16 Mart 2014

İç Ses



Kendimi deli gibi koşarken buldum. Bilmediğim sokaklara dalmışım haberim yok. Kalbimin ritmi tavan yapmış ama yorulmuyor bedenim.
Üzüntü ve kızgınlık, kazana atılan kömür gibi kor yapmış tüm benliğimi. Burnumdan buhar çıkarır gibi öfke kusuyorum adeta.
Yüzümü gören sanki katilmişim gibi bakıyor bana yada birazdan katil olacakmışım gibi. 
İçimde çok sık duymadığım o ses bu kez nasıl çığlıklar atıyor. O bağırdıkça derinlerde, kalbim damarlarıma abanıyor tüm adalelerimi gererek.
Şimdi cinnet denen görünmez canavar ile tanışıyorum işte. Aklımın hükmünü yitirmeye başladığı anlar.
En imkansız ve vahşetin, en akıllıcaymış gibi gelmeye başladığı dakikalar. Ve sanki suçu üstüne alacakmış gibi sana destek çıkan o nadir duyduğun iç ses.
Şimdi koşan bedenim değil beynim uçtan uça. Kaldırımda oturuyor olsam da beynim ışın hızında her yerde.
Geri, ileri bir video oynatıcı gibi sarıyorum yaşanmışlarım ve yapmayı planladıklarımı. Artık hem senaristi hem yönetmeni hem de oyuncusu olmuş durumdayım bana ait bir sahnelik bu filmimin, yapımcısı ise o iç ses.
Nerede olduğumu bilmez iken nasıl oldu da evimin kapısına böylesine çabuk geri geldim. karar alınmış olunca nasıl da farklı çalışıyor beyin. Ve bedenim de nasıl uyuyor ona ahenk ile.
En korkutucu ve zalimce durumların oluşumunda ne kadar organize çalışıyor zaaflar ve korkular.
Hala evdedir umudu ile sessizce giriyorum kendi evime sanki bir yabancıymışım gibi. İç ses sanki evimde daha yankılı ve gürültülü. Bir kaç farklı ses gibi aynı şeyleri tekrarlıyorlar zihnimde.
İtiraf etti diye kabullenebileceği mi nasıl sanabilir böylesine ben onu sever iken. O refleks tokatlara rağmen hala evde mi acaba?
Evet orada. Şöminenin karşısında oturmuş. Hala ağlıyor, sızlanıyor. Acaba beni üzdüğü için mi yoksa sert tepkimin etkisinden mi diye düşünüyorum.
İç ses bağırıyor :" Ne fark eder ki, öldür onu."
Evet ben neden geri geldim ki zaten? Şimdi yukarı yatak odasına çıkacağım ve komodinden silahımı alacağım.
İç ses sanki kahkahalar atıyor, öfke duygusu heyecana dönüşüyor, garip bir titreme önemli bir sınav öncesi gibi.
Tam yukarıya çıkmaya yöneldiğimde, merdivenlerin başındaki yüksek sehpada aradığımı gördüm. Silah. Ama neden orada? Neden yukarıda komodin de değil, aşağıda girişte karşımda?
Sanki evren bana hizmet ediyor gibi geliyor bir an ve keyifli gülümsüyorum doğru yolda olduğumun teyidi gibi. 
Ama bu sefer o dış ses her şeyi alt üst eden: "Gitsem de beni bulacaksın. Salsan da dönüp geleceksin. Affetsen de kendini yiyeceksin. O zaman uzatma çek tetiği."
Sessizlik. Neredesin iç ses. Hadi bas tetiğe.
Bak üstüme geliyor korkmadan. Yere bakan silah tutan elimi tutuyor şefkatle ve kaldırıyor nazikçe namlu kendi alnına denk gelince kadar. 
O bu kuvveti bulurken kendinde, ben bir tetiğe dokunamıyorum. Hatta korkuyorum kaza ile dokunacağım diye. İç ses! Hani öldürecektik onu? Neredesin? 
"Bu değil mi istediğin, delicesine sevdiğini, kanlara boğmak, hadi bitir şu işi"
Yok. Olamaz. Şimdi de parmağını tetikteki parmağımın üstüne koydu. Korkuyorum. Beni bırakıp gidecek diye çok korkuyorum. Ne yapmalıyım.? Bu ne sessizlik? Ne çok cevapsız soru zihnimde bir kaç salise içinde. Bu nasıl bir panik? Nasıl bir kaos? 
Hayır, bastırma parmağıma. Elimi çekmek istiyorum silahtan ama kabusta bağırmak isteyip de bağıramamak gibi, sinirlerim iletmiyor beynimin komutlarını kollarıma.
Bütün iletişim karışmış hem ruhsal hem de bedensel. O parmağıma basarken göz bebeklerine kilitleniyorum. Nasıl derin ve dingin bir mavi.
Bir enerji geliyor o göz bebeklerinden tüm benliğime. Ve iç ses sanki tren kaçıyormuş gibi parlıyor yeniden kısa ve öz.
Tetiğe basılasıya kadar onu bir daha duyamam kaygısı ile dediğini yapıyorum koşulsuzca. Sert bir bilek hareketi ile namluyu çeviriyorum kendime ve beraberce basıyoruz tetiğe ve beraberce bitiriyoruz beraberliğimizi.
Evet. Kesinlikle böylesi daha iyi. Tamamen sustu iç ses. 

