olduğu yere kadar dedim. Savaşın ortasında, askerleri göğüs göğse çarpışan bir ordunun generali misali, komutanlarım ile cepheyi o yüksek tepeden izlerken, birden onların o şaşkın bakışları altında bindim atıma ve kaçıyorum. Kaçış ölümden mi, değil tabi ki. Ölüm kurtuluş bizim gibi yaşamı koca kayba dönüşenlere.
Hastanenin otoparkındayım, üstüm ince üşüyorum, arabamın nerde olduğunu hatırlamıyorum, zaten anahtarı da yanımda değil ki. Bir an kaçış yersiz, kaçamıycan zaten diye iç sesimi duyuyor ve onu dinleyerek olduğum yerde kaldırıma çökerek oturdum. Çok emindim oysa. Onu kurtarabileceğimden çok emindim. Evet tümör beyinde çok sinsi bir yere yerleşmişti. Vatan edinmişti orayı, bayrağını çekmiş, hakimiyetini kurmuştu. Yaklaşanı yakarım, hatta kendimi de yakarım burayı da yakarım tarzı vardı. Filmlerini onca gören meslektaşım çok geç, risk büyük, başarı çok düşük gibi açıklamalarla tedavi etme teşebbüsüne girişmemişlerdi. Bana geldiğinde ise ben neden kabul ettim. Neden ettim? Esasında biliyorum neden kabul ettiğimi. Benzersiz bir metodum var diye değil, ben en iyisiyim, onlar yapamaz ben başarırım, kariyerime de altın harflerle yazarlar da değil. Para değil. Ün değil. O zaman neden kaybetmenin mutlak olduğu bu savaşa girdim ki.
Çünkü gözleri yaşam doluydu. Hiç erken sönecek fenerler gibi bakmıyordu. Işıl ışıl parlıyordu. Bukle bukle kumral saçlarını parmağına dolayarak çekinerek sormuştu: “Herkesin korktuğu sonuçtan ben korkmuyorum. Rica etsem siz de benim kadar cesur olur musunuz, lütfen?” Sessiz kaldım, onlarca doktor gezmiş raporları masamın yanına bıraktım ve ayağa kaktım, masanın önüne geçerek, onun karşısındaki sandalyeye oturmuştum. Gözlerimden gözlerini hiç ayırmadan ellerini bana doğru uzattı. Koşulsuz uzattım bin bir ameliyata binlerce neşter tutan ellerimi ona. Sımsıkı tuttu genç elleri ile. Sonra kendisini sandalyenin biraz daha önüne getirerek bana daha yakından bakarak beni bugüne getiren şu sözleri söyledi; “Doktor, hadi söyleyin, sizce mezar taşı yazımı mı hazırlamalıyım yoksa gelecek bahara aşk dolu girebileceğimi mi hayal etmeliyim. Bana ne tavsiye diyorsunuz, siz son durağımsınız, kaderim öyle fısıldıyor, ne dersiniz?”
İstemsiz ellerimi çekmek istedim geri ama bırakmadı, cevabı vermeden ellerini geri alamazsın gibi bakıyor, dudaklarını sıkarak son sözümü söyledim, şimdi sen konuşacaksın diyordu sanki. Ama bu haksızlık, neden benim sorumluluğumda, tıpın yetemeyeceği bir şey için neden ben sorumlu olacağım ki. Ama benim kaçamak bakışlarıma o hala öyle sevgi ve yaşam dolu bakıyordu ki dilim şişmişti sanki ne konuşabiliyor ne de rahat nefes alabiliyordum. Farkındaymış gibi bir eli ile elimi bıraktı ve masanın üstünden aldığı kâğıt mendil ile alnımda stresten biriken teri sildi. Gülümseyerek neşe ile; “Sen bu tümörle boğuşurken silemem alnını bilgin olsun, malum öbür tarafın kapısını bir çalıp geri geleceğim. Zile basıp kaçan mink haylazlar gibi. Yakalanmadan geri geleceğim değil mi doktor?”
Ne oldu peki. Değişmezler değişmedi tabi. İlk iki hamlede alt etmiştim o lanet tümörü ama sekiz kollu ahtapot gibi sarılmıştı beyinciğe. Sadece tek ve en güçlü kolu kalmıştı yenmem gereken. Ona hamleyi yapmak üzere neşteri yaklaştırırken, bukleli güzelimin o an kapının zillerini basıyor olduğunu hayal ediyordum. Onu geri çağırmalıydım hemen, yakalanmadan minik bir haylaz gibi. Daha neşteri değdirdim değdirmedim gözümü refleks olarak kapatmak zorunda kaldım. Zira sicim gibi kan yüzüme doğru fışkırmaya başlamıştı. “Daha dokunmadım ki” gibi bir şeyler mırıldanırken kanı durdurmak için tüm ekip müdahaleye başladık ama yok, ısrarla fışkıran kan, “sen misin bana meydan okuyan, hadi durdur, hadi durdur” seslenişi ile haddimi bildiriyordu adeta. “Hastayı kaybediyoruz”. Acil servislerdeki müdahalelerde duyduğum bir cümle ama kendi ameliyatlarımda ilk kez duyuyordum. Neden. Çünkü kime meydan okuduğumu fark edemedim. Nabız işaretlerine baktığımda atan kalbi gördükçe onun gözlerinin gülerek ekrandan bana yansıdığını görüyordum. Nabız düşmesine ve her tür müdahalemize rağmen, ekrana baktığımda daha içten gülümsüyordu hayal de olsa. “Doktor, onu kaybediyoruz…”
İşte yenik komutan olarak kaçtığım an o an. Nabzın sıfır olduğu anda gülerek bakmayacaktı o ekran yansımasında. Ekranda göreceğimden korkarak, onun ilk kez bana pişmanlıkla bakacağını sanarak kaçtım.

