04 Mayıs 2022

Beyaza İsyan


Sanki bitmez bir kar yağıyordu. Olduğum yerde bir dakika kadar hareketsiz kalmam kardan adama dönüşmem için yeterliydi. Devamlı koşuyordum, bata çıka hareket halinde kalmaya çalışıyordum. Nefesim yettiğince devam ettim. Ama ne tarafa gittiğimi göremiyordum ki. Sadece yoğun kar. Her yerin bembeyaz olduğu bir dünya çok mu güzel sizce? Başta öyle gelebilir ama hangi renk olursa olsun, tek renkli bir dünya işkence verici. O renk beyaz bile olsa. 

Beyaz beni de yutmaya çalışıyordu. Beyaz bir nokta olmamak için devamlı hareket etmeliydim. Zıplıyordum, üstümü silkeliyordum, dizlerime kadar batıyordum ama boğazıma kadar batmadım diye hala umut ediyordum. Beyazdan başka bir renge ulaşmayı hayal ediyordum. Böyle bir fırtınada bulutların kara bulut olmasını beklersin ama nerde? Bembeyaz bir gökyüzü. Yer gök anlaşmış, beni beyazla boğmaya çalışıyorlar. Çığlık attım isyanıma istinaden, soluğum beyaz bir dumana dönüştü benimle dalga geçer gibi. Ama benim asla beyaza dönüşmeyecek, beyazın tüm bütünlüğünü bozacak bir kozum vardı. 

Evet, bu şeytanca fikir aklıma düştü ve avını pusuya düşürmek üzere olan bir avcının sinsi gülüşü suratımdaydı şimdi. Kırmızı nasıl durur sizce bu sonsuz beyazın üstünde? Nasıl da göz alır öyle değil mi? Beyaz ancak bu işe yarar işte, ancak kırmızının ateşini ve gücünü ibretle insanların gözüne sokmaya yarar beyaz geri fonda. Anladınız siz son kozum nedir. Soğuktan daralan damarlarım ne kadarına müsaade eder bilemiyorum ama beyaza gömülmeden önce bir imza bırakmaya yeterli olur sanırım. Nefret ediyorum beyaz senden. Seni kendi kanımla boyamaya cüret edecek kadar senden nefret ediyorum beyaz. Masumiyetin sembolü müsün sen? Saflığın, temizliğin de mi? Her neyin sembolü isen, bil ki beyaz, sadece bir renksin ve üstüne ne renk gelirse ona dönüşürsün, döneğin tekisin sen beyaz. Şimdi bak, hareket etmiyorum, yağ üzerime, kat beni de tüm beyazlığının içine. Yeşilini yok ettiğin bu çamlar gibi beni de dönüştür kendine. Ama benim köklerimi bileklerimden akan kanım besleyecek. 

Sıra sıra ağaçların gövdelerinden biri gibi oldu batık hareketsiz duran bacaklarım. Tüm vücudumu tek bir parça kütük gibi hissediyorum ama dibime düşen kırmızı kırmızı damlalar yine de gülümsetiyor beni. Beyaz, seni kırmızıya hapsediyorum ve bil ki senin hükmün bittiğinde eriyip yok olup gideceksin. Senden arınarak bu torağa karışacak kanım, rengarenk kır çiçekleri olarak tüm ovayı kaplayacak. İşte o gün, tüm renkler masumiyeti, saflığı, temizliği senin elinden alacaklar. 

Hiçbir duygu tek bir rengin tekelinde olamaz. Kanımla verdiğim bu savaşı kazandım ben beyaz. Artık sen ezik bir renksin. Sen ancak göz bebeğini sarmalayan alaca renklerin güzelliğini ortaya çıkarmaya yararsın. Sen ancak diğer renklere çerçeve olabilirsin. Şimdi git, senin gibi egosu yüksek olan siyah ile iş birliği yap. Belki bir arada daha başarılı olursunuz ama şunu ikiniz de asla unutmayın; kan kırmızısının gücüne asla ulaşamazsınız. Haddinizi bilin ve dünyayı daha fazla kana bulamamıza neden olmayın. Akıllı olun, o kadar.


