27 Mayıs 2010

Bilmek Suçtur

Karşı cins tarafından asla yaşamak istemediğimiz duygu çökmesinin, kendimizi aşağılanmış hissetmekten başka bir tetikçisi var mı?

Bazı duygular olgunluk dereceniz ne olursa olsun sizi alaşağı edebilir. Bir yarasa iseniz gündüz avlanamazsınız. Bilirsiniz ki gece sizin için gündüzdür.
Kendi sıfatını çözememiş bir şahıs, gece mi gündüz mü av zamanı onun için nasıl bilsin? Takım elbise ile sahilden denize girmeye çalışan bir adamı gören herkes, '' Sanırım intihar edecek.''  diye yorumlar.

İşte böyle gülünç durumlara düşürüyoruz birlikteliklerimizde kendimizi. Yarasa olduğumuzdan habersiz gündüz av ararken, ya da takım elbise ile sahilde suyun soğukluğuna alışmaya çalışırken.

Komik ve tezat olanların çoğunlukta olduğu bir sürü yaşamında, sadece tek kişinin farkındalığı ne kadar etkin olabilir? Tabi kendi benliğinin gelişimini sağlamanın dışında.

Bilmek suçtur; illa öğretmek takıntın yada egon varsa. Ama kuyu görürsen kendini, bilgini de içindeki su;  birileri ipinin uzunluğu ve kendi iç susuzluğu kararınca nasiplenecektir o kuyudan.

 

16 Mayıs 2010

Kaldırılamaz Enkaz

Bir felaket yaşandı. Yaşanıyor olmasının nedenleri pek insanlığın suçu değil, sadece doğal bir felaket olarak gözükse de, o felaket sonrası insanlığın yaşadığı dünyasal sınav bizi beklemediğimiz gerçeklerle yüzleştirdi.
Esasında rüzgârın esmesi ya da yağmurun yağması kadar doğal bir olay deprem olayı. Fakat gerisinde bıraktıkları hiç öyle olmuyor. Şiddetli bir depremi yaşamış ve bir şekilde sağ kalmış kimselerin ortak bir hissiyatı vardır ve bu his onlarda kendilerini acıtma derecesine göre farklı geri dönüşlere neden olur.

Deprem canlı bir varlıktır. Hatta bir yaratıktır. Yerin altında çok derinlerde uykuda yaşar ve eğer yüzeye çıkmak isterse acımasızca yukarı çıkar. Ne insafı ne de duygusallığı vardır. O sadece yıkar, ezer, rehin alır, aciz bırakır, muhtaç bırakır, karanlıkta ve susuzlukta umutla beklettirir ve saatler sonra bir gün ışığı görüldüğünde yeniden doğmayı yaşattırır deprem.

Deprem geride kalanlara yas tutturmaz hemen. Karısının öldüğüne yas tutamaz yaralı adam, çocuklarının enkaz altından bulunmasını beklerken. Ama cesetlerini ama nefeslerini; sadece bulmak ister onu tamamen yıkacak ya da tekrar yaşama bağlayabilecek yaşamından kalan nefesleri.

Taşları kan içinde kalmış parmakları ile tek tek kaldırırken gücü yettiğince,  içinde hep şu dua yankılanır şuursuzca ve tekrarlarca; ''Allah'ım, bana onları bağışla. Allah'ım bana onları bağışla. Allah’ım bana onları bağışla.'' Evet bağışlamak. Her ne kadar bir suça karşılık ceza olarak yaşanmamış olsa da deprem, nedense geride kalanlara cezalandırılmış olma hissiyatı verir genellikle.

O ilk saatler ne benzersiz bir dramdır. Saatler geçtikçe dram kimi göçükler kalktıkça tahammülü zorlayacak derecede artar. Aynı gerilim, saat saat birikiminin artmasına rağmen, binlerce ceset sonrasında bulunan birkaç el bekleyen nefes ile bir an dağılır gibi olur.

Uykudasınız. Geliyor. Önce yerin dibinden onun nefesini hissedersiniz, o şiddetli ve acımasız solumasının sesini. Açtır ve geliyordur. Vazgeçmez ve geri dönmez eğer geliyorsa. Uykuda bir kâbus gibi gelir size. ''Uyanınca geçecek'' tesellisi vardır içinizde her ne kadar yatağınız sallanmaya başlamış olsada. İçerden çocuğunuzun korkulu uyanışı ve size seslenmesi ile sadece sizin gördüğünüz bir kâbus olmadığını fark edersiniz. Ve o andan sonrası bilinç kendini kaybeder panikleme ile.