Çökmüş onun zile basıp kaçarken yakalanmış hayalini düşünüyordum ağlarken. Zihnim de o sahne aynen şöyle canlandı. Bütün yolların bir büyük yola bağlandığı ve büyük yolun ufkunda da yüksekliği belirsiz bir kapının bulunduğu bir yerde geziniyordu bizim bukleli güzel. Gülüşerek koşuştururken kapının ihtişamlığına kapılarak durakaldı. Adım adım sanki oraya çekiliyormuş gibi ilerliyordu. Kapının eşiğine geldiğinde zili aramaya başladı. Ben çığlıklar atıyordum sessizce, “Basma o zile, geri dön…” Sanki duymuş gibi irkildi ve geri dönüp beni görüyormuş gibi bakmaya başladı. Zihnimde ki bu sahne öyle gerçekti ki, onu elinden tutup geri çekmek istiyordum; “çalma kapıyı belki açmazlar ve seni almazlar içeri çalmazsan.” Koca doktordan çocuksu bir istek hayatın gerçeğine karşı. Gözleri dolmuş ne kadar güzel gülümsüyordu. Bu bir vedaydı. Bana üzülme der gibi, sonucunu biliyor olmasına rağmen zile bastı. Daha çok ağlıyor ama daha çok da gülümsüyordu. Şimdi o kapı açılacak ve o geri dönemeyeceği yere girecekti. Ama zil duyulmadı mı ne? O da şaşkın bir daha bastı daha uzunca. Kapı olduğu yerden söküldü ve yükselip yok oldu. Kırlarda rengarenk çiçeklerin arasında idi şimdi.  Her yönü aynı görünüyordu. Yemyeşil kırlarda rengarenk çiçekler. “Bak bahar geldi” diye neşelendi çocukça. Baharı görmek istiyordu ve görmüştü işte. Ama nasıl olabilir ki? Tanrım yoksa, yoksa? Elimi uzatsam tutabileceğim mesafe de yaklaştı bana elinde kır çiçekleri; “gelip beni buradan almayacak mısın, bak sana bunları topladım…” Delicesine koşuyordum hastaneye, sadece o çiçekler zihnimde, koşuyordum.   