Sünepe


 “Sünepe!” dedi bana. Hem de bana. Hem de yüzüme. Yüzüme yüzüme. Geri dönüşü yoktu artık. Satır belimdeydi. Sünepe dedi bana ha? Satır artık elimde, belimde değil. Katil olmak kolay, sonrası zor, gelir ya gece sureti mevtanın. “Ne yaptın abi bana?” der. Kafası karpuz gibi yarılmış, satır kenetlenmiş kafatasıyla. Git desen gitmez, kal desen kalmaz, burnundan beyni gelir bir yandan. Bir yandan da “Ne yaptın sen bana abi?” der. Ulan bana sünepe dedin. Yüzüme dedin. Yüzüme yüzüme dedin. Satırı kafaya yedin. Bunu yıkarken kafasına poşet geçirmişler. Yarığı kapatamadıkları için, beyin parçaları akmasın diye. Esasında Mobilya zımbası ile zımbalayacaklardı. Hani o paslanmayanlarından, sonra rahat rahat yıkarlardı. 

Mezarlıkta keman çalan bir karı koca ile karşılaştım. “Neden burada müzik icra ediyorsunuz?” dedim. “Bizi eleştirmeden dinleyen sadece ölüler.” dediler. İki bunak, Beethoven’den halice, mezar taşlarından notalar okuyormuş gibi onlara bakarak çalıyorlardı. Benim göremediğim notalarla benim ölüm marşımı çalıyorlardı. Benim marşım, sadece ben ölünce çalınacak olan o marş. Viyolonseller ve kemanların vals ettiği marşım. Melekler huşu içinde bekliyorlar marşımın bitmesini. Bitince paketleyip götürecekler beni hak ettiğim yere.

Savaştan kaçmadım ama savaşmadım da. “Benim savaşım değil” dedim, dışında kaldım. Tüm dünya girdi içine, ben dışında kaldım. Bir zorbanın arkasından milyonlar ölüme gitti, bıyığı bile yarım olan adamın kölesi oldular ahmaklar. O bana “Sünepe!” dedi. Hem de yüzüme yüzüme dedi. Ne yapacaktım başka. Evet, savaşmadım, öldürmedim kimseyi sebepsiz yere. Ama çaktım satırı onun kafasının ortasına, çünkü bu kez bir nedenim vardı. 

Kemanlar viyolonselleri ne kıskanıyorlar, onları bastırmak için daha kalabalık gelmişler şefin orkestrasına.” Ne çalalım?” dediler, “Şefin tabağını çalın.” dedim. Abuk abuk baktılar yüzüme. Hadi de. Desene sen de bana “Sünepe!”. Sonra ne olacak o keman yayı gör. 

Şansölye asla tek başına bira içmezdi. “Prost!” diye bağırdığında mekânda kim varsa kadehlerini kaldırır onu geri prostlarlardı. Gelmedik yüz yüze, göz göze bir kez bile, ama gelseydik, o da deseydi bana “Sünepe!”, hele de yüzüme yüzüme. Ha işte yarım bıyıklı o mavişi orda indirirdim bira şişesiyle. Fransız kızlar, İtalyan pizzacılar ve Polonyalı dansçılar, hepsi bana şükran duyarlardı. Bu iki bunağın bana bestelediği marşı, mezar taşımın yanında dinlerlerdi. Dünyanın içine eden de bir deli, o deliyi yok edecek de ancak bir deli. Delinin hakkından deli gelir. Deliyim evet, ama sakın, sakın bana “sünepe” deme. Hem de yüzüme yüzüme. Keserim, yakarım, önce keserim, sonra yakarım. Bir mezarın bile olmaz ki sevdiklerin gelsin de sana dua etsin. Öyle kayıp ilanlarında resmin, onlar da ancak ona bakıp bakıp ağlaşırlar. Bilmezler ki küllerin hangi kırlarda hangi çiçeklere hayat olmuştur. O çiçeği çekip koklarlar ama alamazlar senin kokunu. Ben yazarsam kaderini, okuyan okuduğuna pişman olur. 