15 Aralık 2013

Irreparable Ruins



A disaster is now taking place. Although the reasons why it is taking place are not related to any crime committed by humanity, although it might seem as a natural one, the worldly test we are going through in the aftermath of that disaster has made it possible for us to face some unexpected facts.

In fact, earthquakes are events that are as natural as the wind or the rain. However, what is left behind is not natural at all. A common emotional state is shared by those who have been there during that terrible event, and who have actually survived. And this emotional state leads to different reactions depending on how badly it hurt. 
        
Earthquake is a living thing. It may even be viewed as a creature. He is fast asleep under the depths of the earth, and if he ever decides to come onto the surface, he does that rather cruelly. He has neither mercy nor sensibility. He only destroys, oppresses, leaves you helpless, leaves you desperate, makes you await in darkness and thirst with little hope. And once you see the sunshine once more hours or maybe days later, he lets you face resurrection. 
       
The Earthquake does not permit those who are left behind to mourn for the lost ones right after. An injured man is not allowed to mourn for his lost wife, while waiting for his children to be saved from under the ruins. Either death or the breath: the man desires to find one. And once he finds it, he is either tied to his own life with tighter bonds, or is completely ruined.

As he tries hard to lift the bricks and stones with his fingers covered with blood, he has this one prayer echoing inside, repeatedly, even unconsciously: 'God, please bless my loved ones. Bless my loved ones, give them back to me. Give them back to me.”  Yes. A blessing.

What kind of crime has a man committed, to ask for a blessing at that very moment? Although the earthquake has never been a punishment given for a crime, it usually gives the survivors a bizarre feeling of guilt.

How dramatic are those first hours right after the disaster. As the hours go by, the tension rises more and more, making it unbearable to wait. As the hours pass, there comes a moment when the tension seems to lessen with a hand, a breath, rising from beneath the ruins. 

You are asleep. He is coming. First, you feel his breath, his inhaling and exhaling sound with cruelty and violence.  He is hungry, and he is coming. If he really is, there is no turning back. He would not give up. He comes to you like a nightmare in the middle of your sleep. You try to find consolation in waking up and finding that it has all ended, but your bed has begun to tremble.

Once your child in the next room cries out loud, asking for help, you realize this is not a nightmare. And that is the moment when your conscience fades out with extreme fear and panic.  

The building both trembles and bounces, with each coup coming from below. The earthquake seems to be talking to you in each and every hit; ''Haven’t you torn down yet? Haven’t you? Haven’t you? Fall apart! Tear down! Divide!”

Despair turns into surrender, and you end up expecting to confront your sound of destiny. In the meantime, you hear the sound of the buildings tearing and people screaming.