09 Şubat 2018

Ben ve Amadeus

Evet sarayda nöbet bana kaldı. Amadeus hasta. Yani esasında akşamdan kalma. Ayyaş herif. Notalarla dans ettiği kadar kadınlarla dans etmeyi de becerebilse. Yine de tüm kadınlar ona hayran. Oysa o bir deli. Notaları ancak gelecekte manasız müzik sevenlere keyif verebilecek. Ama yine de yenilik arayanlara farklı geliyor. 
Kralımız onu esasında ününe yakışır diye saraya aldı, o karmaşık notaları üst üste bindiriyor diye değil. Maymun yazması o basit notalar, birden devleşiyor sonra tekrar bitler pireler dansına dönüyor. Kasırgada yerinden kopan ağaçların gövdelerinin bir birine çarpıp parçalanışı gibi, obua ve viyolonseller  yumruk yumruğa. Arada yan flütler yardım ister gibi düzenli girişler yapıp çekiliyor. Kemanlar zaten esip duran rüzgar, şiddetli yada hafif hep varlar. 
Ya benim müziğim? Oysa benim bestelerim başlayınca sizi bir hikayeye götüren roman gibidir. Okudukça açılır müziğim, hikayenin mizacı neyse ona uyar tüm enstrümanlar. Ama Mozart, serseri adam. Benden yirmi yaş genç olmasına rağmen müziğime gereken saygıyı göstermiyor. Bir de sızıp kalıyor, kralın huzuruna ben çıkıp onu aklıyorum.
Bir keresinde “Genç Mozart, korkarım unutulmak gibi bir endişen yok, neden sanatsal eserler yapmıyorsun?” dedim. Küstah densiz şöyle cevap verdi; “Benim beynimde portreler yazılı, ben sadece onları görüp kağıda döküyorum. Lütfen eleştirinizi beynime yazana yapınız.”
Küstah. Densiz. Sapık. Nefret ediyorum ondan. Kıskanmak mı. Hayır nefret. Ama o notaları o ufak beyne yazana da isyanım oluyor bazen. Amadeus, yıllar senin ne kadar fiyasko bir adam olduğunu gösterecek. Karmaşık notaların, kulakları tırmalar  gibi gelecek insanlara, nasıl dinlenmiş bu müzikler diyecekler. Kimse seni hatırlamayacak.

Ah, bak sen… Beyninde gördüğü portrelerden son yazdığı notaları yine boş şarap şişelerinin yanında unutmuş. Kağıdın üzerinde salyası ya da şarap izleri. İğrenç. Dur bir bakalım, nota pazarında neleri satışa çıkarmış kargaşa ile. 
Evet, flüt yalnız geziyor, ürkek, kaybolmuş, sanki ailesini arıyor, diğer flütler bizi bul dercesine girip çıkıyorlar, viyolonsel kalın baslarla “asla, asla” diyor, flüt panikte, kemanlar sesleniyor yumuşakça, biz gelicez, yardım edicez bekle, viyolonseller yine engel olacakmış gibi giriyor, o sırada obualar önemli konuğu haber veriyor ve piyano ile giriyor prens beyaz atıyla. Flüt piyanoya yetişmek istiyor sesini yükselterek kendini göstermek için ama obualar muhafızı gibi onu engelliyor. Kemanlar viyolonsellerle çatışmaya giriyor. Bize katılın ona destek olalım. Piyano karmaşayı fark edip ne oluyor orda der gibi kemanlara dönüyor. Obualar suç işlemişçesine sessizleşiyor yavaş yavaş. Piyano "çekilin geriye" diyor. Flütün sesi açığa çıkıyor özgürce, kuşlar gibi kanatlanıyor flüt, kemanlar rüzgar gibi kanadını dolduruyor flütün. Viyolonseller ince kalın kendi aralarında kargaşadalar. Piyano hepsine kendisini dinletiyor. "Flütü bırakın, bana gelsin" der gibi. Tanrım bu nasıl temiz, nasıl gerçek… okurken notaları gözlerim doluyor nefret ettiğim adam yüzünden. O serseri bir flütle arıyor iç huzuru…hiç düzeltme yok yazdığı notalarda. 
Bu nasıl bir yansımadır. Doğru dediği belli ki. O sadece yazan gördüğünü. Görmek lazım Mozart olabilmek için. Notaları iyi duyuyorum, ama göremiyorum. Ona kıyasla ben bir körüm. Körlerin arasında, tek gören olarak, bir serseri de olsa o, tek görebilen o diye özel oluyor işte. Müziğe küssem mi şimdi, yoksa onu öldürsem mi? 
Bu nasıl bir çatışma, insan hayran olduğu bir adamdan nasıl bu derece nefret de edebilir ki. Hiç nota yazamayan bir dinleyici olarak gelmek isterdim bu dünyaya. Sadece bu küstah serseriyi dinleyen bir hayranı olmak isterdim. Kaderim beni cezalandırıyor. Bu ne büyük bir ceza, çok canım yanıyor, çok...