Elbet barış diye beklenen, arzu edilen bir süreliğine gelecek. Ama bir süreliğine. Bıyığı tam olsa da aklı yarım olan, arkası tam olsa da insafı olmayan başka bir adamı başlarına taç yapacak bu salaklar. Evet hepsi salaklar. Dünyayı kullanma kılavuzunu okumadan kullanmaya kalkan salaklar. Bozulunca da yenisiyle değiştiremeyeceklerini anlayacak salaklar. 

Değiştirin şu şarkıyı dedim bunak karı kocaya. “Biz başka nota bilmeyiz, ezelden beri bunu çalarız.” dediler. Ama hani benim marşımdı bu. Hani sadece ben ölünce, nasıl yani, boşa mı kuruldu bunca cümleler. Bakmayın lan şaşkaloz şaşkaloz. Devam edin bildiğinizi çalmaya. Es vermeyin portrede yazıyor olsa da. Hele art arda iki es hiç vermeyin. Es-es, nefret… Es-es, çocuklar ölü…Sessizlik her yerde. Suçlular es-es…Pas geçtiler, anlaşmalar, mahkemeler, sembolik infazlar, kadınlar kocasız ya da kolsuz bacaksız. Resimlerde çizgili giysili insanlar, kurumuşlar deri kemik, vagonlarda istiflenmişler, ocaklarda yakılacaklar. Ah o yarım bıyıklı, bana bir “Sünepe!” deseydi. Yüzüme yüzüme deseydi. Satır belimde tekrar, elimde değil. Bekliyorum nasıl olsa çıkacak tüm salakları arkasına takacak biri daha. Desin demesin, satır sonrasında yeniden elimde. Sonra da kafatasına monte. Bir satır yeter dünyayı kurtarmaya; en azından bir süreliğine.  


20 Şubat 2022

Tebelleş

 


Tebelleş oldu başıma. Tebelleş dedim, bela değil, kara bela da değil. Sadece tebelleş oldu başıma, başıma; tam baş ucuma. Soydum elmayı soyar gibi dertlerimi ruhumdan. Ruhum üşüyor, titriyor. Evet evet, üşüyorum gerçekten. Kendini ısıtamayan sobanın ateşi cılız mı cılız. Beni de ısıtamıyor. Kar yok, ama ayaz var. Kar olmadan olan ayazlar kar gelecek dedirtiyor. Ama sadece dedirtiyor. Gelmiyor o kar. Kar topu savaşı sevemem ama kar topuyla oynamayı severim. Kar topu, toplu kar, ya da kardan toplar, bir sürü, sürü sürü toplar, ama kardan. Yoklar ama, ayaza rağmen yoklar.

Sobaya odun da yok fazla. Elmanın kabuğu ne güzel kokar yanan sobanın üstünde. Elma kızıyor bana kabuksuz kaldı. Kabuk yanıyor inceden, kokusu tüm odada. Elma karardı elbisesi yok diye. İçim karardı benim de dışım aynı. Bahar gelecek, gelecek bahar da gelecek, biliyorum. Gelse, kapıyı çalar, açar mıyım ben kapıyı? Açarım, ama kaç kez çalarsa? Bilmem, uyumak istiyorum, kış uykusu ya da baharı bekleme uykusu. Bildiğin uyku, rüyalı, rüyasız, gözlerini kapatarak olanından. Gözü açık uyuyan kimseler de var, var ama görmezler. Gözleri açık uyuyanlar rüya da görmez, burnuna konan kara sineği de görmez. Kara sinekler alınganlardır sivri sineklere göre. Bok sineği ne yapsın. Boka tek konan o mu ki. Konar konar, sivrisi de karası da boka konar. Konar konar. Peki kokan nedir; elma kabuğu yanınca bok gibi kokar. Ev kokar, soba korkar, elma çıplak, kararır, sinekler adalet arar, avukatları ben olurum bu boktan davada.