This long period of waiting, although lasting only a few seconds, will end up with the answer whether your life will be blessed or you will die like everybody else. Until that very moment, there is still hope; but once the collapse begins, the nightmare turns into doomsday.

This is the day, you begin to think. Anxieties appear on your mind, and sure of your own death, you fear what will come next. That anxiety shifts to one for your children, one for your wife, one for your parents in tiniest seconds. It even ends up in your thinking whether you will come across the formerly deceased once you die.

And once a person finds oneself stuck among concrete ruins, and once he/she begins to hear panic screams asking for help, this is the moment one realizes this is not the doomsday. This is a complete tragedy. Without the knowledge whether his/her family’s safe, one cannot find any relief, seeing that this is not the end of the world. He/she is about to say, “I wish it were the doomsday.” That is because right after the doomsday, there would be no pain, and no injuries at all. There would be no life. Now, however, the life that has been “blessed”, will live on with all the ruins that are irreparable. 

09 Mayıs 2013

IF YOU ARE ANGRY INSIDE



For one reason or another, in the aftermath of my angry moments, my body gets tired as much as my soul does. Getting tired or wearing itself out: name it as you like it. We need to wear ourselves out, let ourselves grow old, so that new ones come along.

How high is the number of living creatures in the form of humans, disguised as humans, who are eager to be in this spotlight. They are unaware of the fact that being on stage makes you lose your human virtues and turns you into a monkey existing solely to amuse humans. Still, all the creatures who have been unable to analyze their essential nature, are sacrificed under that very spotlight.

Anger does not derive from our nature or existence, but from our eagerness to exist. What leads to anger is the deficiencies that result from the desire to realize oneself, being not happy with ones present existence. It is a feeling produced by those who have not yet reached themselves, or who felt scared when faced with the self they have reached. If you have anger inside, you have your reasons to let yourself go. But you should know that you cannot be the one who will let yourself go, not in this life, or in any life to come.

Through the layers of the soul, the path of discovery has no end. When your sins, which you have formerly considered to be saplings, appear on your path in the form of huge plane trees, you will see that not even a small ant may find space on their shade.

How painful it is, to face the smallness of the enormous.  Cruelty does not only address the others. In fact, we are the ones who become the greatest victims of our own cruelty. Could we have lied to a single other person in the universe, as much as we have lied to our own selves? 

06 Mayıs 2013

Writing means vomiting




In fact, I am not one of those who make great effort to sit down and write. The only thing is, maybe my perfectionism is what keeps me away from writing continuously. When the muses are finally here, they inspire a total of three or four statements to make.

Honestly speaking, I am one of those who regard writing as some sort of vomiting. One may need to vomit if and only if he/she has overeaten or in the case of actual physical sickness. If viewed as a form of spiritual vomiting, for one person to indulge in the act of writing in the actual sense of the term, that person needs to have had a higher level of experience than it is necessary or ordinary, or that very person needs to have some kind of emotional schizophrenia .

You must be leading the lives you are not actually leading, in order to let your pen pour them down on the paper.  You must be able to be in everyones shoes, take hold of everyones spirit, with a really fast pace, even crosswise.

Writing is the time of your life when you have the chance to come face to face with and talk to the other personalities inside you. These are the only real moments when you get rid of your masks. 

05 Mayıs 2013

WHOEVER YOU ARE



Pleasure and fear. These two emotions are the ones that trigger our decisions, which are either made deliberately or impulsively. This means that if you are about to take action concerning any issue, your action will eventually result in getting pleasure from what you are doing, or relieving the fear inside and getting rid of it at the end of it all. 

Therefore, in case someone around me treats me or another person in a way that I cannot figure out, I try to answer the question whether there is pleasure or fear underneath that sort of behavior. If that person exhibits such unfavorable behavior due to a certain fear, I give them a chance and may try to understand.  Sometimes my friends ask me how I can be so understanding despite the negative behavior I have encountered. They lack the ability to see that persons fears lying underneath. For me, it is unfavorable to punish a person who actually fears.