04 Şubat 2018

Güç(6dk.)


Güç nereden gelir biliyor musun. Güç çok derinlerinden gelir. Öyle bir gelir ki yerin dibinden gelen volkan gibi. Önüne çıkan engelleri yaka yaka yüzeye çıkar. Sen de içindeki güçle tanışmak istiyorsan öncelikle gelecek yakıcı gücün önüne geçmek isteyecek her türlü kişi ve duyguyu yakıp eriteceğinden emin olman lazım. Buna hazır mısın. Güç güzeldir. Çok derinden gelir. Öyle bir gelir ki, seni de yakar ve arındırır, yeniden doğarsın, zirveler senin yatağındır artık. Bulutlar üzerine yorgan olur. Göç eden kuş sürüleri sana selam vererek yoluna devam eder. Başka bir boyutunda yaşarsın dünyanın. Tekil bir yaşamdır bu. Alışmak güçtür. Bazıları gücü ister bedelini ödmeye hazır değilken. Yanıp kül olurlar. Göçmen kuşlara selam vermek yerine  onları sanki akbabalarmış gibi görürler. Onlar kendi katillerini kendileri iç dünyalarından çıkarırlar. Güç iki tarafı keskin bir bıçak gibidir. Seni de keser, düşmanına da keser. As olan kimseyi düşman görmemektir. Güç istemek bir zaaftır aslında. Güçsüz olduğunu düşünen hep gücü arzu eder. Oysa her dağın derinliğinde olduğu gibi, her insanın da derinliğinde o lavlar vardır. Ama sadece yüzeye derinliği her kişide farklıdır. Korkuların mı var. Neden. Hadi atla o lavların içine. Kulaç at herkesin şaşkın bakışları altında. Lavlardan dalgalarda yunuslar gibi yüz. Hem yüz, hem yol al, hem de arın. Bir süre sonra, arınacaksın ve lavlar üstünden yağ gibi kayıyor ve seni artık hiç yakmıyor olacak. 

EVEN IF THE FATHER IS QUASİMADO



Abortion is an end, but a beginning at the same time. That is because a woman begins a totally new life when she goes through the experience of having an abortion. No matter if she is aware of it or not, abortion leads to a severe trauma for her.

There may be a series of reasons why a woman has an abortion, such as the way she got pregnant, the identity of the father, whether he is married or not, the woman's financial status, the number of children she already has, and her age. No matter what the excuse is, the fetus that is ripped out of the womb is not ripped out of the soul as easily as one can imagine. Unfortunately. 