Bina hem sallanır hem de zıplar arada dipten gelen darbe ile. Deprem konuşur adeta sizinle her darbede; ''Daha yıkılmadın mı? Daha yıkılmadın mı? Yıkıl! Yıkıl! Yıkıl!''.  Acizlik teslimiyete döner ve kaderinizle yüzleşmeyi bekler olursunuz sizin binanızdan önce yıkılan binaların ve çığlıkların seslerini duyar iken.

Saniyeler süren bu uzun bekleme, hayatımız bize bağışlanacak mı yoksa herkes gibi bizde mi öleceğiz sorusunun yanıtını verecektir. O ana kadar hala bir umut vardır. Ama çöküş olduğunda, artık bu kâbus değil kıyamet günüdür sizin için.

O gün bugünmüş meğer endişeleri ile öleceğinizden emin sonraki safhada sizi ne bekliyor kaygıları görünür zihninizde. Sonra o kaygı çocuklarınız için, sonra eşiniz için, sonra ana babanız için sıçramalı yer değiştirir ve önceden ölmüş tanıdıklarınızla karşılaşacak mıyım acabalara kadar gider.
Ve beton yığını altında sıkışmış bulursa kişi kendini, yardım çığlıkları ya da inlemeler duyuyorsa etrafında o an anlar ki, bu kıyamet değil bir felakettir. Sevinemez kıyamet olmadığına ailesinin durumunu bilmez iken.

Keşki kıyamet olsaydı diyesi gelir. Çünkü kıyamet sonrası ne yaralı kalacak, ne acılı kalacak. Hayat kalmayacak. Ama şimdi onlardan alınmamış hayatı, kurtarılabildiği takdirde içlerindeki kaldırılamaz enkaz ile yaşayacaktır.

15 Mayıs 2010

Öfken Var ise...

Nedense öfkeli anlarımdan sonra çok yorulmuştur bedenim en az ruhum kadar. Yorulmak yada yıpranmak; adını siz koyun. Kendi kendimizi eskitmek zorundayız yenilerimiz arkamızdan yer alsın diye.

Bu sahnede olmaya sevdalı amma çok insan suretinde canlılar var. Bilmiyorlar ki, sahnede olmak zamanla insan olmaktan, insanların eğlencesi bir maymun olmaya götürebilir sizi.  Ama yine de fıtratlarını keşfedememiş canlıların,  kurban olduğu bir meydandır burası.

Öfkenin kaynağı var oluşta değil var olma isteğindedir aslında. Var oluşuyla yetinmeyip kendini kendince var etme arzusundaki sekmelerden kaynaklanır öfkeler.

Kendine ulaşamamış yada ulaştığı kendinden ürküp uzaklaşmak isteyen şahsiyetlerin ürünüdür öfke. Öfken var ise, nedenlerin vardır kendince seni azat ettiren. Fakat bilmelisin ki,  seni azat edecek,  sen olamazsın bu hayatta ve sonrasında.

Keşif bitmez kendi ruh katmanlarında. Fidan sandığın günahların, koca bir çınar halinde yoluna çıktığında, görürsün ki o koca çınarın gölgesine bir karınca bile sığamaz.

Büyüklüğün küçüklüğüyle tanışmış olmak ne acı vericidir.

Zalim olmak sadece karşınızdaki insana hitaben olmaz.

Kendi zalimliğimizin en büyük kurbanı kendimizizdir aslında.

Kendimize söylediğimiz yalanların sayısı kadar, başka hangi tek şahsa yalan söylemiş olabiliriz ki?

Yazmak Kusmaktır

Yazmak için çok çaba sarf edenlerden değilim esasında. Sadece mükemmeliyetçiliğim belki uzak tutuyor beni sürekli yazmaktan. Ancak esecek ilham rüzgarı da böyle,  hadi yazayım diyeceğim üç beş kelam.
Açıkçası yazmayı kusmak olarak görenlerdenim ben. İnsan ancak rahatsız olacak derecede fazla yediğinde yada fiziksel olarak bir hastalık durumunda kusmak zorunda kalır.

Yazmayı ruhsal bir kusma olarak ele alacak olursak, insanın gerçek anlamda yazabilmesi için ya gereğinden ya da alışılandan çok yaşamışlığı, yada ruhsal olarak biraz şizofrenlik bir durumu olması gerekmektedir.

Yaşamadığınız hayatları yaşamalısınız ki onları kaleminizle yaşatabilin. Cinsiyet farkı olmaksızın her bedene ve ruha girebilmeniz gerekir hızlıca ve çaprazlamalarla.

Kendi içinizdeki diğer kişiliklerle yüzleşme ve sohbet etme vaktinizdir yazmak. Maskelerinizden kurtulduğunuz tek gerçek anlardır o anlar.

Liderlik Nedir?