However, in case there exists a sort of pleasure underneath that sort of behavior, and in case some people are harmed by this, that person must be terminated immediately: you may leave them where they are and exclude them from your personal life. The wall they view as transparent turns into one that is solid concrete.

Do you know what really intrigues me? In primitive societies, people could easily treat others badly, or give them harm by oppressing them just for the sake of pleasure. However, in todays world, whoever oppresses others mostly do this due to their fears. Now, shall we feel happy because humankind have gotten rid of its sadistic tendencies or lament the fact that it has tumbled into a life led in herds, without any self confidence at all?

This issue is deeper than it seems, so I will be discussing it in more detail in the long run. Let us face our fears, for there is no one amongst us who does not have any. Whoever you are.  

07 Nisan 2013

Dünyalarımız Farklı Artık




Gelsen de çok geç artık. Ben o gün bıraktığın yerde değilim ki. Ne kadar kısa zamanda ne kadar çok yol aldım. Bir kasırga içine düşmüş gibi hissederken, bir başka dünyaya rüzgârlar alıp getirmiş beni, şimdi fark ediyorum. Bu geldiğim yeni dünyada, yaşam çok farklı öncekinden. 
Burada mutlu olmak umuduyla, acıyı ve suiistimali kana kana yaşayanlar yok maalesef. Bu dünyada el âlem ne der diye düşünerek karar almaya çabalayan ahmaklar da yok. Burada sadece kendi mutluluğunu düşünen ve kendine saygısıyla kendini mutlu edebilenler var.
Senin beni bıraktığın yerde değilim artık. Müteşekkirim aslında sana ama sen bu dünyadan değilsin ki, beni anlayabilesin. 
En güzeli de, bildiğimi artık asla bilmiyor gibi yaşayamayacağım. Artık biliyorum. Yüzleşiyorum. Kabul ediyorum. Ve kendimi seviyorum. Seviliyor olmak için seni sevmekten vazgeçiyorum. Çünkü ben, benim tarafımdan artık seviliyorum.
Gözyaşlarım sadece yüreğimin nemini dışarı veriyor. Kendime çektirdiğim acılar, nedeni değil artık gözyaşlarımın. Yetim ve öksüz kalmış bir çocuğun yalnızlığı yakıyor beni, ama sensizlik yakamıyor. 
Ben senin dünyanda değilim artık. Soluduğumuz hava aynı  olsa da, aynı güneş bizi ısıtıyor olsa da  ve aynı ayın yakamozunda, o geceyi ikimiz de anımsayacak olsak bile, aynı dünyada değiliz artık.
Ne ilginç ki, belki beni acı çekiyor görseydin, daha mutlu hissedecektin kendini hala seviliyorsun diye. Ama üzgünüm. Beni güçlü görmek seni yıktı. 
Bir düşün istersen; beni kaybetmiş olmak mı yıkan seni, yoksa seni tacı başında bir kral gibi karşılamamam mı? Kendinden şüpheye düştün değil mi? 
Başla o zaman muhasebeye kendinle. Vur dibe vurabilirsen. Umarım vurursun ki yukarı çıkabilesin ve umarım yaşayabilirsin  sen de yeni bir hayatta başlama heyecanını.