Although the life span of the living organism is ended before it starts, naming this as murder would be a harsh statement to make. However, we still cannot regard abortion as a simple operation such as a dental or aesthetic surgery. One is mistaken if she believes this is her body and totally her decision, because of the fact that she is about to give up a part of her body as the result of such an operation. 

When she decides to have an abortion, the woman is about to give up the alternative of the existence of a living thing, whose nutrition and protection she is responsible for. Deep down, all women feel the holiness of being able to give birth, and tries hard to convince herself to give up this duty with the necessary logical way of thinking and justifying the process. 

In case this process of justification is not supported by social acceptation, then the woman finds herself in a jurisdiction where her own conscience is charged. This will lead to her eating herself up, so severely. 

I am not about to discuss whether abortion is legitimate or not. Whomever goes through this experience, all women and couples that live through this, will already question their conscience throughout their lives. That fetus will visit their lives from time to time, just like a tide visits the sea in certain intervals. 

There come difficult moments and difficult decisions to make. These are heavy burdens for the soul. These decisions harm the soul, while the soul is damaged by the waves that beat the rocks. These decisions are irreversible, they are made out of one option, in the absence of an alternative decision to make. 

As a man, I am reluctant to accept abortion under one condition: in case the man, who is the biological father of the baby, is left unaware of the decision and the pregnancy and in case the decision is made without taking his opinion or advice. 

For married women, it goes without saying that it is impossible to have an abortion without the legal permission of the husband, although there are some doctors who agree to violate this rule in certain cases. I believe this is the worst and the most evil thing a woman can do to a man. A woman cannot make this decision without ketting the man know. If she does this all alone, this is the biggest sin she can ever commit in a lifetime. 

The living organism that is executed and ripped out of her body is so small that the woman is unable to feel the difference. However, the feeling of guilt is there to stay. 

Maybe it is not expressed in words. However, the feeling of guilt begins to reside within the layers of the mind. No matter if the woman is right or wrong.

In case she has ended the life of the fetus believing that the man would not want it, then that man is not loved anymore. An involuntary relationship will end, in one way or the other. The woman then takes revenge, by deciding to have an abortion, either from the man or from herself. This still does not end the harsh process of questioning that goes on in her conscience. 

A woman who has an abortion for once finds it really difficult to lie down and have another one for the second time. In case she was mistaken the first time, she feels reluctant to express and confess the fact that she was mistaken, but she still cannot have the abortion for the second time. Even if the father of the baby is Quasimodo himself.

sucuklu kuru fasulye(6dk.)


Kuru fasulye yemeyi seven sevmeyen. Hepsi bilir ki sucuklu olunca değişir kurunun hali. Sucuk kendince de iyidir ama kuru ile olan uyumu bir başkadır. Ten uyumu buna denir işte. Kuru ile sucuğun ten uyumu. Sizce hangisi dişi olmalı. Şimdi sucuk mu kuruya tat veriyor yoksa kurunun için de sucuk bir başka lezzetli mi oluyor. Bence sucuk erkek. Kuru dişi. Kuru fasulye tek başına da doyurur. Anaç, besleyen doyurandır. Ama sucuk tek başına pek bir sahipsizdir. Yanına ya kaşar gelecek tost makinasında,  ya da yumurta gelecek sahanda. Sucuk onu tamamlayanlar sayesinde ancak tat bulur. Erkek de öyle değil mi. Erkek bir kadın tarafından tamamlanmadıkça eksiktir, tatsızdır. Sucukla kurunun ten uyumu. Nefis. Her gören arzu eder öyle bir uyumu. Ispanak ile yoğurt arasında da benzer uyum vardır ama sucuk ile kuru, Ferhat ile Şirin kalır onların yanında. Tamamlanmak özeldir. Eksiğin olmadığın hissetmek başka bir güven verir. Kadının anaçlığı kadınlığına da yansır. Kadın, erkeğini tamamlamak için çaba sarf etmez. O doğası gereği sevdiği adama uyarken, onu bir bütün yaptığını fark etmez. Eksik kalmaya mahkum erkekler, bunu en değerli parçalarının kaybettiğinde anlar. Aynaya bakar. Bir gözü yoktur. Bir kulağı duymaz. Üst dudağı görünmez, erimiştir. Burnundaki bir delik kapanmıştır kendince.  Eksiktir artık kadını yok diye. Yarısını kaybeder ama avutur kalanları ile kendisini. Kadın eksiklik hissetmez tek kalsa da. Yalnızlık hisseder ama eksik hissetmez. Erkek ise yarım adamdır kadınsız. Yavan sucuk yiyeniz var mı. Anlar ne dediğimi. Sucuk erkekler, ancak bir ana yemekle lezzet bulurlar. Kadınsız, sucuk erkeler, acınacak hallerine sevinirler, kadından kadına zıplıyorlarsa eğer. 