Aç karnımı doyurmak için, açlıktan ölmemek için, mahalle mahalle gezerim. Geziyorum da ne yapıyorum, para kazanıyorum. Kazanmak, para kazanmak, parayı bulmak mı kazanmak mı? Kazan-kazan, leğen-leğen diye bağırmak. Çamaşır asan kadınlar varsa balkonlarda, sesim daha gür çıkar elbet. Gürses, ama ucuz leğenler, plastik tabureler ama sesim nasıl da gür. Şakıyorum bülbül gibi, lazımlık satan bir bülbül gibi. Ekmek parası, bazen de kahvede okey parası. Çifte okeye gidenleri patlatmayı çok severim ama ben gitmem çifte. Gitsem de varamam. Nefesim yetse, nefsim yetmez.

Kahveci tepeledi beni, tepem olamadı ama kıçımda tekmesinin izi oldu. Mekânı var diye üstün benden, mekânı var diye ben ondan ezik. Ezilmedim ama o ezmeyi seviyor. Seviyor mu yoksa başkacasını bilmiyor mu bilmiyorum. Takılıyorum tekme izi kıçımda, içimde susturulmuş dış sesim. “O da adam mıymış, armudun dibine elma mı düşermiş” diye sesleniyor iç organlarımda yankılanarak. Babası babamın kankasıydı. Aralarında hesap kitap olmazdı. Kahveler içilir, beyazpeynir-domates tostlar cayır cayırdı okey masalarında. Taşlar yağ olmasın diye tost arası yapılırdı. Devre arası gibi tost arası, ama herkes aynı sandalyede. Taşları aynı sandalyede çalmaya devam.

Ben yine iyiyim, babam hamaldı. Hamal olmak, leğen satmak, leğen satan ya da hamal olan. Hamala leğen taşıtan, leğene hamalı koyup taşıyan. Leğenlerden ve hamaldan nefret eden. Ha işte o ben.

Gözünü bahara açan, tam açamasa da kırpan, kırpıp kırpıp sonra bir süre yumulu tutan. Ben yumulu gözlerimle neler görürüm ben. Yumulu gözlerim, kesik dilim, tıkalı burnum, kulaklarım ise kepçe. Kepçe ama çorba kepçesi, en derininden, sapı en ince olanından. Fare tıkırtısını duyar bu kepçeler, duyarım duyarım, duyarlıyım tüm farelere.

Okulda gülmeselerdi kepçelerime, kahveci olurdum belki. Böyle her masaya ısmarlasam kaşarlı tosttan. Beyaz peynirli domatesli değil ama, çift kaşarlı, çiftin çifti de olur. Erisin kaysın kaşarın yarısı arasında. Dostluklar baki kalsın masamızda.

Kahveci yaklaştığımı gördü. Leğenleri çektim kapısının önüne.  Yüzünün lanetli tarafını döndürdü. Belinde sıralı meyve bıçakları. Tekmeler mi yine beni. Yoksa çürük elma muamelesi mi. Çürüğüm varsa da benden değil. Çürük olmak kaderim, suçum değil. Çürüğümü yeme kardeş, kabuğumu da soyma. Kabuksuz ayaz var bana, kararmak da var sonrasında.

Okey oynasak ama kahveci gitse. Babalarımızın anısına uğramasa bana bugün. Çalmam taş falan, oynarım harbisinden. Hem harbisinden hem de keyiflisinden. Ben keyiflenince masa da keyiflenir. Domatesler erir peynirin içinde bir kabuğu kalır. Kabuğu olmayan ne var bilemedim.

Ha köpek leşi ha ben. İkimizi de yoldan toplayan yok. Leşim mi olur cesedim mi? Ölümü yıkayan karar versin. Leş olmak için az kirliyim, ama kimse ölçemez. Var üstümde bir kara leke babamdan gelen, ufak leke esasında ama çıkmaz çamaşır suyuyla bile. Yıkandım yıkandım, yalnızlıkla çitilendim, çay bardağında rakılarla durulandım. Ama temiz pak olamadım. Kokmadım da ama temiz de olamadım.