22 Eylül 2012

SERÇEM



Çökmüşsün yolun ortasında. Ay dolunay değil, ışığı yetersiz. Uzaktaki sokak lambası yanar söner selam vermekte. Bir kuş sesi bile duyulmaz vakitlerdesin. Yüreğin ağlar ama gözlerinden akmaz o yaşlar. Hiç küskün olmadığın kadar küsmüşsün geleceğine.  Şu yolun ucundan hızlıca sana doğru  gelen koca iki far bekliyorsun adeta. Ne yalnızlık, ne çaresizlik.
Oysa bir el uzansa gel diye, nereye götüreceğini bilmeden tutup gideceksin onunla. Bir el, bir ses, hadi diye. Ama yok, yok, yok. Dışında bulamadığını içinde aramalısın böyle zamanlarda. Zaten içindekini bilmediğinden kalmışsın böyle çaresiz. Mutluluğu dışındakilere bağlamışsın tereddütsüz, ısrarla ve onlar da sana sırtını dönmüş teker teker. O el her an uzanıyor kalbinden sana. Dinle! Dinle! Dinle! Tut sımsıkı bir kez, sen bıraksan o seni bırakmaz bir daha. Yalnız kalmak ancak kendini duyamayanlara mahsus. Duy! Duy! Duy!..
Bir serçe kondu dizinden biraz öteye yolun ortasına. O iki minik göz sana bakarak kafasını bir sağa yasladı bir sola. Ne yaparsın burada der gibi bir eda var parmağın kadar olan bu canda. Sıçraya sıçraya yanaştı dizine doğru. Cüssesi olsa sanki itecek seni gagası ile yolun kenarına. Hadi git yaşa diyecek dili olsa konuşabilse. Belirsiz bir tebessüm oluştu yüzünde. Bilsen ki korkup kaçmayacak alıp eline sarılacaksın o minicik cana doyasıya. Nasıl verebildi o minik can sana bu sevinci?
Gagasını sürttü sağlı sollu yere ve baktı minik gözleri ile. Sıçradı bir adım daha ve yine gagasını sürttü kendini hırpalar gibi. O sırada gözünü kamaştıran o koca farlar belirdi yolun diğer ucunda. Umutla beklediğin o farlar gözünü öyle aldık ki serçeyi seçemez oldun ve o an fark ettin ki beklediğin sonun henüz gelmemiş. Bir gayretle yeniden canlanan ruhunu taşıyan garip bedenini yolun kenarına sürükledin.
Minik serçen uçmadı. Kanatlarını uçmaya hazırlar gibi açıp kapadı bir kaç kez. Ama uçmadı. Serçeler bilir ne zaman yoldan zıplayıp kaçacaklarını diye avuttun kendini bir kaç saniye daha ama o sadece  sana bakarak kanatlarını bir kez daha açıp kapadı. Neden ki diye düşünürken yolun kenarında farlar geçti seni ikaz etmek için o güçlü kornaya basarak. O acı korna sesi, senin acı çığlığınla birleşti... Seeerrrrr-çeeeeeemmmm…
O minik can cansız yol üstünde. Sendeki ruh ise canlanmış ağlaya ağlaya dağlar gibi. Bir minik serçe ölü avucunda, o ölen can geçmişin olmuş artık senin. Bir can giderken sana can geldi. Sadece bir kaç saniyede neler verdi bir minik serçe?
Ne zaman görürsen yollarda bir ölü serçe, bil ki bir ruh daha kurtuldu karanlıktan. Sen de ol gönülden bir serçe ve git sokağın ortasında çökmüş, farları bekleyen bir çift dizin önüne kon ve hisset  serçelerin sahip olduğu,  koşulsuz yardım huzurunun hafifliğini.  

16 Eylül 2012

Kadının Celladın Olursa




Teslimiyetin verdiği huzur ne benzersizdir; koşulsuz teslimiyet. İncinme korkusu olmaksızın teslimiyet. Zaten bir endişenin olduğu yerde teslimiyet tam anlamı ile yoktur. 

Kadın olmanın tabiatında vardır teslimiyet. Ama aynı zamanda şüphenin de sık demirlediği bir limandır kadın. Dolayısıyla tam bir teslimiyet gerçek aşktır diyebiliriz kadın için. 


Şüphelerin nefes alıp verdiği bir beraberlikte, bedenler birbirine teslim görünse de ruhlar sorgular demlerde yaşar aşkları. Koşulsuz teslimiyeti yaşayamayan ruhlar, buldukları aşk kırıntıları ile avutarak sularlar gönül bahçelerini.

Bir erkek, muhteşem bir teslimiyet ile bir aşk yaşamak istiyor ise, öncelikle sevdiği kadının kalbinde olan tüm şüpheleri yok etmelidir. 