çocukların ölümü(6dk.)


Ölüm soğuk. Hem de dondurucu derecede. Ama ya çocukların ölümü. Buz devri yaşar insan. O derece soğuk, yıkıcı, utandırıcı . Utanıyorum insan olmaktan ölen her çocuk haberinde. Katil olan kim, biziz. Öldürülen her çocukta zalim olan biziz, hem bugüne hem  de geleceğimize. Ateş düştüğü yeri yakıyor. Bir çocuk öldürüldüğünde tüm dünya kapkara çamur içinde artık. Mavi dünya. Çıksam uzaya baksam sanmam hala dünyanın masmavi göründüğünü. Kapkaradır dünya uzaydan eminim. Çünkü katillerin mekanı dünya. Çocuk katillerinin mekanı. Eğer hala mavi ise, diyebilirim ki en nefret ettiğim renk mavi artık. Bunca katile yuva olan mavi leke uzayda. Temizlenemeyen mavi bir leke. Uzaya dökülüp kalmış bir mürekkep şişesinin artığı dünya. İçimde temizim diye avunan ama ölen çocuklara ağlamayan maviş dünya sakinleri. Ben aynaya bakınca utanıyorum. Siz nasıl utanmazsınız. Hayvanları koruyanlar. Kimsesiz kadınları koruyanlar. Haklısınız. Davanızda devam edin. Ama bilin ki siz de bu mavi leke dünyanın çöplerinden birisiniz. Benim gibi, nefes alan tüm insanımsılar gibi. Acaba en son insan ne zaman yaşadı merak ediyorum. 30 yıl, 50 yıl, 100 yıl, bin yıl önce. Zira şimdiki canlılar, bizler, insan değiliz.

28 Ocak 2018

bakıyordu(6dk.)


Küçücük gözleri ile öyle büyük büyük bakıyordu ki, yaşanmışları görüyordum beyaz perdedeymiş gibi. O kadar az yıla bunca acıyı nasıl sığdırmış olabilir ki. Zamana aldırmadan onla biraz daha vakit geçirmek istedim. Zira trenin kalkış süresine çok az kalmıştı. O tanımadığım küçüğüm beni oraya nasıl bağlamıştı. Geçmişle olan hesabı bir kenara bırakıp geleceğe bakmak gerektiğine dair karar vermeliydim. Pişmanlıklarım ne kadar yersiz idi bu miniğin hüzünlü bakışlarının yanında. Karlı olmasına rağmen terliklerle geziyor idi bu minik kızcağız. Yoksulluktan çok bırakılmışlığı yaşıyor diye düşündüm. Onu nasıl ısıtabilir sin ki yalnızlıktan üşüyorsa. Karanlık düşüncelerimin ona bir aydınlık gelecek getirmesi mümkün değildi. Onun güneşi ben olamazdım ama onun aydınlığa kavuşmasına sebep olabilirdim. Sanki düşüncelerimi herkes duyuyormuş kimi tüm yolcuların bakışları kompartımanda bana dikildi. Tek duyarlı ben değilmişim demek ki.