Mesela; ''Liderlik üzerine söylenmişlerin hepsini siliyorum. Kimse kusura bakmasın. Tüm yorumlarınız silindi. Tüm öngörüleriniz silindi. Tüm lider tanılarınız silindi.

Ben söyleyeceğim lider nedir ve herkes bundan sonra bu dediklerimi liderlik tanısı olarak kabul edecek. Kimse ısrar etmesin lütfen. Kimse de zekamla zekasını yarıştırma cürretinde sakın bulunmasın. Kimseyi herkesin önünde küçük düşürmek istemem.

İtaat etmeniz daha huzur verici olacaktır sizin için. Benim koyduğum tanı hepinizi ikna etmeyebilir ama hepinizden de üstün kavrama yetisi bekleyemem zaten. Kavrayamayanlar çoğunluğa uymalıdırlar genel huzur için.
Ama dikkat çekmek adına muhalefet yapabilirler tabii. Fakat zaaflarını ortaya çıkarıp mahcup duruma düşürebilirim o kişiyi. Bilsin ki neye cürret ediyor, dindirsin ego yüklü dürtülerini.

Korkularınızı keşif etmek ve onları bildiğimi hissettirmek itaat etmenizi sağlayacak yargılarıma ve kararlarıma.

Şimdi söylemek gerekirse liderlik nedir, söyledim ya derim bu yazdıklarımla.'' diye bir tanımlama, güçlü kolorik bir kişilikten gelebilirdi.


 

14 Mayıs 2010

Her Kimseniz?

Zevk ve korku. Bu iki duygudur tüm kararlarımızın tetikçisi. Bilinçli yada refleks kararlar. Hepsi sadece bu iki duygudan birisinin tepkimesidir.

Yani bir eylemde bulunuyor iseniz, o eylemin sonucunda ya zevk alacaksınızdır yada bir korkunuzdan kendinizce uzaklaşacak yada kurtulacaksınızdır.
Dolayısıyla çevremde bir insanın,  şahsıma yada tanıdığım herhangi birine, anlam veremediğim bir davranışı olursa, altında zevk mi var,  korku mu var analiz etmeye çalışırım. İstemediğim bir davranışı eğer korkularından dolayı sergiliyor ise, ona şans tanır,  onu anlamaya çaba sarfedebilirim.

Bazen arkadaşlarım o sana nasıl davranmıştı, sen nasıl hala anlayış gösterebiliyorsun derler. Onlar onun korkularını görmez. Korkan bir insani cezalandırmak hoş olmaz.

Ama yaptığı davranışın altında zevk var ise ve bundan zarar görenler var ise, o zaman ''katli vacip'' tir, yani onu hayatınızın dışında bırakabilirsiniz. Şeffaf gördüğü duvar bir anda beton olur.
İlginç olan ne biliyormusunuz? İlkel toplumlarda insanlar insanlara zevk için kötülük yapıyor yada onları zevk için ezebiliyorlardı.

Ama günümüzde insanları ezen şahsiyetlerin çoğunluğu bunu korkularından dolayı yapıyorlar. Şimdi insanlığın sadist dürtülerden kurtulduğuna mı sevinelim yoksa korkak özgüvensiz bir sürü yaşatısına sürüklendiğine mi üzülelim?

Bu konu göründüğünden daha derin olduğu için ileride de daha detaylı paylaşacağım. Lütfen korkularımızla yüzleşelim, zira aramızda korkuları olmayan yok, her kimseniz?

 

13 Mayıs 2010

Cahil Entelektüeller


Ya bence en acınacak durum bu. Sen onca bilgiyi kitabı yut, ayaklı bir google durumunda gez ama bu bildiklerinin egondan başka hiçbir şeye ve hiçbir kimseye faydası olmasın.

Bilgi güçtür. Üstünlük taslamak, yeni bir ortamda saygınlık kazanmak, ya da boş ruhu dolu kafayla kamufle etmeye çok yardımcı olur bilgi.

Bilmek fiilinin bize katması gereken nedir acaba. Biliyorum, güçlüyüm mü? Biliyorum, karizmatiğim mi? Biliyorum, farklıyım mı? Yoksa biliyorum ama egoma yarıyor, başka bir boka yaradığı yok mu?

Klişe laf; bilgi paylaştıkça büyür. Klişe olduğu için algılanamıyor zaten.
Şöyle diyelim; biliyorsan, paylaşıyorsan, sen büyürsün. Sen büyüdükçe, egon küçülür. Adam profesör olmuş, bilgi burun deliklerinden fışkırıyor ama ego tavanda. Bakmak ile görmek arasındaki fark gibi.
Bilgi büyütmeli adamı. Adamı adam yapmalı. Adam olmayandaki bilgi, teröristin elindeki bomba gibidir. Bu tarz cahil entelektüelleri hemen fark edebilirsiniz toplumda. Konu banyo da tıkanan lavabo borusudur o size marmaray projesinin detaylarını aktarmaya başlar.