Kadın, erkeğe bir şüphesi varmış edası sergilemeyebilir ama akıllı erkek, kadının doğasında var olan şüphelerin kendisi için geçerli olduğunun farkında olmalıdır. Erkek, kadının bu doğal şüphelerini, onun zihninin derinliklerinden henüz dışarı çıkmadan sezmeli ve kadını tarafından sorgulara çekilmeye başlamadan tavır ve tutumları ile bu şüpheleri bertaraf etmelidir. Zira kadında yüzeye çıkmış bir şüphe artık yok edilemez.

Kadın ancak ve ancak tüm şüphe ve endişelerinde arındığında tam bir teslimiyet ile erkeğine bağlanır. Bu bağlılık ile beraber, kendisini yok sayacak şekilde ilişkisine adar. Bir kadının bu denli verici olması ilişkinin kalitesini ve olgunluğunu tavan yaptırır. Çünkü kadın, tüm ruhu ile ilişkisine ya da ailesine yöneldiğinde, kutsanmış bir mutluluk kalkanı tüm evi sarar ve korur.

Erkek, bu huzuru yakalayabilmek için önce teslimiyet duygusunu kadında yakalayabilmeli, sonrasında da bu huzurun daimi olabilmesi için, sakın ama sakın kendisini teslim etmiş bir kadına hayal kırıklığı yaşatmamalıdır. Zira bu karşısında anaç bir kadın yerine, elinde baltası ile ilişkinin infazını gerçekleştirecek bir cellât belirmesine neden olur ve bu cellât, böyle bir psikolojide hiç tereddüt etmeden baltayı ilişkinin boynuna indirir. Erkeğin hiç bir özürü ve yemini fayda etmez.

Erkeklerin özür dilemeleri veya "bir daha asla" yeminleri ancak kendini henüz tam teslim etmemiş kadınlarda işe yarayabilir. Bir erkek, ilişkisinde istediği konfora, kadına davranışları ile sahip olabilir. 
Ama en konforlusunu istiyorsa, bunu nasıl kaybedeceğini ve kaybettiğinde de ödeyeceği bedeli çok iyi bilmelidir. 

Zira teslimiyet ile beslenen bir aşk, benzersiz bir güce sahip olur, onu yaşar iken vezir olursun ama kaybedince de rezil rüsva olursun. Yaşayan bilir, yaşantanlar da bilir.

21 Haziran 2012

Babası Guasimado olsa bile





Kürtaj; bir son ama aynı zamanda da bir başlangıç. Zira bir kadın yaşadığı kürtaj tecrübesinden sonra yeni bir hayata başlar. Farkında ya da değil, bu her halükarda bir travmadır o kadın için. Unuttum der ama unutmaz bilinçaltı.

Ne şekilde gebe kaldığı, gebeliğine neden olan erkeğin kim olduğu, evli olup olmadığı, maddi durumu, hazırda olan çocuk sayısı, kadının olgun ya da genç yaşta olması gibi birçok neden olabilir kürtaj yaptırmak için. Gerekçe ne olursa olsun, rahimden kazınan cenin, ruhtan kazınamaz maalesef.
Her ne kadar, doğacak bir canın yaşama süreci başlamadan sonlandırılıyor olsa da, bunu cinayet olarak adlandırmak gerçekten ağır olacaktır. Ama kürtaj olayından herhangi bir estetik operasyon ya da dişinizdeki köprü tedavisi gibi bahsetmek de çok abes olur. 

Beden benim, karar benim düşüncesi yanılmadır. Zira kadın kürtaj sırasında bedenindeki bir uzuvlundan vazgeçmemektedir. Vücudunun, koruyucu ve besleyici görevini üslenmek zorunda kaldığı yeni bir hayat alternatifini yok etmektedir. 

Her kadın bu doğurganlığın kutsallığını en derinlerinde hisseder ve mantıksal değerlemelerle  kendi benliğini kürtaj olmaya ikna eder. Eğer bu ikna toplumsal kanıksama ile desteklenmiyor olsa, kadın vicdan muhasebesini asla aşamaz ve kendini tüketir.

Burada kürtaj olmalı ya da olmamalıyı tartışacak değilim. Kürtajı yaşayan her birey ya da her çift bunun muhasebesini kendi içlerinde bir ömür yaşarlar zaten. Med-cezir dalgaları gibi o cenin girip çıkar hayatlarına. Zor anlar, zor kararlar. Zor yükler bunlar ruh için. Ezen, yıpratan, tekrar tekrar dalgaların kayaları dövüp oyduğu gibi ruhu zedeleyen kararlar bunlar. Dönüşü olmayan ve tek şıklı kararlar.

Bir erkek olarak tek bir şekilde kürtajı asla kanıksayamam. O da, evli ya da değil, gebeliğin nedeni olan erkeğe gebe olduğu haberini vermeden, kadının kendi kararınca gebeliğe tek başına son vermesidir. 
Evli kadınlarda kocanın resmi müsaadesi olmadan kürtaj işleminin yapılamadığı malumdur ama gerektiğinde bunu da delebilen doktorlar muhakkak vardır. Bu bir erkeğe, bir kadının yapabileceği en büyük kötülüktür. Erkeğin haberi olamadan kadın bu kararı alamaz. Oldu bunu tek başına yaptı, bundan daha büyük bir günahı kalan hayatında işleyemez.

Rahimden kazınan bir can, o kadar küçük bir parçadır ki, kadın öncesi sonrası bedensel bir fark hissetmez. Ama suçluluk duygusu asla kaybolmaz. Belki dile gelmez, itiraf edilmez. Ama haklı haksız kendini suçlu hissetmek bir katman olur zihin bloklarında.

Eğer gebeliği, beraber olduğu erkek bebek istemiyor diye sonlandırmış ise kadın, o erkeği artık sevmiyecektir. Artık zoraki beraberlik durumuna gelen bu ilişki bir nedenle kesinlikle bitecektir. Kadın kürtajın intikamını ama kendinden ama erkeğinden alır. Alır ama bu iç muhasebe maalesef asla sonuçlanmaz.

Bir kez kürtaj yaptıran kadın, ikinci kez çok zor yatar o masaya. Bir kere gaflete düşmüş ise, dile getiremez, itiraf edemez ama ikinci seferde ne pahasına olursa olsun o kürtajı yaptırmaz. Bebeğin babası Guasimado bile olsa.

27 Mayıs 2012

Havalan'MA


Havalanmak sadece uçak ya da balon ile olmuyor. İnsanoğlu bunların icadı olmadan önce de gayet rahat havalanabiliyor idi. Şimdi de onlarla yâda onlarsız yine havalanmaya devam yüksek irtifalara doğru.
Nedir bu icatlardan daha eski olan ve bizi havalandıran. Biliyorsunuz, sizde de var zaten herkeste olduğu gibi. Ego. Ama hala havalarda değilim diyor iseniz ego uçuş aracınızın benzini yok demektir.

Yoksa araç halen hazırda sizi beklemektedir. Sadece havalanmaya yetecek kadar yakıtı yoktur. Koyun bir yakıtı bak nasıl havalanacaksınız birden.
Yakıt iki türlüdür; ya para ya da şöhret. İkisi bir arada, o da uzay uçuşu olur artik. Yükseldikçe yerçekimi azalır. Oksijen azalır.

Bazen öyle bir noktaya gelirsiniz ki, alçalmak için çok geçtir. Zira artik yerçekimi de yoktur geri dönüş için yakıt da. Öyle kayar gidersiniz uzay boşluğunda.


Mavi yerküreye özlemle bakar olursunuz ondan uzaklaşır iken aheste aheste. Ayağım yere bassa yeter dersiniz neresine olursa olsun. Ama ego havayollarının uçuşları tek gidişlidir, maalesef gidiş dönüş bileti yoktur bu havayollarında.