Bilgiyi davranışları ile taşıyan adama saygı duyarım ben, arama motoru gibi veri dökenine değil.

11 Mayıs 2010

Sanatçı Postacıdır



Nedense yalnızken üretkendir tüm takıntılı sanatçılar. Takıntısız olanı da pek yoktur aslında. Neden takıntılıdır tüm bu sanatçılar? Sanat mı takıntıdan çıkar, takıntı mı sanattan geyiği başlatmak lazım burada ama ucuz olur.

Ben de takıntılı bir insanım. Nedir takıntım biliyor musunuz? Takıntısı olan insanlara takıntı oluyorum ve bu zaafım maalesef benim onlardan farklı olabilmeme engel oluyor.

Her neyse, neden yalnızken bu üretkenlik? Neden kalabalıklar engel yaratıcılığa? Yaratıcılık kelimesini silmiştim yerine üretkenlik kelimesini kullanacaktım ama bu konuyu da vurgulayayım diye silmedim. Çünkü; yaratılmışlar ancak üretir, kendi yaratılmış olan asla yaratamaz.

Yalnız kalamaz insan. Yalnızım dediği an kendisi ile beraberdir. Kendisi ile sohbet eder, dinler ya da bir yolculuğa çıkar. Kalabalıkları gördü mü, geri kaçar o kendiniz. Kendini göstermek istemez. Çünkü aslı gösterdiğiniz gibi değildir o ve siz onun gerçek halini göstermemekte direnirsiniz.

Çelişki, çelişki. Bir insan ki onda hiç çelişki yok, bilin ki insanlık mertebesini aşmıştır, ya da o henüz insan olmuştur, biz kendimize yeni bir sınıf arayalım.

Herkes sevdiğinle baş başa iken sohbet etmeyi ve zaman geçirmeyi tercih eder. Üçüncü bir kişinin katıldığı ortamlarda hava hemen değişir bütün o aşka rağmen.

Üreten insanların da yalnız kalmaları istemesi, esasında kendilerini ve tüm kâinatı yaratan sevgiliyle geçirilecek o özel vakitlerdir. Farkında ya da değil iletmek üzere alır notalarla ya da kelimelerle şekillendirilmiş mesajları ve sunar sanatçı ismi altında tüm insanlara. Sanatçı bir postacıdır eğer farkında ise. Ama çok değerli ve özel şeyler taşıyan ve dağıtan bir postacı.

Çok insan vardır ki böyle bir postacı olmaya doğal olarak çok özenmektedir. Kendini kurcalar ve kazar mütemadiyen bir şeyler üretebilmek için. Oysa üretmeye değil evreni dinlemeye fokuslanmalı bunu arzu edenler. Gönlüne fısıldananları asla irdelemeden dökmelidir ortaya. Öyle ki kendi de şaşacaktır ve döktüklerinin hiç birini kendine ait göremeyecektir bunu daha sık yaşadıkça.

Postacı olmak çok özel bir görevdir Yaradan'ın bazı kullarına verdiği. Görevdir kesinlikle hediye değildir. Yükünün önemini ve sorumluluğunu bilerek, kibirden uzak taşınmalıdır bu tarz yükler. Öyle ki bu görevi icra etmekten men edilmeyesiniz. O kayıp ne büyük bir kayıptır, nasıl acı verir.


10 Mayıs 2010

Her Sezar'ın Bir Brütüs'ü vardır!



Eğer Sezar'san, bilirsin ki; sen asla kimseye güvenemezsin.

Ama asla da kimseye güvenmiyor görüntüsü ile beraber liderlik de yapamazsın.

İşte bu çelişkinin doğurduğu oyunculuğu, en yerinde yapabilendir Sezar.

Yine de çocukluğunu hatırladığında bu Sezar, en azından bir kişi diler yanında tüm maskelerini çıkartıp, onunla rahat konuşabileceği. İşte bu özlem ve zaaf,  Sezar'a getirir kendi Brütüs'ünü.

Son nefesini verirken öldüğüne üzülmez. Hançerlerin sahipleri arasında o olmasın diye duacı gözlerle bakarken, işte bedenini değil, ruhunu öldüren o son hançer gelir Brütüs'ten.

Eğer sen de bir Sezar'san bil ki; sonun gizli yada açık, Brütüs'ten olacaktır.

Kim senin Brütüs'ün? Onu kim olduğunu biliyorsun.

Ondan kork, ona hissettirme. Ona güvenme ama ona sakın hissettirme.

Belki daha uzun sürer Sezar'lığın böylece.